Ravenloft Hikayeleri – Koruyucu (Bir Strahd von Zarovich Öyküsü)
Goblinin Dileği öyküsüyle Ejderha Mızrağı evrenindeki Istar’ın yeşil ormanlarına daldık, Guenhwyvar ile Unutulmuş Diyarlar’daki bu büyülü panterin yaratılış hikâyesine ve elf tarihinin bir kısmına şahit olduk; peki daha karanlık bir hikâyeye hazır mısınız?
Ravenloft… Tüm evrenlerden ulaşılabilen ama kimsenin kaçamadığı, gotik korku konsepti ve fantezi edebiyatının birleşmesiyle ortaya çıkmış, belki de var olan en dehşetli evren. Tabii ki evrenin ilk yerleşiği Kont Strahd von Zarovich’in hepiniz için yeri ayrıdır, biliyoruz -şahsen benim için en sevdiğim ilk üç fantezi karakterinden biridir-
Biz de sıradaki kısa hikâye çevirimizin Tales of Ravenloft kitabından olması gerektiğine karar verdik, seçtiğimiz öykü de Ben Strahd, Bir Vampirin Anıları ve Ben Strahd, Azalin’le Savaş romanlarından tanıdığımız P.N. Elrod tarafından kaleme alındı. Öyleyse buyrun, naçizane çevirimle karşınızda…
KORUYUCU
“Bu çok tehlikeli Lord Vasili,” dediler, onlara verdiğim ismi kullanarak; çünkü genel nüfusla iş yaparken gerçek ismim bana daima yük oluyordu. “Gecenin içinde bekleyen pek çok tehlike var. Lütfen burada bizimle kalıp güvende olun.” İnsanlar Vallaki Hanı’nın kapısında birbirlerine iyice sokulmuşlardı, güneşin batmasının üzerinden bu kadar saat geçmişken hiçbiri eşikten dışarı adım atmaya cesaret edemiyordu.
“Gece beni rahatsız etmiyor,” diye dürüstçe cevapladım, boş sokakta yürürken pelerinimi bağlıyordum. “Asıl o ‘tehlikeler’ kendilerine dikkat etse iyi olur.” Şövalyevari tutumum onları şoka uğrattı. Her ne kadar söyleyemeyecek kadar nazik –ya da korkak- olsalar da suratlarına baktığımda karanlığın içine yolculuk yaptığı için Lord Vasili’nin bir ahmak ya da deli olduğunu düşündüklerini anlayabiliyordum. Zaman zaman iki sıfatı da taşıdığım için bu düşünceleri beni gücendirmedi. Hatta üzerinde Von Zarovich arması bulunan ve dört at tarafından çekilen yük arabasının en öndeki atına binerken, benim iyiliğimi düşündükleri için ufak bir kahkaha attım. “Benim için endişelenmeyin,” diye ekledim, at arabasındaki armayı işaret ederek. “Strahd von Zarovich’e hizmet ediyorum ve o, tebaasını daima korur.”
İki tanesi hemen kendilerini kötülükten koruyacak bir işaret yaptılar. Diğerleri de Barovia lordunun bahsi geçince huzursuzca kıpırdandılar, gerçi şu anda at arabasında istiflenmiş olan malları karşılığında ceplerini altınla doldurduğu için ona teşekkür edebilirlerdi. Yolculuklarım sırasında başka bir isim kullanmama sebep olan şey de bu tutumlarıydı. Öyle bir namım vardı ki ne zaman bir işimi şahsi olarak halletmeye çalışsam mutlaka sekteye uğruyordu. İnsanlar ya benden ölesiye korkuyor, ya büyük bir törenle beni karşılıyor ya da ikisini birden sergiliyordu. Korkunç Lord Strahd’ın kendisi yerine onun ehil elçisi Vasili von Holtz ile çalışıyor oldukları illüzyonunu yaratmak daha iyiydi.
Ravenloft Kalesi için belirli erzakları satın almak gibi basit bir işe neden şahsen dâhil olduğumu merak edebilirsiniz ama işin aslı, bu dikkat dağınıklığı hoşuma gidiyordu. Akşam havası güzeldi –tabii nefes almaya tenezzül ettiğimde- ve atların da egzersize ihtiyacı vardı. Ayrıca, tüccarların da doğru bir şekilde ifade ettiği üzere, gecenin içinde tehlikeler vardı… Ama onlarla benden daha iyi kim yüzleşebilirdi ki?
Korkuları yatıştığında ya da en azından geçici olarak dikkatleri dağıldığında oradan ayrılmak üzereydim ki bir tanesi şaşkın bir ifadeyle batıyı işaret etti. Gökyüzü, sanki güneş rotasını tersine çevirip tekrar yükselmiş gibi aydınlanmıştı. Bölgenin tepesinde asılı bulutlar, cehennem rengi bir turuncuyla yeryüzünü aydınlatıyordu.
“Yangın…” diye mırıldandı bir kadın. “Hem de büyük bir yangın. Neden olabilir?”
“Kilometrelerce uzakta,” diye fikrini sundu bir diğeri. Biri daha iyi görebilmek için Vallaki Hanı’nın en üst katına çıktığında bu düşünceleri doğrulandı.
“Orada ne var?” diye sordum, koşum takımlarının üzerinde ayağa kalkıp onlar gibi başımı uzatarak. Barovia’yı iyi biliyordum ama Vallaki’nin batısına yıllardır gitmemiştim.
“Çiftlikler var Lord Vasili,” diye cevapladı biri. “Tarlalar yanıyor olmalı. Bölge bulutlarla kaplı. Belki yere yıldırım düşmüştür ve…”
Onları boş tahminleriyle yalnız bırakıp atlarımı bir ıslıkla harekete geçirdim. Dakikalar içinde Vallaki’den çıkmış ve hızlı bir tempoyla batıya hareket ediyordum. Luna Nehri geçidini aşarken, yangının yaydığı parlaklığın göründüğü kadar yakın olmadığını dehşet içinde fark ettim. Ne kadar uzaktaydı? Yedi kilometre mi? On beş mi? Atlar, merakımı gideremeyecek kadar yavaş ilerliyordu. Sabit bir hızla yolu takip etmeleri için onlara sessiz bir zihinsel komut verdikten sonra tekrar koşum takımlarında yükseldim, bu sefer pelerinimin uçlarını tutup kollarımı genişçe iki yana açmıştım. Bedenim hızla küçülmeye başladı; görüşüm tamamen renksizleşti ama uzaktaki nesneleri daha keskin görüp daha iyi ayırt edebilmeye başladım. Kıyafetlerim ve tenim birbirine karıştı, ipekten bir kürke ve narin bir çift kanata dönüştü; batı rüzgârları kanatlarımı bir yelken misali doldurdu. Çaba sarf etmeden, takırdayan at arabasının üstünde yükseldim.
Yorgun atları uzakta bırakarak, gökyüzüne yükselen devasa duman kubbesine uçtum.
Gerçekten de yangın vardı, hem de kötü bir yangın.
Hasat edilecek buğdaylarla kaplı pek çok dönüm arazi çoktan kül olmuştu ve rüzgârla körüklenen alevler, geniş bir ok başı şeklinde hiç durmadan doğuya doğru ilerliyordu. Kendi kendine sönebilirdi ama geçtiğimiz ay mevsim normalleri dışında kuru geçmişti, yani bu ihtimal düşük gözüküyordu. Vallaki, nehrin diğer tarafında olduğu için kurtulabilirdi ama arada kalan ve kilometrelerce uzanan çiftlik arazileri için aynı şey geçerli değildi.
Duman örtüsü önümü göremeyeceğim kadar kalınlaştığında geri manevra yaptım ve yere hafifçe konarak tekrar “bir adamın” görüntüsüne büründüm. Boğucu küllü havadan bir nefes çekince, bir tane daha çekmemeye ikna oldum. Gözlerim yanıyordu ve ben en iyi seçeneğin ne olduğunu düşünürken gözyaşlarım serbestçe akıyordu.
Ateşi büyüyle kontrol etmek aklıma gelen ilk düşünceydi ama içgüdülerim bu çapta bir yangına karşı fazla bir şey yapamayacağımı söylüyordu. İkinci düşüncem hava durumuydu. Yukarı baktım. Bulutlar umut vadediyordu; en azından üstünde çalışabileceğim miktardaydılar. Ceplerimi kontrol edince küçük bir kese dolusu tütsü buldum. Ucu ucuna yeterli gözüküyordu ama tütsüyü yakacak bolca ateş vardı, sağda solda ağaç dalları da vardı ve büyüyü tamamlayacak güç sözcüklerini de biliyor… Yüreğime şeytanlar çöktü. Büyü için gerekli olan her şeye sahiptim, su hariç!
Yağmur yaratabilmek için suya sahip olmalıydınız ama kişi suya sahipse o zaman yağmura da pek gerek kalmazdı. Elbette. Çok mantıklıydı. Artık bu büyüyü hangi ahmak tasarladıysa…
Tütsü kesesini iğrenerek kaldırdım ve boğucu rüzgâr bir kıvılcım yığınını üstüme doğru püskürttüğünde geri çekildim. Safi refleksti. Sol elimde beni belirli bir miktar ateşten koruyan büyülü bir yüzük vardı. Üstündeki soluk renkli taş şu an bile beni soğuk mavi bir parıltıyla yıkıyordu. Eh, Luna Nehri’ne kadar geri çekilecek değildim. Eğer ileride çiftlikler olduğu doğruysa, o zaman büyü malzememi temin edebileceğim bir kuyu ya da yalak bulabilirdim. Sadece ileri gitmem gerekiyordu.
Ateşin içine.
Sol elimi yumruk yaparak yüzüğe sinirli bir bakış attım. Evet, büyüsü alevlerin sert etkilerini hafifletebilirdi, zihnimde bunun doğru olduğunu çok iyi biliyordum ama bu kadar ilkel bir korkuyu yenmek, söylemesi kadar kolay değildi.
Öyleyse hızlı koş Strahd. Çok ama çok hızlı koş.
Hiç bakmamanın faydası olabilirdi ama benim bile kendim üzerimde o kadar kontrolüm yoktu. Alevden duvarlar iki yanımda yükselirken, tuğlaların arasından girecek kadar yoğun bir duman ve ısı katmanının arasında toprak yolun tam ortasından koştum, içten içe lanet yolun daha geniş olmasını diliyordum. Yarasa ya da kurt formumda daha hızlı ilerleyebilirdim ama yüzüğün büyüsünün böyle bir dönüşümden sonra çalışacağından emin değildim. Deney yapacak zaman değildi.
Başımı nafile bir çabayla alevlerden koruyabilmek için pelerinimi yukarı çektim ve koştum. Acı veren ısı sertçe vuruyordu, bir demirci ocağından ya da en sıcak yazortası güneşinden bile daha kötüydü. Isı yüzünden eriyebilir ya da yağla kaplı bir meşale misali alev alabilirdim, acı içinde kıvranıp…
Sızlanmayı bırak ve koş!
Alevler canlı bir varlıkmışçasına kükrüyordu. Gerçekten de canlı bir varlıktı, yoluna çıkan tüm yaşamı tüketiyor ve arkasında ölüm bırakıyordu. Öfkeyle kükreyen alevlerin sesi beni yere yıkmakla ve bu topraklar üzerinde hak iddia etmekle tehdit ediyordu.
Geçtim. Sonunda geçtim.
Alevden duvar arkamda kalmıştı ama ısı hâlâ benimleydi. Yanmış topraktan yükselip vücudumun etrafında dolaşarak beni hâlâ kızartmaya çalışıyordu. Yüzüğün faydası oldu ama büyüsünün sınırlarını zorlamıştım. Ellerim ve yüzüm kızarmıştı ve acıyordu ama çok kötü durumda değildim. Göz ardı edilebilirdi; yürümeye devam ettim.
En büyük tehlikeyi arkamdaki yangının teşkil ettiğini biliyordum ve alevden bariyerleri geçince göreceli olarak rahatlayacaktım, çünkü ot ve buğday çok hızlı yanan yakıtlardı. Saatlerce yanabilecek uzun ağaçlardan oluşan ormanlık bir arazide olsaydım, böyle bir şeye asla kalkışmazdım.
Yanmış ve ölüm kokan bir dünyaya doğru yürürken, aciz manzarayı izledim, hâlâ yanmakta olan ya da yangından kaçmayı başarmış beklenmedik birkaç yeşil alan dışında her yer simsiyahtı. Önümde, duman yüzünden kısmen gizlenmiş bir çiftçi köyü vardı, daha doğrusu köyün cesedi.
Yangından önce de büyük bir köy sayılmazdı ve şimdi o da yoktu, yolun iki tarafına dizilmiş birkaç harap evden ibaretti. Sazdan yapılma damlar yok olmuştu ama ahşap duvarlar ve kirişler hâlâ yanıyordu. Ama benim dikkatim çok daha merak uyandırıcı bir noktaya çekilmişti. Harabelerin arasına yol boyunca dağılmış çiftçi cesetleri. Genç ve yaşlılar; bazıları o kadar kötü yanmıştı ki cinsiyetlerini çıkartamıyordum ama alevler geri kalana neredeyse hiç dokunmamıştı. Bu da bana yangının doğal bir sebepten çıkmadığını gösteriyordu. Çünkü şüpheye yer vermeyecek şekilde kılıçla ya da okla öldürülmüşlerdi.
Katledilmişlerdi, cinayet kurban gitmişlerdi.
Kanlarının kokusu sıcak havada asılı kalmıştı. Uykusu daima hafif olan açlığım, huysuz bir şekilde uyanmıştı.
Ama dikkatimi buna verecek vaktim yoktu. Oyalandığım her dakika yangın birkaç metre daha ilerliyordu. Enine de yayıldığını düşünürseniz…
Köy kuyusundan arta kalanları gösteren, harçla sıvanmış taşlardan oluşan bir yapıya koştum. Alçak çatısı yanmıştı; çatıyı destekleyen dört kiriş üstünden dumanlar tüten birer yığından ibaretti, içeriye girebilmek için enkazı tekmelemek zorunda kaldım.
Kova ve ip kayıptı ama bu kadarını bekliyordum. Taşların kenarında durdum ve ayaklarımı aşağı sallandırdım, yavaşça kuyunun içine indim. Taş yüzey sıcaktı ama rahatsız edici derecede değildi ve ben aşağı indikçe soğuyordu; ellerim dengemi korumamda yardımcı oluyordu. Aşağı indim, ta ki botlarım enkazla kaplı suya değene kadar. Pelerinimin alt kısmını ıslatabilmek için iyice eğildim ama tekrar tırmanmaya başladığımda bir şey pelerinimi yakalayıp güçlü bir şekilde çekti.
Pelerinimin ucunun bir şeye takıldığını düşünüp kurtarmak için salladım ve şaşkınlıktan neredeyse taş yüzeyi bırakıyordum. Pelerinime, on yaşından büyük olmayan cılız bir çocuğun iki küçük eli tutunmuştu.
İki saniyelik şaşkınlığımı atlatınca hiç düşünmeden uzandım ve dal kadar ince kollardan birini yakalayıp yukarı çektim. Kimsesiz çocuk kollarını ve bacaklarını hemen vücuduma doladı. Fazladan ağırlık göz ardı edilebilir miktardaydı; bir örümcek kadar hızlı bir şekilde kuyuyu tırmandım.
Kuyudan çıkınca kısmen boğulmuş sıçanıma baktım. Bu bir kız çocuğuydu, tabii üstünden paçavralar halinde sarkan kumaş parçasına kız elbisesi diyebilirseniz. Kemik beyazı suratı, gözyaşlarının oluşturduğu çizgilerle kaplıydı ve şoktan ifadesizleşmişti. Küçük kızı belimden alıp yere koymam çok kolay olmadı. Köye doğru korku dolu bir bakış attı, sonra kuyunun kenarına yığılmış bir kadının cesedine baktı. Ardından bacaklarıma sarıldı ve ağlamaya başladı.
Yas tutmanın yeri ve zamanı vardı ama onunki acil işime ayak bağı oluyordu. Onu bir kol mesafesi geriye ittim ve sert bir şekilde gözlerine bakıp sessiz olmasını ve uykuya dalmasını emrettim. Ağlaması hıçkırıklı bir şekilde son buldu ve uyuyan bedenini çıplak zemine yatırdım.
Bu dikkat dağıtıcı öğeyi hallettikten sonra, cebimden tütsüyü çıkardım, bir parça odun buldum ve planladığım büyüyü yapmaya koyuldum.
Kolay bir iş değildi; başarılı olacağımdan bile emin değildim ama birkaç dakikalık çabamın ardından ilk güç dalgası bir savaş çılgınlığı misali içimden geçti. Pelerinimden bir miktar su sıkmak büyünün son aşamasıydı. Büyünün son sözlerini gökyüzüne haykırdım ve ellerimi başımın üzerinde birbirine çarptım. Saf güç ellerimden zıpladı ve koyu mor aurası bulutların arasında kaybolana kadar yükseldi.
Bir süre görünür bir etkisi olmadı, sonra gökyüzündeki gri kümelerin içinde bir hareket sezdim, sanki iri bir hayvan yavaşça uykusundan uyanıyordu. Bulutlar birbiri etrafında döndü ve kıvrıldı, sonra bir sis perdesi bir anda detayları gizledi.
Yukarı bakan suratıma yağmur çarptı.
Umduğumdan daha iyiydi. Böyle bir büyüyü yönlendirmek zordu; bazen dönüşüm büyülerinin sonuçları tıpkı doğal hava olayları gibi kestirilemez oluyordu. Ama bu sefer, alevlere çarptıkça tıslayan ve onları yavaş yavaş söndüren bir sağanak çağırmayı başarmıştım. Oldukça tatmin olmuştum.
Artık dikkatimi çocuğa verebildiğim için onu kısa sürede uyandırdım ve eskisinden daha nazik bir şekilde zihnine girip sorgulamaya başladım. Çok genç olduğu ve yetişkinlerin işlerine pek aşina olmadığı için zihninden anlaşılabilir cevaplar almak için sabrımı epey zorladım.
Çıkartabildiğim kadarıyla onun köyü, Barovia vadilerini mesken tutmuş diğer yüzlerce köy kadar önemsizdi. Herkes huzur içindeydi ta ki bir düzine kadar yabancı gelip gamsız bir şekilde köyü kendilerine ait kıldıklarını söyleyene kadar. Belediye başkanlığı görevini üstlenen yaşlı çiftçi onları sorgulamaya kalktığında kellesini uçurmuşlardı. Birkaç günlük yağma ve oyundan sonra yeni toprak sahipleri sıkılmış ve katliama başlamışlardı, sonunda da her şeyi ateşe vermişlerdi. Kızın kurtulmasının tek sebebi çaresiz annesinin onu son anda kuyunun belirsiz güvenliğine atmış olmasıydı.
Kadının cesedine baktım. Sırtında ve omzunda dehşet verici yaralar vardı. Kılıç yaraları.
Kızın zihninden bunları öğrendiğim sırada, at arabam uzaktan yaklaşıyordu. Yarattığım sağanak belli ki yangının uç noktasına kadar ulaşmıştı yoksa atlar yola devam etmezlerdi. Onları karşıladım ve onları doğuya, Vallaki kasabasına doğru döndürdüm. Arabanın arkası kutularla dolu olduğu için –bir tanesi bir adamın yatabileceği genişlikte tasarlanmıştı- kızı sürücü sırasına oturttum. Etrafında olan bitenlerin farkındaydı ama tepki gösteremiyordu. Acınası bir şekilde yağmurun altında oturup, sürücü sırasını sıkarak gözlerini bana dikmişti, bakışlarında ne beklenti ne de korku vardı.
En azından bu da bir şeydir. Pelerinimi ince bedenine sararken kanının cazibesine güçlü bir şekilde karşı koydum. Ağır yün pelerinim ıslaktı ama Vallaki’ye ulaşana kadar onu sıcak tutacaktı. Yapacak işlerim vardı ve pelerinin ağırlığından da kurtulmak istiyordum.
“Araba bir hanın önünde duracak,” dedim ona. “Oradaki insanlara Lord Vasili’nin, o dönene kadar seninle ve atlarla ilgilenmelerini emrettiğini söyle. Anladın mı?”
Başıyla onayladı. Talimatları hafif bir zihinsel komutla da yerleştirdikten sonra, kızın mesajı düzgün bir şekilde iletebileceğinden emin oldum. Onunla güzelce ilgileneceklerdi.
Atlar, yeni yükleriyle birlikte artık çamurlaşmış yolda ilerlemeye başladığında batıya döndüm, kollarım bir kez daha rüzgârlara binmek için genişçe açılmıştı, ardından köyün yanmış arazilerinin ötesindeki alanı taramaya başladım. Altı saat sonra, bir buğday tarlasında yağmur ve çamur yüzünden gizlenmiş ayak izlerini takip ederek kuzeydeki Baratok Dağı’nın eteklerinde kamp kurduklarını keşfettim. Görünüşlerine bakılırsa bunlar hayduttu, gerçi soylu ya da köle olsalardı bile fark etmezdi. Dağın kireçli yüzeyini delip çıkan bir mağaraya sığınmışlardı ve etraftaki atık yığınlarına bakılırsa köyü istila etmeden önce de bir süredir burada yaşıyorlardı. Küçük bedenim yakındaki bir ağacın ince bir dalından baş aşağı sallanıyordu. Nöbet tutan adamları dinlemeye başladım.
Konuşmaları bilgilendiriciydi, sadece cinayet işleyip köyü kundaklamakla kalmadıklarını, üstüne bulundukları yerden aşağıdaki muhteşem gösteriyi izlediklerini öğrendim. Yağmurun buna son vermesi çok üzücüydü; bazıları hâlâ şanssızlıkları yüzünden homurdanıyordu.
Onlar avcıydı ama dikkatsizlerdi. Bir avcı olarak avın verdiği keyfi ben de biliyordum ama getirdiği sorumluluğu da; avını gereksiz yere öldürmek kendi ölüm fermanını imzalaman demekti.
Özellikle de onların durumunda. Barovia benimdi; toprağı, halkı ve ben onlarla ilgili ne arzularsam onu yapardım. Mülkümü işgal eden tecavüzcülere müsamaha göstermeyecektim.
Strahd von Zarovich tebaasına sahip çıkardı.
Ağacı terk edip kısıtlı görüş menzillerinden uzağa uçtum ve tekrar bir insan oldum; gözlerim, kulaklarım ve tüm diğer hislerim etrafımda olan bitene dikkat kesilmişti. Dört yüz metre kadar uzaklıkta bir kurt sürüsü hissettim ve gelmeleri için sessiz bir zihinsel komut gönderdim. Takdir edilecek kadar kısa bir süre sonra iri, kaba tüylü bir sürü etrafımı çevirmişti. Şeytani bir şekilde sırıtıp hızlı nefesler alıp, sevgilerini göstermek için bana iyice sokuldular, heyecan içinde birbirlerini ısırdılar ve alçak hırlamalar ve inlemelerle beni selamladılar. Kendimi âna kaptırmıştım ama uzun süre değil. Alçak sesle verdiğim bir komut sözcüğüyle sessizce beni takip ettiler, ağaçların arasında hayalet gibi ilerliyorlardı.
Kamp ateşinin yaydığı ışığın menzilinin dışında durduk. Kurtlar gizlenip beklerken ben öne çıktım ve adamlardan birinin dikkatini çekmek için alçak bir ses çıkardım. Yeterince dikkatli olmayı akıl edecek kadar uzun süredir Barovia’da yaşıyorlardı, bu yüzden sesi araştırmak için yalnız gelmek yerine üç kişi gelmişlerdi. Fark etmez.
Kılıçları çekili ve birbirlerinin görüş mesafesinde kalarak, ağaçlık alana doğru yavaşça ilerlediler, kuru yapraklara basıp yerlerini düşmana belli etmemekle ilgili bir şeyler mırıldanıyorlardı. Yaşlı bir meşenin gölgesinde bekledim, ta ki gözüme kestirdiğim adam gölge sınırına girene kadar. Sonra uzandım ve hiç ses çıkarmadan ayaklarını yerden kestim. Tek elimle ellerini tutup diğeriyle yüzünü kapattım ve ödülümle birlikte tekrar gölgelere çekildim. Tekmeledi, çırpındı ve sonunda boğuk sesler çıkardı ama havasız kaldığı için sesi bastırılmıştı. Avucum hem ağzını hem de burnunu kapatmıştı. Dostları hiçbir şey duymadı.
O an, küçük kıza karşı açlığımı çok iyi dizginlediğimi fark ettim. Genç kanı, ellerimdeki bu ziyafet karşısında beni tatmin etmezdi zaten. Kendimden geçmiş bir halde sivri dişimle boğazını yardım ve kanından oluşan yaşam pınarını serbest bıraktım. Ve beslendim, bir ayyaşın koca bir maşrapa birayı tek dikişte bitirmesi gibi durmaksızın içtim. İşim bittiğinde adamın hareketsiz ve boş bedeninin ayaklarımın dibine düşmesine izin verdim, sonra dostlarını avlamak için üstüne basıp geçtim.
Hem cesaret kazanmış hem de korkmuşlardı. Arkadaşlarının olması gereken yerde olmadığını fark edince, önce fısıltılar halinde ona seslendiler, sonra endişeleri ve korkuları artınca daha yüksek sesle çağırdılar. Tekrar bir başkası gelene kadar bekledim ve onunla da tıpkı arkadaşıyla ilgilendiğim gibi ilgilendim, kaçmak için debelenmesine rağmen onu rahatça tuttum.
Son adam bir şeylerin gerçekten ters gittiğini fark ettiğinde kampa doğru kaçtı. En azından denedi. Kurtlar bunu bir saldırı sinyali olarak algıladı, adam iki adım dâhi atamadan tepesine binmişlerdi. Ben de ikinci adamın üstüne eğilip ilkinden de büyük bir zevkle kanıyla ziyafet çekerken, evcil hayvanlarım diğerini parçalara ayırıp kendi akşam yemeklerini yediler. Dehşet ve ızdırap dolu çığlıkları, topluluğumuza yakışır bir müzik gibiydi.
Prensip olarak kurtların insanlarla beslenmesini teşvik etmiyordum, yoksa geyik gibi kolay avlardan uzaklaşıyorlardı ama bu durumda bir istisna yapılabileceğine karar verdim, ne de olsa amacım kalan haydutların yüreklerine cehennem korkusu salmaktı.
Cehennem… İşte bu güzel bir fikirdi.
Kurtları yemekleriyle baş başa bırakıp, olayların gidişatını izlemek üzere kamp sınırına yaklaştım. Dokuz ya da daha fazla adam mağaradan çıkmışlardı, yoldaşlarının çığlıklarının geldiği ağaçlık alana korkuyla büyümüş gözlerle bakıyorlardı –her ne kadar çığlıklar kısa sürse de- Hepsi silahlanmıştı. Çoğunun kılıcı vardı ama birkaçı oklarını ve uzun yaylarını hazırlamıştı. Korkularına rağmen geçmişte bana hizmet eden askerler kadar tecrübeli gözüküyorlardı. Yine de aralarına hücum edip kendimi hiç tehlikeye atmadan icaplarına bakabilirdim.
Ama nedense bu yanlış geldi. Tuhaf bir mizah ele geçirdi beni; belki de taze kanın akması bana ilham vermişti; onları, işledikleri suça uygun bir şekilde cezalandırma niyetindeydim.
Kurtlar her ne kadar avlanma arzusuyla ulusalar da onları bu alışkanlıklarından vazgeçirip, çapulcuları eğlendirmek üzere tüyleri diken diken eden bir gürültü çıkarmaya zorladım. Sürü büyük olduğu için çıkan gürültü sadece kan dondurucu etki yaratmakla kalmadı, mağaraya çok yakın oldukları için kulaklarını da sağır etti.
Ama adamlar uzun süre donakalmadı ve neredeyse aynı anda mağaraya sığınmaya çalıştılar. Mağara ağzı geniş değildi; aynı anda dar geçitten geçmeye çalışmalarını izlemek neredeyse eğlendiriciydi. İçeri girdiklerinde iki tanesi gergin bir şekilde nöbet tutmaya başladı, bir yılanın durdurulamaz saldırısını bekleyen, yuvadaki korkmuş kuşlar misali dışarı bakıyorlardı.
İkisi de küçük kanatlı formumun terkedilmiş kampın üzerinden geçip, mağara girişinde, başlarının üstündeki kaba taşlara konduğunu fark etmedi. Kayadaki çıkıntıları yakalamak için küçük pençelerimi kullanarak yüzeye tutundum ve dinleyip gözlemledim.
Sığındıkları oda oldukça büyüktü ve daha derinlerde bir başka odanın varlığını hissettim. Tutuşumu gevşeterek bu alanlara ulaşmak için adamların üstünden uçtum, aşırı derecede hassas kulaklarımda yankılanan sesler bana yol gösteriyordu. İlk odayı geçip, hızlı bir şekilde ikinci odayı da dolanınca tozlu zemine indim ve tekrar kendim oldum.
Bu ikinci oda da ilki kadar büyüktü ve biraz sessiz –fazla sessiz- bir keşif yaptığımda bir yarığın, zeminin daha da derinlerine indiğini fark ettim. Bu ilgimi çekmişti çünkü günün birinde bana güvenli bir sığınak sağlayacak yerleri keşfetmek hoşuma gidiyordu. Bir ara –kısa süre sonra- bu yeri daha detaylıca incelemeliydim.
Burası ölü bir mağaraydı, en azından bu kısmı, çünkü damlayan suyun sesi ulaşmıyordu kulaklarıma ve tavanda çırpınan yarasalar yoktu. Yarasalar hem yavruları hem de kış uykusu için oldukça nemli ortamları tercih ederlerdi; hayal kırıklığı. Çünkü bu adamları daha da korkutmak için onları işe koşabilirdim. Yine de yarasaların geçmişte burayı mesken tuttuğunu görebiliyordum, yerde neredeyse yarım metrelik bir yarasa pisliği katmanı vardı. Çok güzel. Bunu kullanabilirdim.
Yerden bir miktar gübre aldım ve diğer elimle de ceplerimden birine istiflediğim sülfür paketini çıkardım. İki malzemeyi bir top haline getirdim; gerekli sözcükleri aceleyle fısıldayıp büyüyü çağırmam sadece kısa bir anımı aldı. Top önce soluk bir mavi renk aldı, zamanla ısınıp sırasıyla yeşil, sarı, kırmızı ve sonunda saf, parlak bir beyaz renge dönüştü. Renkler birbirleri içinde dönerken top altmış santim çapına ulaştı. Son bir kelimeyle bu oldukça ölümcül topu nazikçe yere yerleştirdim ve hiç vakit kaybetmeden tekrar yarasa formuma dönüştüm.
“O da ne?” diye bağırdı adamlardan biri. Beyaz ışık yüzünden bu ikinci odaya çekilmişti ve o ve diğerleri benim insandan hayvana dönüşmemi ağızları açık bir şekilde izleyip oldukları yere çakılmışlardı. Dönüşüm sürecinin, dışarıdaki gözlere çok hoş gözükmediğini zaman içinde öğrenmiştim ve şüphesiz şok olmalarının sebeplerinden biri de buydu. Bu gecikmeyi mutlulukla karşıladım, çünkü dönüşüm sırasında oldukça savunmasızdım ve bu işle meşgulken saldırıya uğramamayı tercih ediyordum.
Dönüşümü bitirdiğimde kılıçlarının menzilinin üstünden uçtum. Hareketim onları dönmeye zorladı. Bir tanesi bana kılıcını savuracak kadar şaşkınlığını yenmişti. Beni mağaranın derinlerine götürecek olan yarığa dalmak zorunda kaldığımda, kılıcın karnımın yakınından geçerken yarattığı rüzgârı hissetmiştim.
Heyecanlanan bazıları peşimden gelip, teşkil ettiğim doğa dışı tehlikeye meydan okumaya kararlı gözüküyordu. Geri çekilmeleri, hatta kurtlara rağmen mağarayı terk etmeleri gerekiyordu. Ama bir kısmı öfkeli bir şekilde beni takip etmekte ısrarcıyken diğerleri de yere bıraktığım görkemli ışık topunu incelemek üzere duraksamıştı.
Fazla sürmedi. Işık topu patlamadan önce yalnızca dönüşüp kaçabileceğim miktarda süre ayırmıştım kendime. Ve top, beklentilerimin çok üstünde bir güçle patladı. Odanın birbirine yakın olan duvarları yüzünden sıkışan patlama, olması gerektiğinden çok daha yıkıcıydı –ya da büyü yapmaktaki yeteneğim, şüphelendiğimden daha da güçlenmişti. Elbette mağara duvarlarını ve zeminini kaplayan ve oldukça yanıcı olan yarasa gübresinin de bunda etkisi vardı.
Uçabildiğim kadar hızlı uçtum, yarığın içine doğru yolunu bulan alev fırtınasından kaçmak için keskin bir şekilde yön değiştirdim. Yeterince hızlı değildim. Vahşi ateş rüzgârı bana ulaştı ve havada yakalayıp güçlü bir şekilde merhametsiz zemine fırlattı.
Hiç kımıldayamıyor gibiydim. Kükreyen alev dalgaları kırılgan bedenimin üstünde dönüyor ve beni yere mıhlıyordu. Ateşin, parşömen inceliğindeki kanat zarlarımı yiyip bitirdiğini hissettim ve çığlık attım, haykırışlarım diğer odadaki adamların sesine karışmıştı. Alevler hepimizi yalayıp yutarken kırık kanatlı bir hayvan gibi kıvrandım, kasıldım ve hırladım. Ama durum benim için ne kadar kötüyse, onlar için çok, çok daha kötüydü.
Son dalga da geçti ama hiç kıpırdamadım, acı yüzünden nefes nefese kalmıştım. Neredeyse sağır olsam da uzaktaki alevlerin kükreyişini ve insanların attığı son çığlıkları duyuyordum. Bu dikkatsiz kasapların hiçbirine acımadım. Benim olanı yağmalamışlardı ve bunun bedelini ödüyorlardı.
Lanet olsun, neredeyse ben de aynı bedeli ödüyordum. Her ne kadar ölümlerinden neşe bulsam da o karanlık varlığın yakınlığını ben de hissetmiştim. Bir sevgili gibi bana sokuldu, okşadı, zihnime ve kalbime akıp kucaklayışını kabul etmemi istedi.
Hayır, bu sefer olmaz. Bu sefer…
Mide bulandırıcı bir bükülmeyle, katı bir forma tutunma çabam elimden alındı. Panik içinde geçirdiğim bir süre zarfında ölmüş olmaktan korktum… Gerçek anlamda ölmüş olmaktan; çünkü biçimsiz bir şekilde, özgür bir bulut gibi havada süzülüyordum.
Ya da sis gibi.
Birbirine karışan düşüncelerimi toparladım ve neler olduğunu fark ettim; bilincimin isteği dışında bir anda form değiştirmiştim. Böyle keskin bir dönüşümü gerçekleştirdiğime göre gerçekten de ciddi bir şekilde yaralanmış olmalıydım. Yanmış zeminin üstünde süzülürken, kendimi toparlayacağım daha soğuk, daha misafirperver bir yer aradım. Mağaranın derinliklerinde güvenli gözüken bir nokta buldum ve tekrar kendime dönüşmeye başladım. Kıyafetlerimin eski halinden eser kalmamış olsa da bedenim tek parçaydı ve iyileşmişti. Ama hâlâ oldukça sarsılmış durumdaydım ve düşmemek için bir kaya yığınına oturmak zorunda kaldım. Görünüşe göre dinlenmeye ihtiyacım vardı.
İçimdeki mekanik saat bana şafağın sökmesine bir saat kaldığını söyledi. Acele edersem batı rüzgârlarının da desteğiyle Vallaki’ye ve yolculuk kutuma zamanında ulaşabilirdim.
Ah, harcadığım çabaya değmezdi. Yarın akşam da iş görürdü. Sonra geri dönüp atlarımı ve arabamı teslim alıp küçük kızla nasıl ilgilendiklerine bakacaktım. Sonra şeytan geçidini aşıp –Ghakis Dağı’nın bu yakasındakiler Svalich Yolu’na bu ismi takmıştı- kadim Barovia Kapıları’ndan geçip Ravenloft Kalesi’nin huzurlu sığınağına ulaşabilecektim.
Bu rahatlatıcı planlarla sakinleşirken, yanan etin ve kızarmış yağın ağır kokusunun mağara havasına karıştığını fark ettim. Haydutların hepsi ölmüştü, bundan emindim. Ateşten olmasa da kurtlar tarafından.
İşim sonlanmıştı. Ama ne pahasına? Bu küçük şaka yüzünden kendimi öldürebilirdim.
Dikkatsizsin Strahd, dikkatsiz, diye düşündüm, soğuk bir hüsranla. Haşerelerle birlikte kendini de imha etmen yanlış bir hareketti, biliyorsun.
Ama en azından topraklarımı ve halkımı daha fazla rahatsız edemeyeceklerdi.
Ne de olsa, Strahd von Zarovich tebaasını korurdu.
Yazan: P.N. Elrod
Çeviren: Sencer Coşkun
Editör: Kayra Keri Küpçü
Kitap: Tales From Ravenloft