İncelemeler

Gıcırtılı Bir Hikaye – On Bin Kapı İncelemesi

Alix E. Harrow’un ilk romanı On Bin Kapı Hugo, Locus ve Nebula ödüllerine aday oldu. Ancak tutarsız yazımı ve kusurlu olay akışı ile bu adaylıkları nasıl aldığı bir tartışma konusu. İşte o tartışmayı içeren incelememiz sizlerle.

Alix E. Harrow ismini daha ilk romanından duyurabilmiş bir yazar. 2019’da yayınladığı On Bin Kapı onun ilk romanı. Bu roman ile birçok prestijli ödüle aday gösterildi. Fakat hiçbirini kazanamadı.

İkinci romanında ise ödül almayı başardı. 2021’de çıkan Once and Future Witches adlı ikinci romanı British Fantasy Awards 2021‘de En İyi Fantastik Roman ödülüne layık oldu.

Orijinal adı The Ten Thousand Doors of January olan On Bin Kapı’yı Türkçe okuma şansına yeni eriştik. İthaki Aralık 2021’de kitabı dilimize kazandırdı. Once and Future Witches üzerinde çalışmakta olduklarını da söylediler. Muhtemelen onu da 2022’de okuyacağız.

Çıtayı Önce Yükseltip Sonra Yerde Tekmeleyen Bir Hikaye

On Bin Kapı’nın fantastik edebiyatla yeni yeni tanışan okurlara ilgi çekici gelebileceğini söyleyerek başlayalım. Hikaye çok satan listelerinde haftalarca yer alabilecek bir sürükleyiciliğe sahip. Zaten Times Çok Satanlar listesinde de yer almış. Olay örgüsü tanıdık elementler içeren basit bir akış içeriyor. Hatta hikayenin ilk 120 sayfasının fantastik kitap kurtlarını bile mest edebileceğini söylemekte fayda var. Açıkçası ilk 100 sayfa yılın en iyi fantastik romanı albenisine sahip.

Fakat hikaye ilerledikçe en iyi fantastik roman havasını kaybediyor. Ana karakterimiz gerçekçilikten uzak dramatik birine dönüşüyor. Hikaye birinci şahıs anlatıcı kullandığı için bu dramatiklik tek bir karakter ile sınırlı kalmayıp tüm hikayeye sıvaşıyor. Karakterin zekasına dair bir betimlemeyi asla göremiyoruz. Ancak hikaye ilerledikçe zeka seviyesinin düşük, daha düşük ve çok daha düşük olduğuna kanaat getiriyoruz. Dolayısıyla olaylar geliştikçe okur olarak ana karaktere “HADİ ANLA ARTIK!” diye bağırma isteği duymaya başlıyoruz.

On Bin Kapı, Harikalar Diyarı ve Narnia gibi klasiklere göndermeler içeriyor. Sürükleyici hikayesinin içinde fantastik unsurlar kadar aşk ve ırkçılık temalarına da ağırlık veriyor. Fakat bu konuları işleyişi yüzeysel kalıyor. Bülbülü Öldürmek seviyesinde olmasını beklemiyorum. Ancak bir başka çok satan roman olan Duyguların Rengi‘ne yaklaşamıyor bile. Hatta Stephen King romanlarında şöyle bir değiniyor olsa bile ırkçılığı daha vurucu işliyor bence.

On Bin Kapı ırkçılık temasını işlemesiyle övgü topluyor. Ancak hikayede defalarca ana karakterin derisi farklı renkte diye ona gözünü dikip bakan “normal” insanlar ve vagonun arkasında yolculuk etmesi gereken zenciler görüyoruz. Dolayısıyla ırkçılık hikayede işlenmiyor, sadece hikayede geçiyor diyebiliriz.

Heyecan Yaratmayan Bir Yolculuk

On Bin Kapı daha ilk bölümünden itibaren yolculuk hevesiyle yanıp tutuşan karakterleri bize tanıtıyor. Yeni diyarlar keşfetmek romandaki çoğu karakteri büyüleyen ortak bir tutku. Ana karakterimiz de kendisini yolculuk edemediği çocukluğu boyunca kafese kapatılmış gibi hissediyor.

Fakat anlatıcımız ve ana karakterimiz 17 yıl boyunca hayalini kurduğu özgürlüğe kavuşup yolculuğa çıktığında “burayı uzun uzun anlatıp sizi sıkmayacağım” diyerek yolculuğun detaylarını anlatısının dışında bırakıyor. Yahu insan hevesli olduğu, heyecan duyduğu şeyleri uzun uzun anlatmaz mı? Yolculuğun hayalini sayfalarca anlattın, kendisine de birkaç paragraf ayırsaydın ya?

Buna benzer tutarsızlıklar hikayede bolca var. Yani karakter bir öyle bir böyle davranabiliyor. Hikayenin neden tutarsızlıklarla dolu ve eleştirilesi olduğunu söylediğimi sürprizlerini bozmadan anlatmak kolay değil. Bu iddiamı dayanaksız bırakmak da kalitesiz bir eleştiri yazısı doğurur. Bu yüzden incelemenin devamında hikayenin içeriğinden bahsetmeye başlayacağım.

On Bin Kapı’yı yeni okurlara önerebileceğimi, ancak kendisini ciddi bir okur olarak görenlere önermeyeceğimi tekrar söylemek isterim.

Dikkat: Spoiler İçerir

Eğer siz de benim gibi okuduğu hikayeden memnun kalmayınca harcadığı vakte hayıflanan bir okursanız belki bu romanı es geçebilirsiniz. Once and Future Witches ile yazara bir şans verebilirsiniz. İncelememin devamında On Bin Kapı’nın sahnelerini detaylı anlatarak eleştirilerimi somutlaştırıyor olacağım. Sürprizler bozulacak.

Güzel Bir Giriş

On Bin Kapı, adının da çağrıştırdığı gibi aslında dünyalar, evrenler, boyutlar arasında açılan geçitler ile alakalı bir hikaye. Ana karakterimiz Alice’in Harikalar Diyarı’na geçmesi, Narnia’nın gardırobu gibi kendisinin de bir kapıya sahip olup olamayacağını merak ediyor. January adlı ana karakterimizin en öne çıkan özellikleri ise şöyle:

  • Kırmızıya yakınsayan kızıl bir ten rengine sahip. Dolayısıyla onu gören herkes garipsiyor.
  • Fakir bir aileye sahip olsa da tuhaf huylu zengin bir adamın himayesinde. Dolayısıyla bir roman karakteri olmaya çok uygun.
  • Tam bir kitap kurdu. Yani elinde olsa evden kaçıp Oliver Twist ile yaşamak istiyor. Ayrıca, Tom Sawyer’a bayılıyor. Bakın burası çok önemli.

Hikayenin başlarda fantastik okurları mest edeceğini söylemiştim. Çünkü On Bin Kapı o fantastik hikayelerde okuduğumuz tüm geçitlerin gerçek olduğunu iddia ediyor. Yani Orta Dünya’ya ya da Hogwarts’a giden bir kapı bir yerlerde gerçekten de var. Bunun hayalinin ana karakterde yarattığı heyecanı biz de hissediyoruz. En azından kendi adıma, Ready Player One romanında hissettiğim heyecana benzer bir heyecan yaşadığımı söyleyebilirim.

Tepetaklak Düşen Bir Gelişme

Ana karakterimizin ailesinden geriye kalan son kişiyi de kaybedip öksüz kalmasıyla olaylar sıradan bir dramaya dönüşüyor. January bir anda pılını pırtını toplayıp yollara düşmek istiyor. Bunu yaparken seçtiği yol o kadar bariz bir şekilde kötü ki korku filminde ormanda yalnız gezmeye çıkan çifti görünce hissettiklerimizi hissediyoruz. Biz “yapma!” diye bağırıyoruz ama January bizi duymuyor. O kadar Tom Sawyer romanına rağmen evden gizlice çıkmak yerine ön kapıdan sıvışmaya çalışıyor ve tabii ki yakalanıyor.

Karakterin bu kaçış teşebbüsü onu büyüten tuhaf huylu zengin adamı kızdırıyor. Dolayısıyla rüşvet karşılığında January’nin akıl hastanesine kapatılmasını ayarlıyor. Yani January herhangi bir akıl hastalığı olmadığı halde akıl hastanesinde kalmaya başlıyor. Fakat nedense (herhalde ambiyansın dramatik etkisi, bilmiyorum) hastanede aklı başında davranıp hareket özgürlüğüne kavuşabilecekken tepinmeye, çığlıklar atmaya, tükürmeye ve tekmeler savurmaya başlıyor. Üstelik normalde gayet kendine hakim olabilen, iradesi nispeten güçlü bir karakter gibi durduğu halde.

Hastaneden kurtulmak için ihtiyaç duyduğu hareket özgürlüğü çok az aslında. Elleri ve bacakları yatağa kelepçeli olmadığı sürece kendisine bir kapı yaratarak kapalı kaldığı yerlerden çıkabilir. Ancak hastanede genelde kelepçelere bağlı tutuluyor çünkü nedense hemşirelerin önünde deli gibi davranası tutuyor.

Biri vampir olduğunu söylüyorsa vampirdir

January bir kapı çizerek onu yoktan varedebiliyor. Dolayısıyla hastanedeki günleri kapı çizecek bir araç arayışıyla geçiyor. Hayal gücü çok geniş diye betimlenen karakter cama hohlayıp nefesinin yarattığı buğuya kapı çizmeyi denemiyor. Doktorun kalemini zorla alıp koşarak kaçmak aklına geliyor ama ter, tükürük, gözyaşı ya da kanını mürekkep olarak kullanmak aklına gelmiyor.

Sonra hikayeye kendini vampir olarak tanıtan bir karakter dahil oluyor. Vampirliği de dokunduğu kişinin vücut ısısını soğurmakla sınırlı. Yani ne kan, ne diş, ne güneş ışığı, ne sarımsak, ne tabut, ne de başka bir şey. Tek olayı dokunduğu kişinin üşümesine sebep olmak. Dolayısıyla okur olarak sorguluyorsunuz…

Vampiri vampir yapan nedir?

Vampir denince January’nin kafasında ampül yanıyor: Doğru ya, kan! Kalem ve hatta kağıda sahip olamadığı yerde sivri bir nesne bulmayı da başarıyor. Çünkü kıyafetlerini hastaneye gelince çıkarmamışlar ve bir haftadır aynı elbiseyi giyiyormuş ve cebini kontrol etmemişler falan. Neyse…

Sonra parmağını deliyor. Fakat parmağından azıcık kan çıkıyor. Böyle bir şeyler yazmak çok vakit alacak diye bu işten vazgeçiyor. Dolayısıyla tüm kolunu kazımak suretiyle yazıyı hayatı boyunca taşıyacağı bir yara olarak bedenine işliyor. Bu süreçte o kadar kan kaybı yaşıyor ki hem kanı görünce görevlilerin aklı gidiyor hem de kendisi kansızlıktan güçsüz düşüyor. Ama parmağının ucu yerine kolunu keserek daha fazla kan çıkarmayı ve o kanı kullanarak parmağıyla başka yere yazmayı düşünemiyor. Nedense. Onun yerine tüm kolunu paramparça edecek hale getirmeyi daha makul buluyor. Nasılsa.

Hiç denemedim ama kesin yapamam

January kolunu paramparça ederek kanıyla çizdiği ve açtığı kapıdan geçince güçsüz düşüyor. Bu güçsüzlüğünü akıl hastanesinde aldığı ilaçlara, vampir bey ile karşılaşmasına ya da kolundan oluk oluk aktığını betimlediği kana yormuyor. Diyor ki “kapı açmak tüm gücümü tüketti“.

Başka bir karakter ondan bir kapı daha açmasını istiyor. Bu kapının özellikleri akıl hastanesinde açtığından biraz daha farklı. January diyor ki “o beni kesin öldürür.” Karşısındaki karakter de “Hadi ya, nereden biliyorsun? Az önce hayatının ilk kapısını açmadın mı cicim? Bu bilgiyi kimden aldın?” diye sormuyor.

Tamam hadi, sormuyor. Daha sonra January ikinci kapısını açıyor ve bu o karakterin rica ettiği özelliklere sahip bir kapı. Karakterimiz bunu “bir tülü kenara çekmek kadar basitti” diye betimliyor. Kendisine ricada bulunan kişiyi en yakın ve sahip olduğu tek arkadaşı olarak tanıtmasına rağmen bunu başarabildiğini ona haber vermiyor. Onun istediği kapıyı açabilecek güçte olduğu bilgisini paylaşmıyor. Zaten onu açmayı teklif dahi etmiyor. Yani şöyle örnek vereyim. Hogwarts’a giden kapıyı açıyor ama en yakın arkadaşı için Orta Dünya kapısını açmayı reddetmeye devam ediyor. Nedense.

Hiç denemedim ama kesin yaparım

January’nin muhteşem akıl yürütmeleriyle parladığı bir diğer sahne de en az diğerleri kadar acı verici. Sığınmakta oldukları bölgede kendisine endişe veren bir kişi var. Bu kişi onlara saldırmadan ilk saldırıyı yapan taraf olmak istiyor. Bu yüzden de hiç silah tutmamış haliyle bir avcının uyurken yanında taşıdığı silahını alıp şüphelendiği kişinin peşine düşüyor. Olayların nasıl bittiğini tahmin edersiniz. Tabii ki silahı kullanamıyor, tabii ki avcı karakter seslere uyanıp geliyor. Ve tabii ki avcı karakter daima yanında tuttuğu silahına güvenerek pozisyon aldığında silahının orada olmadığı fark ediyor ve ölümcül bir yara alıyor. Ayrıca tabii ki ana karakter bundan müthiş suçluluk duyuyor. İki paragraf boyunca falan. Sonra lafını dahi açmıyor.

Bu arada bu avcı, o kapıyı açmasını rica eden en yakın arkadaşı vardı ya hani, o işte. Üstelik avcı karakteri uyandırıp bu şüpheliyi avlamaya beraber çıkmayı neden teklif etmediklerinin de bir açıklaması yok.

Görünmez olabiliyor ama bence olmaz ya

January’nin yolculuğu sonlara doğru bir kovalamacaya dönüyor. January kaçarken biri kendisini, peşindeki kötü karakterin görünmez olabilme yeteneğine sahip olduğu konusunda uyarıyor. January de “tamam” diyor ve biri onu izliyormuş gibi bir hisse kapılıyor. İki cümle sonra sonra da izini kaybettirmek adına neredeyse hiçbir şey yapmadan yoluna devam ediyor. Hem dikkat çekecek hareketler yapıyor, hem bir bölgede uzun uzun kalıyor, hem de dolandırıcılık yaparak daha da fazla kişinin radarına giriyior.

Tüm bunlar yetmiyor tabii ki, bir de peşindeki adamlarla yıllarca işbirliği içinde olmuş birine de “Ben gidiyorum” diyen bir mektup yazıp nereye gittiğini de söylüyor. İddiası da şu “hangi yoldan gideceğimi söylemedim, o yüzden beni bulamaz.”

Dolandırdığı kişi, polisler, ödül avcıları, mektup yazdığı şahıs ve görünmez olabilen adam peşindeyken yaptığı uzun yolculuktan sonra vardığı yerde yalnız olmadığını görünce de şaşırıyor. Ayrıca evet, kaçarken kapı açmak yerine uzun, yavaş ve riskli bir yolculuğu tercih ediyor. Hem de daha zor olduğunu söylediği bir kapıyı tül çeker gibi kolayca açmışken.

Bıkkınlık Yaratan bir Sonuç

Hikaye ilerledikçe tutarsızlıklar, gereksiz drama ve kötü dizayn edilmiş sahneler ile “yeter artık devam etmesin” demeye başladım. Kitabın ilk 120 sayfasında vadettiği o güzel hikaye klişelerle lekelenmiş, mantıksız drama sahneleriyle gölgelenmişti. Geriye hikayede övebileceğim hiçbir şey kalmayana dek sevdiğim her bir unsurun üzerini çizdim.

Dolayısıyla romanı, onu beğenmediğimi gönül rahatlığıyla söyleyebilmek adına bitirdim.

Çoğumuzun kitap okumaya ayırabildiği süre kısıtlı ve değerli. Dolayısıyla, eğer keyifli bir fantastik roman okumak istiyorsanız size başka kitaplar önerebilirim.

Farklı gerçekliklere kapı açabilen küçük kız konsepti hoşunuza gittiyse Neil Gaiman‘ın bence yazdığı en iyi roman olan Yokyer‘i önerebilirim. Üstelik o hikayede kapı açabilen karakterin adı direkt Door, yani kapı.

Birçok hayali dünyanın sıkıcı dünyamıza bir yolculuk mesafesinde olması keyifli geldiyse Ernest Cline‘ın Başlat adıyla Türkçeye kazandırılan romanını önerebilirim.

Fantastik hikayelerin yolculuk temasından memnunsanız İthaki Yayınları bu yıl Kadim Kanunlar serisini tamamladı. Joe Abercrombie o seride harikalar yaratmış. Okumadıysanız kesinlikle kaçırmayın derim. Ayrıca onda da koyu tenli, büyülü güçleri olan, diyarlar arası geçit açabilen hırçın bir kız var.

Fakat On Bin Kapı’yı kaçırsanız da çok bir şey kaybedeceğinizi sanmıyorum. Sizin hikaye hakkındaki görüşlerinizi duymak isterim. Hatta romanın iyi bir hikaye anlattığını düşünüyorsanız neden iyi olduğunu duymaktan kesinlikle memnuniyet duyarım. Zira çok prestijli ödüllere aday olabilmiş olmasına ben anlam veremedim.

Yorumlarda ya da discord kanalımızda görüşlerinizi benimle paylaşır mısınız?

Bu İçeriğe Oy Verin

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu

Log In

Forgot password?

Forgot password?

Enter your account data and we will send you a link to reset your password.

Your password reset link appears to be invalid or expired.

Log in

Privacy Policy

Add to Collection

No Collections

Here you'll find all collections you've created before.