İncelemeler

Çoksatar Tadında – Zihin Kütüphanesi İncelemesi

Anıl Şahal, ilk sayfasından okuru kendine bağlayan Zihin Kütüphanesi romanında sürükleyici bir bilimkurgu macerasını akıcı bir dille anlatıyor. Damakta çoksatar tadı bırakan bir kitap bu.

Çoksatar tadından kastımız nedir? “Kitabı elimden bırakamadım” dedirten sürükleyici olaylar silsilesi. Belki biraz aksiyon. Bu olayların içine yedirilmiş, okuru gülümseten sahne ve çıkarımlar. Sevilesi karakterler ve ortalamanın üzerinde başarıya sahip bir kurgu. Anıl Şahal bunlara bir de bilimkurgu ve fantezi dünyasından kimi bariz kimi üstü kapalı popüler kültür göndermeleri eklemiş. Ortaya çıkan sonuç da açıkçası etkileyici olmuş. Kitabın ilk yarısı bizi Şahal’ın kalemine hayran bırakıyor. Ne yazık ki ikinci yarıda kurguda tökezlemelerle karşılaşıyoruz. Fakat Zihin Kütüphanesi, ikinci yarıda tökezleyen kurgusuna rağmen bir çoksatar olmayı başarabilecek seviyede aslında.

(Kuzgun görseli: aihimbo)

Hiç sürpriz bozmadan yorumlarımı paylaşacak olursam: Zihin Kütüphanesi okurunu memnun eden bir kitap. Eğer bilimkurgu ve cyberpunk temaları ilginizi çekiyorsa bu kitaba göz atmanızı tavsiye ederim. Zaten bir kitabevinde romanın ilk birkaç sayfasını okursanız muhtemelen onu almadan çıkmayacaksınız. Üstelik bu, yerli edebiyat ile pek iyi geçinemeyen bir okur olsanız da geçerli. Bana güvenin, sizi yerli bilimkurgu edebiyatı dünyasına çekecek olan bu kitap olabilir. Zira Zihin Kütüphanesi’nin karakter isimlerini değiştirdiğimiz takdirde onu bir New York Times Bestseller’dan ayırt edebileceğinizi sanmıyorum.

Tabii yerli edebiyat okurları benim bu sözüme kızabilirler. Zira ben de Türk edebiyatından bir korku, fantezi ya da bilimkurgu kitabı okuduğumda bizim kültürümüzden izler ve tabirler görmekten hoşlanıyorum. Yalnızca kullandığı dille bile bizi büyüleyen yazarlarımız var. Buradan hepsine kucak dolusu sevgiler. Fakat Zihin Kütüphanesi öyle kültürümüzle harmanlanmış bir roman değil, daha evrensel diyebileceğimiz tarzda bir hikaye anlatıyor.

Son olarak da ciddi bilimkurgu okurları için bir yorum ekleyeyim: Bu romanı çok yenilikçi bir hikaye elementi ya da çığır açacak bir kurgu beklentisiyle okumazsanız beğenebilirsiniz. Fakat detaycı okuyup kurguyu sorgulamakta ısrar ederseniz cevapsız sorular sizi üzmeye başlayabilir. Yine de göndermelerin bir kısmının sizi gülümseteceğine ve heyecanlandıracağına inanıyorum. Muhtemelen sevdiğiniz başka eserler de aklınıza gelecek. Mesela ben ister istemez Katilbot Günlükleri‘ni düşünerek okudum kitabı.

(Anıl Şahal’ın konsept çizimleri)

Gelin sürprizleri asgari seviyede bozarak kitabı biraz daha detaylı anlatalım:

Göndermeler ve Nostalji Şöleni

Benim için Zihin Kütüphanesi’nin en öne çıkan yanı bu diyebilirim. Yani yazarın benimle aynı eserleri okuyup izlediğini ve onları sevdiğini görmek. Zaten hikaye The Crow‘u anımsatan bir sahneyle başlıyor. Yazarın da okuruna bunu anımsatmayı istediğini düşünmek keyiflenmemi sağlıyor.

Ardından kitabı okurken kâh Resident Evil, kâh The Matrix filmlerinde gördüğümüz mekan ve karakterleri anımsıyoruz. Bir Terminatör 2‘den, bir The Mandalorian‘dan, bir Neuromancer‘dan sahne anımsatan betimlemeler okuyoruz. Yazar kimi zaman açık açık Dune‘a ve Yüzüklerin Efendisi‘ne göndermeler yapıyor. Bunları anmak zaten güzel anılarımızla mutlu olmamızı sağlıyor.

Kimi sahnede ana karakterimiz aniden aklına gelen anıları birkaç cümleyle okurlara aktarıyor. Mesela terk edilmiş bir oda gördüğünde aklına ıssız bir vahşi batı kasabası geliyor. “Eskiden kovboy ve kızılderililere ne ilgi duyardım!” diyip geçiyor. Karakterin aklından hızlıca geçip kaybolan böylesi düşünceler karakterin daha gerçek hissettirmesini sağlıyor. Ayrıca bizim de karaktere sempati duymamıza sebep oluyor. Kim küçükken kızılderililere ve kovboylara ilgi duymazdı ki? Hangimizin aklından olur olmaz böyle düşünceler geçmiyor ki?

(The Crow)

Kurgudaki Tökezleme

Kitabın ilk yarısı ile ikinci yarısı arasında biraz farklılık var. Zira ilk yarıda ne zaman bir eleştirme veya karşı çıkma dürtüsü hissetsem yazarın da bu eleştiriyi öngörüp gerekli düzeltmeleri yaptığını hissettim. Haliyle ilk yarı kurgu açısından beni memnun etti.

Örneğin, insansız hava aracı gibi bir uçakla karşılaşıyoruz hikayenin bir yerinde. Bu aracın içinde ana karakterimiz bir monitör görüyor. Ben okur olarak “o monitör neden orada?” diye eleştirmeye hazırlanırken ana karakter de aynı sorgulamaya giriyor. Sonra aracın orijinalinde insanlar için tasarlandığını varsayıyor. Bunun gibi eleştiriyi daha dillendiremeden yanıtlayan birçok sahne mevcut.

Peki ikinci yarıdaki tökezlemeler neden? Öncelikle ilk yarıda yanıtını alamadığımız bazı sorulara yazarın ikinci yarıda da yanıt vermemesi ya da yanıtı yetersiz vermesi açısından sıkıntılar başlıyor. Örneğin bir kez daha monitör olmasının hiçbir anlamı olmadığı bir mekanda monitör görüyoruz. Açık olmaması gerektiği halde açık bu monitör. Ve göstermesine hiç lüzum olmadığı bir kaydı gösteriyor. Fakat bunun sebebine dair ne bir açıklama ne de bir sorgulama var. Zaten genel olarak ikinci yarıda “Neden böyle?” sorusu pek sorulmamış gibi hissettim. Dolayısıyla eleştiriler havada asılı kalmaya başlıyor.

Diyalogların da ikinci yarıda daha zayıf olduğunu görüyoruz. Karakterler vermeleri pek de mümkün olmaması gereken cevaplar vererek bizi şaşırtıyor. Onlardan beklediğimiz cevaplara hiç benzemeyen yanıtlar da veriyorlar çoğu zaman. Son olarak da birçok romanda gördüğüm (Kıyamet Polisi‘nde de vardı ama lafı çok uzatmamak için incelemede yazmamıştım) bir eksiği bu romanda da gördüm: Karakterler sanki hikaye başlamadan önce bir hayatları yokmuş gibi davranıyor. Ana karakterimiz 23 yaşında bir kadın mesela. Ölümle burun buruna geldiği anda aklından yalnızca son 10 gün içinde tanıştığı insanlar ve ebeveynleri geçiyor. Hiç mi çocukluk arkadaşı, dostu, başı sıkışınca arayabileceği yakını, sevdiği bir akrabası olmaz bir insanın? Üstelik son 10 gün içinde tanıştığı kişiler de ölümle burun burunayken yalnızca bizim ana karakteri düşünüyorlar. Keşke kovboy ve kızılderilileri bir sahnede hatırlayıp geçmesi gibi bu sahnede de bir an için o kalbini kırdığı için hâlâ pişmanlık hissettiği eski yakın arkadaşını da ansaydı mesela. Daha gerçekçi, daha güzel olurdu.

Peki Kitabın Konusu Ne?

Bunu özellikle sona bıraktım ve başta söylemedim. Çünkü bence konusunu öğrenmek başta yaşadığımız bazı sürprizleri bozuyor. Bu yüzden spoiler istemiyorsanız konuyu okumamanızı tavsiye ederim.

İlle de öğrenmek isterseniz kitap robotların bir şehre saldırması sonucunda ölen bir kadının cyborg bir bedende tekrar hayata döndürülmesini anlatıyor. Onu hayata döndüren yapay zeka, onu öldüren robotları kontrol eden yapay zeka ile bir çatışma halinde. Bu savaştan öldüğü an haberdar olan cyborg ana karakterimiz hem yeni bedenine hem de öğrendiklerinin ışığında yeniden gördüğü dünyaya alışmaya çalışıyor.

Son Söz

Hikayeyi açık açık anlatıp sürprizleri bozmadan tökezlemelere dair sadece bunları söyleyebiliyorum. Ve tekrar ediyorum, roman bu tökezlemelere rağmen damakta güzel bir tat bırakıyor. Bu yüzden yazarın bir sonraki romanını da merakla bekliyorum.

Çoksatar bilimkurgu romanlarından hoşlanan okurlarımıza Zihin Kütüphanesi’ni tekrar öneriyorum. Bir solukta okunan 262 sayfalık bir macera. Üstelik okuduğum çeviri çoksatar romanlarının çoğundan çok daha iyi yazılmış. Mesela bana sorarsanız Zihin Kütüphanesi’ni daha önceden incelediğimiz Beden İzcisi ya da On Bin Kapı‘dan daha iyi bir roman olarak değerlendiririm. Zira bu üç romanın ortak özelliği çok umut vadeden bir başlangıç yapıp sonradan kurguyu baştaki kadar güçlü tutamamaları oldu.

Bir Yorum

  1. Çok teşekkürler, özellikle ‘sizi yerli bilimkurgu edebiyatı dünyasına çekecek olan bu kitap olabilir. Zira Zihin Kütüphanesi’nin karakter isimlerini değiştirdiğimiz takdirde onu bir New York Times Bestseller’dan ayırt edebileceğinizi sanmıyorum’ ifadesinin benim için anlamı çok büyük. Kaleminize sağlık.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu