AYBABTUEjderha Mızrağı

Ejderha Mızrağı Hikayeleri – Goblinin Dileği

Birazdan okuyacağınız öykü, The Reing of Istar kitabından alınmış kısa öykülerden biri. Bu kitaptaki tüm kısa öyküler meşhur Ejderha Mızrağı yazarları tarafından kaleme alındı ve hepsi Afet öncesinde Istar’ın ve Kralrahip’in dünyayı ne hale getirdiğini ve Ansalon’un halklarını ve inançlarını nasıl etkilediğini anlatıyor.

Kralrahip’in kibri yüzünden tanrıların Krynn üzerine yanan bir dağ atıp Afet’e sebep olduğunu, büyük bir nüfusun heba olduğunu ve tüm dünyanın coğrafyasının değiştiğini biliyorsunuz. Peki Afet öncesinde  Kralrahip’in tiranlığının insanlar dışındaki diğer ırkları nasıl etkilediğini, onları nasıl kaçak ve zor bir hayat yaşamaya zorladığını, büyücülerin ise derilerinin canlı canlı yüzülüp kazıklarda diri diri yakıldığını biliyor muydunuz?

Okuyacağınız öykü pek çok D&D evreninde roman kaleme almış ve aynı zamanda D&D’nin en ünlü oyun tasarımcılarından biri olan Roger E. Moore‘a ait. Kitaptaki en sevdiğim öykülerden biri olduğu için çevireceğim ilk kısa öykünün de bu olması gerektiğini düşündüm, sizlerin de seveceğine inanıyorum. İyi okumalar!

“Paladine! Etrafımı çevreleyen kötülüğü görüyorsun! Krynn’e musibet olan felaketlere şahit oldun… Artık bu Denge doktrininin işe yaramadığını görüyor olmalısın!”

“Kötülüğü bu dünyadan arındırabilirim! Ogre ırkını yok edebilirim! Başı boş insanları hizaya getirebilirim! Senin yaratımın olmayan cüceler, kenderler ve gnomlar için çok uzak diyarlarda yeni evler bulabilirim…”

“Bana bunları yapacak gücü vermeni talep ediyorum! Bu toprakları karartan kötülüğün gölgesini def edecek gücü vermeni talep ediyorum!”

İşte böyle dua etti Kralrahip, Afet gününün arifesinde.

İyi bir adamdı ama müsamahasız ve gururluydu. Kendi yolunun doğru yol olduğuna, tek yol olduğuna inanıyordu ve diğer herkesin -buna tanrılar da dahil- bu düşüncesini takip etmesini istiyordu. Onunla anlaşmazlığa düşenler doğası gereği “kötü” ilan ediliyordu ve yasaya göre ya “dine döndürülmeleri” gerekiyordu ya da yok edilmeleri.

GOBLİNİN DİLEĞİ

İnsan, geniş başlı bir mızrak taşıyordu; mızrak başının hemen arkasına kavrama parçası eklenmişti. Kavrama parçası mızrakla deşilmiş bir yaban domuzunun mızrağı aşıp avcıyı yaralamasını engelliyordu ama insan, mızrağıyla bir kenderi boylu boyunca deşerken kavrama parçasına ihtiyaç duyacağını sanmıyordu. Mızrak görevini yaparsa, kenderin ne yapacağının bir önemi kalmayacaktı.

Küçük adam sadece yüz adım kadar önündeydi ve kovalamaca sonlanmak üzereydi. Bu insan, neredeyse hayatı boyunca avlanmıştı. Eğer güzel, sağlam zeminli ve aşağı eğimli bir tepeye ulaşırsa, küçük kâfiri şişe geçirip saç derisini toplayabilecekti. Aldhaven’da kenderlerin kafa derisine beş altın ödül veriyorlardı. Bu da bir aylık bira parasına bedeldi. Hoşça kal kender…

Ama kender hızlıydı, adam hakkını vermeliydi. Küçük adam panik içinde dikenlerin arasından koşarken, dereleri aşarken ve kayaların üstünden atlarken kirli kahverengi saçları hızla sağa sola savruluyordu ve çıplak ayakları hızlı ve sağlamdı, hatta çamur kaplı eğimlerde bile temposu düşmüyordu.

Kender bir tepenin kenarında gözden kaybolmadan önce neredeyse toprak üstüne çıkmış bir ağaç köküne takılıp düşüyordu. İnsan hızını arttırdı, vaktinin geldiğini hissediyordu. Daha önce bir kender öldürmemişti, gerçi bir seferinde bir ambarın arkasında yaşlı ve sarhoş bir goblini bıçaklamıştı ve iki yaz kadar önce de kaybolmuş bir elf oğlanını sopasıyla öyle bir dövmüştü ki öz annesi bile tanıyamamıştı. Avcı o kafa derisinden sadece iki altın kazanmıştı ki bunun için hâlâ öfkeliydi. Bu sefer onu kimse kandıramazdı, aksi takdirde Aldhaven’da kafa derisi için altın ödeyen rahip, dürüst adamlara verdiği sözü tutmadığı için ufak bir ders alacaktı.

Avcı tepeyi döndü, kolları mızrağı fırlatma ya da saplama arzusuyla gerilmişti ve işte kender oradaydı, aşağıda. Şanssız küçük adam üstü ölü yapraklarla kapanmış, kurumuş bir dere yatağındaki bir kütüğün üstüne düşmüştü ve ayağa kalkmaya çalışıyordu ancak acıyla bağırıyordu; muhtemelen bacağını incitmişti. Daha fazla canın yanmayacak, diye düşündü adam ve mızrağını narin kenderin göğüs kafesine saplamak üzere kaldırdı. O kadar yakındı ki kenderin büyük kahverengi gözlerini görebiliyordu. Kender saldırıdan korunmak için ellerini kaldırdı ama küçük avuçları mızrağı durduramazdı.

Kırmızı-siyah renkli bir örümceğe benzeyen bir figür, çalılıkların içinden alçak dere yatağına, avcının sağına doğru atladı. Kızıl avucunda taşıdığı çelikten yapılma palası gözün göremeyeceği bir hızla aşağı doğru savruldu. Kılıcın, pantolonu, deriyi, kası geçip sert kemiği kestiği sağ kalçasından bir acı dalgası yayıldı avcının vücuduna. Izdırapla kör olan avcı yere düştü. Mızrağı ellerinden kayıp gitti ve çamura saplanıp arkasına düştü. Sonrasında tek yapabildiği çığlık atmaktı.

Kafa derisi avcısı çığlık atarken birazcık düşünebildi çünkü burada ölmek istemiyordu. Ayağa kalkıp kaçmaya çalıştı ama sağ bacağında hiç his kalmamıştı. Dehşetle aşağı baktı ve kalçasının beyaz kemiğe kadar yarıldığını gördü. Sallanan derisini kapatıp kanamayı durdurmaya çalıştı ama elleri ve kolları kandan kayganlaşmıştı. Havada keskin demir kokusu vardı. Arkasındaki yolda bir hareketlenme fark etti. Avcı, acıyla kısılmış gözleriyle baktı ve goblini orada, tek elinde üzerinden kanlar damlayan palasıyla rahatça yürürken gördü.

Avcı onun bir goblin olduğunu biliyordu çünkü daha önce öldürdüğü yaşlı sarhoşa benziyordu ama bu goblin iriydi, gençti ve hiç de sarhoş durmuyordu. İnce bir halat kemerle bağladığı yırtık pırtık siyah bir tünik giyiyordu. Kıvrımlı kasları kirli, kızıl derisinin altında hareket ediyordu. Goblinin kara gözleri rahatladı ve gülüyor gibi gözüktü, gerçi yuvarlak suratı bir taş kadar soğuktu. Goblin, artık çığlık atmayan kenderi izledi, sonra yere eğilip boştaki eliyle domuz mızrağını aldı ve ucunu inceledi. Palasını bir kenara attı.

“Lütfen beni öldürme!” diye çığlık attı insan, ticaret dilinde. “Tanrılar aşkına, lütfen beni öldürme! Kenderin peşindeydim! Lütfen, beni bir şifacıya götür! Sana istediğin her şeyi, her şeyi veririm ama lütfen beni öldürme!”

Goblin küçümser bir kahkaha attı ve avcıya baktı. “Rahip bul? Kapısını çalınca rahip ne yapar bana, ha? Belki der rahip ‘Hey goblin, al gümüş sana. Uslu ol, eve git.’”

“Beni öldürme!” diye ağladı adam, gözyaşları yüzünden aşağı süzülüyordu. Bacağındaki acı dayanılmazdı ve kanaması hiç durmuyordu. “Lütfen, beni öldürme, lütfen!”

Goblin mızrağı kaldırdı, dengesini tarttı, sonra iki eliyle sıkıca kavradı, baş aşağı çevirdi ve avcının karnına sapladı. Ve avcının son çığlıkları ve spazmları geçip de başı ölü yapraklara düşene kadar ittirip döndürmeye devam etti. Avcının ağzı ve gözleri sonsuz, sessiz bir çığlıkla açık kalmıştı.

Goblin mızrağı çıkardı ve yere bıraktı. Palasını aldı ve avcının kirli gömleğinde temizledi. Sonra ayağa kalkıp tekrar kendere baktı. Kender kanalın içinde ayaktaydı ve ölü insana bakıyordu.

“Sıçanlar adına… Onu çok hızlı hakladın,” dedi kender.

Goblin başını kaldırdı, kenderle arasındaki mesafeyi hesapladı. İyi bir fırlatışla mızrağı ve güzel bir savurmayla da palası kendere ulaşabilirdi; ama kender herhangi bir eylemde bulunacak gibi durmuyordu ve görünürde hiç silahı yoktu. “Çok mu hızlı dedin?” diye sordu goblin, biraz meraklanmıştı.

“Evet,” dedi kender. “Üç adım daha atsaydı tuzağıma düşecekti.” Kender çıplak sol ayağını uzattı ve önündeki kalın yaprak örtüsünü dürttü. Bir dal kenara kaydı ve yerdeki uzun, karanlık yarığı açığa çıkardı. Goblin dikkatle bir adım atıp yaklaştı ve gerçekten de kuru kanalın ortasında bir çukur olduğunu gördü. Hem de ustaca açılmış bir çukur.

Goblin geri adım attı, kenderi bir miktar saygıyla izliyordu. Yıllardır kender görmemişti ve bu bölgedekilerin hepsinin öldüğünü sanıyordu. Palasını ölü insana doğrultarak goblin sordu “Kafa derisi ödülünü istiyor?”

“Sanırım” dedi kender, hâlâ insana bakıyordu. “Beni gördüğünde bir geyiğin derisini yüzmek üzereydim. Üstüme koşmaya başladı, ben de kaçtım.” Kender iç geçirdi ve avcıyı unutarak gobline baktı. “Aç mısın peki?”

Goblinin boş midesi, konu geyikten açılınca guruldamıştı. Elle tutulur bir yiyecek olmadan günlerce yaşayabilirdi ama zaten iki gündür açtı; ot ve yaprağın tadı ona artık cazip gelmiyordu. Doğu Dravinar’daki bir tefeci için muhbirlik ve paralı askerlik yapıyordu, ta ki Kralrahip’in adamları depolarına büyülü ışıkları ve kılıçlarıyla dalana kadar. Kanunsuzlar darağacını boylarken gün ışığını görebilen tek kişi goblin olmuştu. Çatıların üstünden atlayıp ülke dışına kaçarken, hırsızların ve diğer haydutların çığlıkları arkasında giderek azalmıştı. Çiftliklerden çaldığı yiyecekler onu bir süre idare etmişti ama yarım düzine hırsızlıktan sonra çiftçiler yağmacılara karşı önlemler almıştı.

“Aç mısın?” diye tekrar sordu kender, hâlâ bir cevap bekliyordu. “Demem o ki koca bir geyiğim var ve onu iki kişi yerse heba olmaz. Biraz ister misin?”

Goblin bunu biraz daha düşündü, numara yapıyor olmasından korktu ama midesi galip geldi. “Evet,” dedi basitçe, bu değişik duruma şaşırmıştı. Daha önce kimse ona aç olup olmadığını sormamıştı. Kimsenin de umurunda olmamıştı.

Sadece kenderin olası bir yanlış hareketinde palasının yanlış ucunda kalacağından emin olacaktı. Garanti olsun diye mızrağı da yanına aldı.

“Pekâlâ, öyleyse gidelim,” dedi kender, ormana girerken kendisine katılması için gobline el salladı. “Çukura dikkat et. Kazıkları hazırlamam koca bir haftamı aldı.”

“Bir ara geri dönüp insanı gömmemiz gerekiyor,” dedi kender büyük bir kahverengi yaprak yığınını tekmelerken. “Vahşi köpekler, kurtlar ve diğer şeyler yüzünden hani. Ve de koku. Burada yaşamıyorum o yüzden beni pek bağlamıyor ama ne de olsa sağda solda çukurlarım var ve insanlar hep bu civarda geziyor. Acaba o insanı özleyecek birileri var mı? Bizi kimse özlemiyor gibi gözüküyor, yani senin ve benim gibileri. İnsanlar birbirlerini gözetiyorlar. Bizim kimsemiz yok. Sadece insanlar geldiğinde hayatta kalmamız gerekiyor. Bu hep böyle olagelmiş, değil mi? Ailem eskiden böyle olmadığını söylerdi ama tecrübelerim öyle söylemiyor. İnsanların nazik olduğunu söylerlerdi. Ben hiç nazik insan görmedim. Belki de ailem bana masal anlatıyordu, değil mi? Bana hep kahramanlar, ejderhalar, hayaletler ve elfler hakkında hikâyeler anlatırlardı. Güzel hikâyeleri de vardı. Anlatacak hikâyelerin var mı? Eminim vardır, kılıcı tutuşundan belli. Çukurum hazır olsa bile seni gördüğüme sevinmiştim. İleride nelerle karşılaşacağımızı bilemezsin. Bir gün çukurlarımdan birinde bir kurt bulmuştum ve ona bakacağım diye az daha düşüyordum. Kurt neredeyse ölmüştü ve onun için üzüldüm, o yüzden onu öldürmek zorunda kaldım. İnsanlar dışında başka şeylerin de çukura düşebileceğini unuttum. Ben de düşmüş olsaydım şey olurdu… İ-ro-nik. Bu kelimeyi bana babam öğretti. Kelimelerle arası çok iyiydi. Senin adın ne?”

Goblin tereddüt etti. Kenderin gevezeliği rahatsız ediciden de öteydi ve giderek kötüleşiyordu ama arkadaşlık zırvasına devam etmek kenderin tetikte olmasını engelliyordu. Katlanılmaz derecede meraklı olmaları bir yana kenderlerin kolay güvenen bir yapıları vardı. “Bir ismim yok,” dedi sertçe.

“Dalga mı geçiyorsun? Hiç ismin yok mu? Daha önce böylesini duymamıştım. Ailen sana hiç seslenmedi mi?”

Goblin, ailesini hiç tanımamıştı, daha bir sabiyken köle olarak satılmıştı ve ergenlik yıllarında kaçmıştı. Tefeci için çalışan insan haydutlar tarafından pek çok farklı şekilde çağırılmıştı ama o isimlerin hiçbiri hatırlanmaya değer değildi.

“Eh,” dedi goblin sonunda “Nedenini bilmiyorum.”

“Ne kadar da garip,” dedi kender “Herkesin bir adı olduğunu düşünürdüm. Benimki…” Kender duraksadı sonra yürürken bakışlarını utançla yere indirdi. “Eh,” diye bitirdi hızlıca “önemli olan hayatta olmamız. Babam hep bunu söylerdi. Zeki biriydi.”

Geyik leşi, üstü yaprak yığınlarıyla kaplı bir yamaçtaydı. Kırık bir ok sapı geyiğin ön sol omzundaki boşluktan dışarı çıkıyordu; yakındaki bir ağaca dayanmış bir yay vardı. Geyiğin yarısı kesilip açılmıştı ve sinekler bağırsakların etrafına üşüşmüştü. Kender yaprakların içini bir süre aradı ve kemikten bir sapı olan uzun bıçaklı bir hançer çıkardı. Goblin gerildi ama kender sakince geyiğin yanına oturup yüzmeye devam etti.

Tüm bu süreç boyunca kender konuşmaya devam etti. Orman ve sırları hakkında yaptığı kolay anlaşılır ve hızlı konuşması goblin için önemsiz bir konudan fazlasıydı, yakın bir süre zarfında yabanda yaşamak zorunda kalacağından şüpheleniyordu. Belli ki kender burada uzun zamandır yaşıyordu ve pek çok şey öğrenmişti.

Aklının bir köşesinde goblin, günlerden birinde kenderi öldürmek zorunda kalabileceğini biliyordu; özellikle yiyeceklerinin paylaşılamayacak kadar azaldığı bir vakitte. O zamana kadar dinleyip öğrenecek ve kenderin aşırı duygusal dostluğunun bir insanınki gibi sahte çıkması ihtimaline karşı arkasını kollayacaktı.

Goblin arkasını kolladı ve kender konuştu da konuştu. Kender goblinin eşyalarını “ödünç aldı” ve goblin onları geri aldı. Üç hafta uçup geçti. Kış yağmurlarının gelmesine artık altı hafta kalmıştı…

* * *

Minotor, üstü kızıl yapraklarla kaplı soğuk bir su birikintisine düşmüştü, bilinci kapalı bir şekilde yatıyordu. Soluk alıp verişi kesintili ve ağırdı, yapraklar hiç durmadan etrafında uçuşuyor ve sinekler, sırtındaki ve omzundaki açık, iltihaplı yaraların üstünde ziyafet çekiyordu. El bileklerindeki kelepçelere bağlı olan, yedi metre uzunluğunda, her yeri çamurla kaplı demir bir zincir, yanındaki bir kütüğe takılmıştı ve zayıf minotor yere yıkılmadan önce zinciri kurtarmayı başaramamıştı.

Goblin, büyük kahverengi figüre yaklaşmakta olan kenderi kolundan yakaladı, “Lanet olası kaçık!” diye hırladı. “Ne yapıyor? Bir ısırdı mı kemiğimizi kemirir!” Domuz mızrağını kaslı, kırmızı derili eliyle kaldırdı. “Ben işini bitiriyor ve güzelce uyuyor.”

“Hayır!” Kender, goblinin kolunu tutup aşağı indirdi. Bir anlığına goblin direnmeye başladı, hatta neredeyse mızrağı döndürüp kenderin göğsüne saplayacaktı ama kendini tutu. Bunun yerine boştaki eliyle kenderi geri itti ve tökezlemesine sebep oldu.

Kender hemen ayağa kalktı, yüzü öfkeyle doluydu, “Hayır!” diye bağırdı. “Ona yardım etmek istiyorum! Onun yerinde sen olsaydın sana da yardım ederdim! Şu zincirlere bak. Bir insanın kölesiymiş. Onu kurtarmak istiyorum!”

“Onu kışın besleyecek kadar yiyecek yok!” diye karşı çıktı goblin. “Şimdi iyi yaşıyoruz, karınlar tok ama yağmur gelirse yiyecek gider! Soğuk yağmurda aç olduğunu, kötü avlandığını söylüyon! O da aç. Onu neyle besleyecek, he? Bacağını kemirmesini istersin?”

Hararetli tartışma birkaç dakika daha hafiflemeden devam etti. Sonunda goblin küfretti ve arkasını dönüp üç buçuk kilometre geride kenderle birlikte yaşadıkları mağaraya döndü. Lanet olası küçük piç! Ormanın ortasında bir şehir mi kurmak istiyordu? Ahmak, doğru dürüst düşünemiyordu. Minotor, bir manga şehir muhafızından daha tehlikeliydi. Bir keresinde zincirlenmiş bir minotorun, köle idarecisinin kolunu ısırarak kopardığını görmüştü, hem de bu suç için öleceğini bile bile. Minotor, insanlar onu sopalarıyla dövüp bayıltana kadar kahkahalarla kükremişti.

Goblin burnundan soludu ve mağaranın etrafında sert adımlarla yürüdü, ta ki havanın soğuduğunu fark edene kadar. Goblin, akşamları silahlarını bileyip rahatlarken kender de odun toplamaya giderdi. Her şey şu ana kadar güzeldi. Goblin, ateş yakmak için yay ve odunu nasıl kullanacağını biliyordu ama kenderin yakmak için onca odunu nereden bulduğunu bilmiyordu. Kendisi gittiğinde tek görebildiği yaş odunlar ve yapraklardı, yakacak odun bulamıyordu.

Avlanma ve yemek pişirme işlerinin çoğunu da kender yapıyordu.

Goblin sert adımlarına devam etti.

Belki de minotorla anlaşma yapılabilirdi. Minotorun minnettar kalıp dost bir müttefik olacağına dair hayaller beslemiyordu ama öyle bir canavar bile yaralarıyla ilgilenip kendisi için avlanacak iki aşağı varlığın kıymetini bilirdi. Ve öyle bir canavarın etraflarında olması kötü bir fikir olmayabilirdi, tabii kontrol edilebilirse. Minotorlar vahşi ve gaddardı ve korkunç derecede güçlülerdi, insanlardan daha kudretliydiler. İnsanlardan nefret ettikleri kadar başka hiçbir ırktan nefret etmiyorlardı ve insanlar içinde de en çok köle taciri “herkesten daha kutsal” İstarlılar’dan nefret ediyorlardı.

Goblin, bu planın işe yarayacağını düşündüğü için kendine küfretti. Kender, beynine hastalık gibi yayılıyordu. Kenderi ve minotoru da öldürüp onları çürümeye terk etmeliydi.

Ama avlanma ve yemek pişirme işlerinin neredeyse hepsini kender yapıyordu…

Goblin asık bir suratla silahlarını tekrar aldı ve mağarayı terk etti. Hayat adil değildi. Bundan nefret ediyordu.

Yorgun kender, minotorun yanında dizine kadar suyun içinde olduğu yerden yukarı baktı ve suratında bir sırıtış peydahlandı. “Yardım edeceğini biliyordum,” dedi rahatlayarak.

Kenderin daha önceden kurduğu bir hayvan tuzağından söktüğü bir parça şeytansaçıyla iki uzun sırığı birbirine bağlayıp akşam çökmeden derme çatma bir kızak yaptılar. Minotorla mağaraya dönüp onu yere indirdiklerinde vakit gece yarısını geçmişti. Büyük kahverengi canavar hiç kımıldamamıştı. Goblin sendeleyerek bir köşeye yıkıldı ve uyuya kaldı.

Uyandığında güneş çoktan doğmuştu. Soğuk, pişmiş geyik eti ateş çukurunun üstünde duruyordu; ateşin kendisi söneli çok olmuştu. Minotorun iltihap kapmış yaraları dikkatlice temizlenmişti ve çevredeki pek çok çiftliğin çamaşır iplerinden “bağışlanan” eski giysilerle sarılmıştı. Kender belli ki minotorun arkasından sürüklediği koca zinciri kesecek bir şey bulamamıştı. Zincir, gevşek bir şekilde minotorun yanına yığılmıştı.

Goblin yüzünü ovaladı ve ayağa kalktı. Kenderin yorgunluğa yenik düşüp uyuduğunu fark etti. Sırtı mağara duvarına dayalı bir şekilde duruyordu, kucağında giysi paçavraları, elinde ise kemikten bir iğne ve kas telleri vardı. Kaba saba bir battaniye örüyordu.

Sonra goblin, minotoru gördü, hâlâ karın üstü dümdüz yatıyordu ve onu izliyordu. Hayvanın soluk gözleri bir ineğinki kadar büyüktü, aynı koyu kahverengi renge sahipti. Canavarın alnı ve ağız kısmı uzun yara izleriyle kaplıydı. Geniş burun deliklerinden birisi eski bir yara yüzünden yarılmıştı. Uzun sarı dişleri kalın dudaklarına rağmen parlıyordu.

Goblin, hazırlıksız yakalanmamış gibi yapmaya çalışarak yaratığa başını salladı. Bir anda mağarada canlı bir minotora sahip olmak eskisi kadar iyi bir fikir gibi gelmedi ona. Goblin neredeyse canavarın devasa dişlerinin etini parçaladığını hissedebiliyordu. Minotor ayağa kalkmak için hamlede bulunmadı ve goblin de zorlama bir kayıtsızlık edasıyla günlük işleri yapmaya koyuldu. Minotor canlı bir öğünü kaçırıyorsa gerçekten çok güçsüz olmalıydı. Goblin kararını verdi.

İşleri biten goblin ateş çukuruna yürüdü ve palasıyla dikkatlice bir parça geyik eti kesti. Çok yavaşça minotorun yanına yürüdü, yara izleriyle kaplı geniş kafasının yanına diz çöktü. Yaratığın hayvani suratından herhangi bir duygu okunmuyordu.

Eğer bu işe yararsa yeni bir müttefike sahip olacaklardı. Dikkatli olmazlarsa ya da çok aç kalırsa minotorun eninde sonunda kenderi ve onu öldüreceğinden emindi. Ama goblin hayatı boyunca güçlü ve vahşi kişilerle çalışmıştı ve birlikten kuvvet doğacağını biliyordu. Minotorun da bunu bildiğini umdu. En azından minotor insan değildi. Zayıf bir teselliydi ama bugünlerde hiç yoktan iyiydi.

Goblin, et parçasını minotorun ağzına doğru tuttu, yiyeceği koklamasını sağladı. Sonra eti minotorun ağzına yaklaştırdı.

Büyük burun delikleri titredi ve hırıldadı. Minotor hafifçe kıpırdandı, sonra acıyla yüzünü ekşitti. Dudakları geri çekilince dişleri ortaya çıktı ve gözlerini kapattı ama hızlıca kendini rahatlamaya zorladı ve gözlerini tekrar açtı.

Dikkatli ve ölçülü bir hareketle gözlerini goblinin diğer elinde tuttuğu palaya dikti. Minotor ağzını açtı ve en büyük ayıyla bile aşık atacak büyüklükte dişlerini gözler önüne serdi. Nefesi tanımlanamayacak kadar korkunçtu. Çok yavaş bir şekilde eti aldı ve çiğnemeye başladı.

* * *

Dört hafta geçti. Minotor toparladı. Kender aşırı keyifliydi ve gevezeliğe devam ediyordu; goblin sırf onu susturmak için öldürme hayalleri kurana kadar da konuşmaya devam etti. Şimdi kenderle birlikte goblin de avlanıyordu; minotor sessizce mağarada oturuyordu. Minotor hiç konuşmamış olsa da goblin, bu iki aciz varlık ondan bir şey yapmasını isterse canavarın sert bir şekilde tepki vereceğinden korkuyordu. Artık eskisinden çok daha fazla çalışmaları gerekiyordu ve bu yüzden alçak sesle homurdanıp duruyordu. Ama aslında bu tatmindi. Minotoru mağaraya getirme fikrinin kendine ait olduğunu düşünmeye başladı. Yine bir patrona sahipti, isterse insanları kahvaltı niyetine yiyebilecek güçlü bir patron. Ekstra güç ve güvenlik için çektiği çileye değerdi, tabii minotor aç kalmadığı sürece.

Rüzgar soğuk esmeye başladı. Kender eski tuzaklarını topladı, yenilerini kurdu ve mağaraya daha fazla yiyecek ve erzak getirdi. Goblin, mağaranın girişine büyük dallar ve kayalarla bir rüzgarlık yapmayı başardı, aynı zamanda bu şekilde mağaranın kamuflaj seviyesini de arttırmış oldu. Minotor üç ya da dört günde bir, koca bir geyik tüketiyordu ve kasları çirkin kahvarengi postunun altında çelikten halkalar gibi şişmişti. Hâlâ hiç konuşmamıştı, gerçi kender hiç durmadan konuşuyordu. Yeni arkadaşlarının ihtiyaçlarıyla ilgilenirken yüzünde mesut bir ifade vardı.

Kender hâlâ goblinin eşyalarını “ödünç alıyordu” ama goblin artık umursamıyordu. Endişelenecek çok fazla şeyi vardı. Kış yağmurları neredeyse gelmişti.

* * *

Goblin avını izledi, hepsine bir hafta yetecek büyüklükte bir erkek geyikti ama geyik bir anda sıçrayarak yayın menzilinden çıktı ve kaçtı. Bir bağırış onu korkutmuştu. Kendi kendine küfrederek çalıların içinde öne doğru eğildi ve yaprakların hışırtısının arasından dinlemeye çalıştı.

Şimdi bir şey duymuyordu. Bir kuş muydu? Yay ve oku tutan kollarını gevşetti.

Hayır, bir kuş değil. Tekrar duyabiliyordu. Bir insan olabilirdi, bağırıyordu. Muhtemelen kenderin tuzaklarından birine düşmüştü. Belki kender de duymuştu ama etrafta gözükmüyordu. Sonunda anladı. Muhtemelen avlanması gerekirken kenderin dikkati yine dağılmıştı. Kenderin bu kadar uzun yaşamış olması şaşırtıcıydı.

İnsan yalnızsa, işini bitirip eşyalarına çökmek çok zor olmazdı. Hatta üstünde para bile olabilirdi. Goblin sonsuza kadar ormanda yaşamayı planlamıyordu. İlerisi için biraz para biriktirmekten zarar gelmezdi.

Goblin eğilerek kahverengi çalıların arasında ilerledi, ağaçtan ağaca kayıyordu. Soğuk rüzgar suratına çarpıp siyah paçavralarının arasından sızdı. Yayına bir ok takılıydı. İlkini ıskalarsa yalnızca üç oku daha vardı ki genelde ıskalıyordu. Kender kadar tecrübeli bir avcı değildi.

Kahkahalar kulağına çalındı, insan kahkahası. Goblin olduğu yerde dondu, dinledi ve daha yavaş bir şekilde ilerlemeye başladı. Kaya çıkıntılarının ve kalın çalıların arasında saklanarak alçak bir tepeyi tırmandı. Birisi farklı bir dilde bir şeyler söylüyordu. Bir elf diline benziyordu, muhtemelen Silvanesti lehçesi. Konuşan kişi geveliyordu, sözleri anlaşılmıyordu.

“Seni anlayamıyorum,” dedi bir insan sesi, goblinin Doğu Dravinar’daki günlerinden çok iyi hatırladığı bir dilde. “Istarca konuş çocuk.”

Birisi yine geveledi. Goblin neredeyse tepeyi tırmanmıştı. Etrafta nöbetçi gözükmüyordu. Dikkatlice yayını, oklarını ve palasını kontrol etti ve tepenin diğer ucundaki, aşağı eğimin başladığı noktada üstü kalın sarmaşıklar ve çalılarla kaplı yıkılmış bir ağaç kütüğüne doğru yerde sürünmeye başladı. Rüzgâr, her türlü sesi kesiyordu.

“Konuş benimle tanrıların belası!” Tepenin diğer ucundan, kalın bir elden çıkan tokat sesleri yankılandı.

Birkaç saniye sonra goblin yıkılmış ağaç kütüğüne ulaştı ve aşağı baktı.

Üç insan vardı, iki erkek, bir kadın. Hepsi Istarlı serbest kolcuların giydiği kahverengi ve gri derileri giymişti. Eskiden Istar’ın batı ormanlarının savunucusuyken şimdi basit birer paralı asker ve kelle avcısıydılar. Zayıf, sarışın bir adam, erkek bir elfle burun buruna gelmişti, elfin kolları bir ağaç gövdesinin arkasında birleştirilmişti, muhtemelen bağlıydı. Elfin başı şişmişti, yara ve bereleri güneşten solmuş uzun saçlarının arasından belli oluyordu. İki gözü de morarmış ve şişmişti. Elfin bu mevsimde giyilemeyecek kadar ince olan kaliteli kıyafetleri param parça olmuştu.

“Beni dinliyor musun sen?” diye bağırdı sarışın adam. Sağ eli elfin saçlarını kavradı ve esirin başını geriye çekip yukarı bakmasını sağladı. “O sivri kulakların bir şey duymuyor mu? Neden bizi takip ediyordun elf? Neyin peşindeydin?”

Elf, kalın, şişmiş dudaklarının arasından mırıldanmaya başladı. Dizleri kendini saldı, eğer ağaca bağlı olmasaydı yere yıkılacaktı.

Goblin alt dudağını kemirdi. Bir elf ve insan kolcular. Harika. Bir goblinin en meşum iki düşmanı. Şurada bir yerde bir cüce de varsa değmesinler keyfine! Ama görünüşe göre yakında bir elf eksilecekti ve goblinin bununla bir sorunu yoktu. Lanet kolcular muhtemelen kurbanlarını çoktan soymuşlardı. Bugünü daha kötü geçemezdi.

“Elf, bir kılıçtan bahsetti,” dedi oldukça iri, siyah saçlı bir adam. Sesinde tereddüt vardı. “Bizim yüzbaşı da elfin dün yakalandığı yerdeki kutuda bir uzun kılıç bulmamış mıydı?”

“Ben de kılıç dediğini sandım,” dedi yanlarındaki kadın. Goblinin bir insanda gördüğü en basit surata sahipti ama oldukça kaslıydı, tel tel olmuş kısa saçları saman rengiydi.

“Hey, elf!” diye bağırdı zayıf sarışın adam, ağzını elfin sol kulağına dayamıştı. Elfin suratı kasıldı ve başını çevirmeye çalıştı. “Hey, beni duyabiliyor musun? Üstünde mücevherler olan o süslü kılıcı istiyor muydun? İstediğin bu muydu?”

Bir cevap gelmeyince sarışın adam elfin karnına yumruğunu geçirdi. Elf kusup, nefes almak için öksürürken üç insan bekledi.

“Bu iş tüm günümüzü alacak” dedi kadın. “Birliğe geri dönmeliyiz. Şu kılıcı alıp Istar’daki rahiplere satmalı ve servetimizi almalıyız. Ya onu burada deşin ya da yanımızda götürelim.”

“Şşşt!” dedi sarışın adam. Elfe yaklaştı ve elfin dudakları kımıldarken onu dinledi. Goblin hiçbir ses duymadı.

“Demek kılıç yüzündendi, öyle mi?” dedi sarışın adam. Bir cevap beklemeden “Kılıç büyülü müydü çocuk? Büyülü güçleri mi var?”

Diğer iki insan bir anda dikleştiler, soru onları korkutmuştu. Elfi dikkatle izlediler.

Kısa bir duraksamanın ardından elf başıyla onayladı, yüzü gevşemişti. Bilincini neredeyse kaybetmek üzereydi.

“Lanet olsun!” dedi sarışın adam. Diğer iki insana baktı, yüzünü bir gülümseme ikiye ayırmıştı.

Rüzgârın içinde bir fısıltı duyuldu, hemen ardından da bir “tok” sesi geldi. Aynı anda siyah saçlı iri adam geriye doğru büküldü, elleri omuzlarının arasına saplanan soluk renkli oku pençelemeye çalıştı. Ok neredeyse tüylü başına kadar girmişti. Adam garip bir inleme sesi çıkardı sonra yüz üstü yere yıkıldı.

“Yüce Istar” diye lanet okudu kadın, gözleri korkuyla açılmıştı. Kılıcını çekti ve sarışın zayıf adamla birlikte farklı ağaçların arkasında siper almak için koştular. Yere çöktüler, ikisi de goblinin görüş alanındaydı. Yerdeki adam kımıldamadı. Elfin ise başı göğsüne düşmüş bir şekilde ağacın dibinde baygındı. Rüzgâr daha sert esmeye başladı.

Goblin yavaşça yan tarafına uzandı. Parmakları yayının kıvrımlı ahşabına dokundu.

Sarışın adam dayanamayıp otuz metre ötedeki kalın çalılıklara doğru koşmaya başladı. Kadın da peşinden davrandı ancak yanından geçen oku duymuş olacak ki kendini yere attı ve yakınındaki bir çift ağaç gövdesine ulaşana kadar yerde yuvarlandı. Bulunduğu yerden sarışın adamın yapraklar ve ölü eğreltiotları arasında attığı çığlıkları duyabiliyordu.

“Teslim oluyorum!” diye bağırdı sıradan yüze sahip kadın ticaret dilinde. “Sakın vurma! Fidyemi ödeyebilecek akrabalarım var!”

“Öyleyse dışarı çık!” diye seslendi kender –goblin sesin kendere ait olduğunu düşündü- “Kılıcını bırak!”

“Fidyem iyi para eder!” diye bağırdı kadın yine. Goblin kadının bembeyaz kesilmiş suratını görebiliyordu, tıpkı boğulmış bir adamın derisinden rengin çekildiği gibi. Her an zırlayacakmış gibi duruyordu. Sarışın adam artık çığlık atmak yerine kesik kesik ağlıyordu, beline derinden saplanmış oku çıkarmaya çalışıyordu.

“Sadece yavaşça dışarı çık,” dedi kender. “Çok ama çok yavaş bir şekilde.”

Kadın işe yaramaz kılıcını bir kenara attı ve ayağa kalktı. Ellerini başına koyarken bacakları titriyordu. “Beni vurma!” diye tekrar bağırdı, korkudan büyümüş gözlerle ve titreyen dudaklarıyla etrafına bakarak.

“Buradayım” dedi kender. Ayağa kalktı ve yayını aşağı indirdi ama yayına takılı oku çıkarmadı.

Kadın, kenderi görünce bakakaldı, belli ki hayatta kalma ihtimalini tekrar düşünüyordu. Goblin bunu yüzünden okuyabiliyordu. Eğer o küçük piçe yeterince yaklaşabilirsem onu doğrayabilirim, bu benim tek şansım, diye geçiriyordu aklından.

“Akrabalarım benim için büyük bir fidye ödeyebilir,” dedi kadın, sesi giderek güçleniyordu. “Çok fazla altın verirler, yemin ederim. Sadece beni incitme. Beni incitmeyeceğine söz ver.”

“Söz veriyorum,” dedi kender.

Göğsüne sert bir sesle saplanan uzun ok, kadını hazırlıksız yakaladı. Geriye doğru tökezledi, elleri hâlâ başındaydı. Geriye düşmeden önce gözleri korkunç derecede büyüdü. Hiç ses çıkartamadı.

Goblin yayını indirdi. Dört gündür ilk defa ilk atışta hedefini vurabilmişti. Kendere elini salladı ve aşağı inip korkudan nefesi kesilen sarışın adamın yanına gitti.

* * *

Goblin, minotoru mağaranın önünde buldu, bir geyiğin kalça kemiğini kemiriyordu. Kurumuş kanın ve dışkının dayanılmaz kokusu havaya yapışmıştı sanki. Aslında goblin de bu kokuya giderek alışıyordu.

“Eh,” diye ses çıkardı goblin, neredeyse özür dilercesine.

Minotorun kulakları bir anda dikildi ve goblinden tarafa baktı. Sarı dişleri bir parça geyik eti kopardı. Canavarın kelepçelerinden sallanan kalın zincir sallanıp şıngırdadı.

Goblin midesinden yükselen safrayı yuttu ama devam etti, hatta gülümsemeyi bile başardı. “Kender ve ben geyik avlar ama insanları öldürür. Üç tane vurduk. Lanet elf bulduk, çok yaralı, eve getiriyor. Elfler iyi değil, de’mi? Biliyom ama belki elf ormanı biliyor, iyi avlanır. Belki bize zorla öğrettiririz. Belki elfi şimdilik canlı tutarız, tamam?”

Goblin tereddüt etti, söylediklerinin minotorun beynine yerleşip yerleşmediğini merak ediyordu. Onu buldukları günden beri tek kelime konuşmamıştı. İnsanlar minotorların pek zeki olmadığını söylerdi ama bu bir avuç topraktan daha da aptaldı.

Minotor kemiği kemirmeye devam etti, solgun kahverengi gözleriyle goblini izliyordu. Goblin elfin hayatını garantilemek için elinden geleni yaptığını hissetti, en azından şu büyülü kılıç meselesi çözülene kadar.

Ondan sonra minotor, kender bakmıyorken Silvanesti etinin tadına bakabilirdi, goblinin umurunda değildi. Goblin minotora başını salladı ve kendere elfi mağaraya taşıması için yardım etmeye gitti. Elfi kenderin yatağına yerleştirdiler –üstü bir yığın paçavrayla kaplı sıkıştırılmış topraktan ibaretti.

Kender elfe yardım etmek için aşırı hevesliydi. Çok geçmeden elfin üstünü çıkarmış ve kendi battaniyeleriyle özenle üstünü örtmüştü. Goblin ise kolcuların cesetlerinden ve elfin üstünden aldığı yağma mallarını inceleyerek kendini meşgul etti. Kender, elfin yüzünü nazikçe yıkadı. Goblin dikkatli bir şekilde otuz altı Istar altın sikkesi, on Istar gümüş sikkesi ve iki yüzük saydı. Bugüne kadar sahip olduğu tüm paradan daha fazlasıydı, hatta Doğu Dravinar’daki en iyi zamanlarından bile daha zengindi. Parayı harcayamazdı ama kendini korkunç derecede iyi hissettirdi. Ses çıkarmasın diye sikkeleri bir kumaşa sarıp kesesine yerleştirdi ve keseyi de kıyafetinin iç kısmına sakladı, böylece eli hafif kender bile onu bulamayacaktı.

Elfin çantasını kaldırdı ve inceledi. Çantanın kaliteli ve güzel işlemeli dikişleri ilgisini çok kısa bir süre çekti, ardından iplerini çözdü ve içine baktı.

Burnunu çekti. Kitaplar ve kâğıtlar… Ve küçük bir kese dolusu altın, tam on iki sikke; sikkelerin bir yüzünde bir elf kralı, diğerinde de bir kuğu vardı. Kesinlikle Silvanesti sikkesi. Bunu bulamamışlarsa kolcular muhtemelen elfin eşyalarını aramamışlardı. Goblin altınları aldı. Çantanın içindeki diğer her şeyi ateş çukuruna boşaltmak üzereydi ki çantadaki en büyük kitap gözüne takıldı. Kitap beyaz olmasının dışında, üç yıl önce bir dağ deresinin kıyısında Kızıl Cüppeli bir büyücünün okuduğu kitapla birebir aynıydı. Elbette o gün büyücüden mümkün olduğunca uzak bir yoldan geçmişti. Büyücülere bulaşmak pek akıl kârı bir iş değildi.

Goblin kitabı bir süre inceledikten sonra yaralı elfe baktı. Kolcular kitabı bulsalardı elf çok uzun zaman önce ölmüş olurdu. Goblin bir an bunun en mantıklısı olup olmayacağını merak etti. Minotorlar sizi öldürmenin tek bir yolunu bilirdi ve bu konuda hızlı davranırlardı; bir büyücü ise bin tane yol bilirdi ve genellikle ağırdan alırdı. Istarlılar büyücüleri kazıkta yakıyorlardı ama bu tarz bir olaydan sonra o kasaba ya da şehrin de büyücüyle birlikte yanıp kül olduğu görülmemiş şey değildi. Ona el kaldırmaktansa bir büyücüden uzak durmak daha iyiydi.

Goblin alt dudağını çiğnedi.

Uzak durmak daha iyiydi ama bir büyücü müttefike sahip olmak çok daha iyiydi, kendisi bir elf bile olsa.

Bu süre boyunca kendi kendi mırıldanan kender, elfin yaralarını temizleyip sargılama işini bitirdi. Daldığı hayallerden bir anda çıkan goblin, kender bir derede yıkanmak üzere dışarı çıkana kadar ateşi yakmaya çalışıyormuş gibi gözüktü. Yalnız kalır kalmaz dikkatlice tüm Silvanesti sikkelerini yerine koydu ve elflerin tüm eşyalarının yerli yerinde olduğundan emin olunca çantayı tekrar sıkıca bağladı. Sonra çantayla birlikte elfin keseli kemerini alıp mağaranın arkasına, minotorla kenderin kolay kolay bulamayacağı bir yere sakladı. (Kender boş mağarayı zaten baştan aşağı keşfetmişti ve tekrar araştırması olası değildi.) Artık bekleyip düşünmekten başka bir işi kalmamıştı.

O gün akşamüstü elfin bilinci yerine geldi. Kender büyük bir neşeyle yanı başındaydı ve sonrasında elfin cevap vermeye gücünün yetmediği sorularla iki saat boyunca hiç durmadan onu bunalttı. Bu da elfe etrafını, goblini ve minotoru inceleme fırsatını verdi; minotoru görünce gözleri büyüdü ve kımıldayamayacak kadar korkmuş gözüktü. Goblin arkaplanda kalmaya devam etti ve genellikle kenderin yaptığı basit gündelik işleri yaparak hiç konuşmadı. Minotor elfi gördüğünde duyulamayacak kadar hafif bir sesle homurdandı, sonra dışarı çıkıp daha yeni tuzaklardan birine yakalanıp öldürülen yaban domuzuyla ziyafet çekmeye başladı, sadece dişlerini kullanarak gürültülü bir şekilde etini parçalıyordu.

Kender yakındaki bir dereden su almaya gittiğinde goblin yavaş yavaş yürüdü ve kendisine oturması için aceleyle yer açan elfin yanına oturdu. Goblin fark etmemiş gibi yaptı.

“İyi hissediyor?” diye sordu goblin ticaret dilinde. Sadece birkaç Silvanesti kelimesi biliyordu ve goblin dilini de öğrenmeye hiç fırsatı olmamıştı –zaten bir elfin bunu takdir edeceği yoktu. “İnsanlar hiç yere surat dağıtmaz, eh?”

Elf, söyleyecek hiçbir şey düşünemiyormuş gibi gözüküyordu. Gözleri, yüzünün neredeyse tamamını kaplayan koyu morlukların üstünde yuva yapan iki kan kırımızısı küre gibiydi.

“Ama endişe yok, tamam?” dedi goblin yan yan bakarak. “Karşılaştığın insanlar hastalandılar. Çok hastalandılar. Bir şey yapamadı biz. Belki onları sonra gömer biz. Ormanda belki daha çok insan, aranıyor ama sen burada güvende.” Goblin eliyle uzandı ve nasırlı parmağıyla elfi nazikçe dürttü. “Eh, sen Silvanesti?”

Elf dudaklarını sımsıkı bastırarak gobline bakmaya devam etti.

“Evet? Hayır? Fark etmez,” dedi goblin, tırnaklarının içinde pislik kalmış mı diye aşağı bakarken. “Goblinler elfleri sevmez diye düşünüyor sen. Belki bana kötü davranır.” Goblin bilmiş bir gülümsemeyle elfin gözlerine baktı. “Belki goblin yaşamanı istiyor. Belki hepimiz bize yardım eder. Sen cüppe giyiyor?”

Elf dudaklarını yaladı, içinde yaşadığı bir argümanı aşmaya çalışıyor gibiydi. “Evet,” diye fısıldadı. Korktuğu her halinden belliydi ama goblin, bu korkusunu yenmeye çalıştığını görebiliyordu. Gururu yüzünden olduğu şüphe götürmezdi. Belki de kibirli bir dürüstlüktü. “Ben beya…” Elf acı içinde öksürdü ve yutkundu, sonra daha zayıf bir ses tonuyla devam etti. “Beyaz Cüppeler’e mensubum.”

“Hmm.” Goblin suratını ekşitti, tekrar tırnaklarına baktı. Anlamıştı. “İyi büyünün pek faydası olmadı, eh? İnsanlar seni yakaladığında bir şey arıyordu belki sen?”

Elf cevap vermeye başladı ama sonra durdu. Büyümüş gözleri gobline kitlendi.

Yakaladım seni, diye düşündü goblin. “Seni döven insanlar kısa süre önce bir elften büyülü kılıç almışlar. Belki insanlar kılıcı Istar’a götürüp Kralrahip’e verir. Kralrahip kılıca ne yapar? Belki küçük elfleri, goblin kelleleri keser?

Elfin yüzü kasıldı. Ayağa kalkamaya çalıştı, başaramadı. “Hayır” diye fısıldadı, çaresizlik içinde yerine çökerken. “Onu aldılar mı? Aldıklarına emin misin?

Eh” dedi goblin, ilgisiz gibi görünmeye çalışarak. “Mücevherli kılıcı aldıklarını söylediler. Güzel kılıç. İnsanlar artık yok.”

Elfin gözleri kapandı. “Kuzenim…” diye fısıldadı. Birkaç derin nefes aldı sonra devam etti. “Kuzenimi yakalamış olmalılar. Atımın bacağı kırıldığında ondan bir iz arıyordum. Sonra insanlar buldu beni. Onları neden takip ettiğimi sordular ama etmiyordum. Sadece kuzenimi ve kılıcı istiyordum.” Tekrar doğruldu, gobline bakıyordu. “Kuzenim hakkında bir şey söylediler mi?”

Goblin omuz silkti ve başını salladı. Neler olduğunu biliyordu. Elfin de bildiğini biliyordu.

Elf inledi ve tekrar kalkmaya çalıştı ama çok zayıftı ve geri düştü. Alnında damla damla terler birikmişti. Soluğu zorlaştı ama bilincini kaybedip uykuya daldığında düzene girdi.

Birkaç dakika boyunca, goblin sessizce elfin yanında oturdu. Kılıcın büyülü olduğuna dair içgüdüleri doğru söylemişti. Bir elf, hele ki büyücü bir elf basit bir silahla vakit kaybetmezdi. Ama kılıç ne yapabiliyordu? Büyülü silahlar her şeyi yapabilirlerdi, goblin öyle duymuştu. Bazıları yıldırım fırlatıyor, diğerleri meşale gibi yanıyor, ötekiler ise taşı kâğıt gibi kesebiliyordu. Goblin daha önce kendine ait bir büyülü kılıca sahip olacağının hayalini bile kurmamıştı. Ama şu an kesinlikle kuruyordu.

“O nasıl?” diye sordu kender, elinde dolu bir kovayla gelirken. “Hâlâ hayatta mı? Bir şey söyledi mi?”

Goblin burnunu çekti ve ayağa kalkıp ellerini çırptı. “Hâlâ hayatta. Çok konuşmadı, uykuya ihtiyacı var. Belki düzelir yakında.” Uyuyan elfe baktı. “Kötü elf değil. Belki biz anlaşır, eh? Her şeyin vardır ilki.”

* * *

“Kaçmakta yok fayda,” diye gözlem yaptı goblin ertesi sabah. Mağaradan çıkınca elfin mağara girişinde ayakta dikildiğini gördü. Soğuk bir rüzgâr dalların arasında inledi. Hava her zamanki gibi kapalıydı.

Elf döndü ve neredeyse düşüyordu ama arkasındaki kaya yüzeyine tutunarak destek aldı. Kenderin verdiği çalıntı bir kıyafeti giyiyordu. Kıyafet eskiydi, vücuduna oturmamıştı ve yamalıydı ama hiç yoktan iyiydi.

“Kaçmayacaktım,” dedi elf hafifçe. Suratında hafif bir endişe ifadesiyle, az ötedeki çıplak ağaç gövdelerinin arasında dolaşmakta olan minotora baktı. Canavar zincirini beline dolamış ve bir kemer gibi bağlamıştı, bu şekilde kollarına ve ellerine bir miktar hareket özgürlüğü veriyordu. Canavar yürürken birbirine çarpan zincir halkaları şıngırdıyordu.

Goblin başıyla onayladı. “Kalman iyi. At yoksa şansın yok.” Ormana doğru elini salladı. “Güzel yeni ev, eh? Sen sevdi? Bizimle uzun kalır belki?”

Elf uzaklara baktı, ellerini bir sıkıyor bir gevşetiyordu. Soluk alıp verişi kısa ve kesik kesikti.

Tükendin ve acı içindesin ama kaçmak istiyorsun, diye düşündü goblin. Kaçmak ve o kılıcı geri almak istiyorsun. O kadar barizdi ki neredeyse gülecekti.

“Ben…” diye başladı elf. Ellerini birleştirdi, ne yaptığının farkında değildi. Yetişkin bir adamın kolu kalınlığındaki dalları kopartıp uzağa atan minotoru izliyordu. Kender sonradan bu dalları ateş yakmak için kullanabilecekti.

“Neden burada olduğun hikâyeyi anlat bana,” dedi goblin, bir kayanın üstüne otururken. Palası ya da mızrağı olmamasına rağmen rahattı. Onlara ihtiyacı olmayacağını biliyordu.

Elf sessizdi. Sıkılı ellerine baktı.

“Hikâye yok, eh?” dedi goblin sahte bir hayal kırıklığıyla. “Belki büyülü kılıçla ilgili güzel hikâye anlatır sen. Artık yok önemi. Kılıç gitti. İnsanlar aldı. Kılıcı anlat. Güne başlamak için hikâye güzeldir.”

Elf ellerini gevşetti. “Sadece bir kılıçtı,” dedi başını yukarı kaldırmadan.

Goblin acımasızca sırıttı. “Sadece kılıç, eh?” dedi. “Kirli kılıç, işe yaramaz? Beyaz cüppe giydiğine emin sen?”

Damarına basılan elf kıpkırmızı oldu ama yine de başını kaldırmadı. “Bir dostum için hediyeydi,” dedi. “Benim için de manevi değeri büyüktü.”

“Hmm,” dedi goblin, bir dakikalık sessizliğin ardından. “Pek hikâye yok, eh. Seni bulduk, insanları vurduk, hayat kurtardık, seni düzelttik ama sende hikâye yok. Eh! Büyücüler hep aynı.” Eliyle, evrenin minnettarsızlığına uygunsuz bir hareket çekti. “Beyaz kitabını bile kurtardı biz. İstediğin kadar çok büyü fırlat. Her gün iyi büyücüyü oyna. Yine de kılıç yok. Yine de hikâye yok. Eh!”

Elf gözlerini kırpıştırdı ve doğrudan gobline baktı. “Büyü kitabım mı?” diye sordu şok içinde. “Büyü kitabım sizde mi? Nerede?”

“Mağarada,” dedi goblin basitçe. “Senin çok güvende. Eh, bazı goblinler aptal değil. Birlikte çalışırsak belki yaşarız. Birbirimizle savaşırsak hepimiz ölür. Kış geliyor, biliyon sen. Yakında yağmur başlar. Belki sen büyülerini kullanır, bahara kadar yaşar biz. Sen kal, güçlen. Burada insanlardan güvende. Sen git, umurumda olmaz bizim. Ama insanlar belki bir dahaki sefer bu kadar olmaz nazik.”

Riskliydi, goblin biliyordu. Elfte kılıcı bulacak büyü varsa, şimdiye kadar kullanırdı zaten. Ama kılıca sahip değildi ve kolcuların elinden de kurtulamamıştı ve şimdiye kadar da kaçamamıştı. Herhangi bir şeye yetecek büyüsü olmayabilirdi. Ama belki de vardı ve hazırlanmak için vakte ihtiyacı vardı. Onu böyle yemleyip, daireler çizip sırlarını vermeye zorlamak riskliydi.

“Bana güvenmiyor sen,” dedi goblin sonunda. “Belki iyi bir şeydir. Elfler goblinler, ateş ve su gibi. İnsanlar ikimizi de öldürüyor ama bizim için önemli değil. Belki senin için de değildir?” Goblin kısa bir kahkaha attı. “Bak! Beni görüyor, kenderi görüyor, minotoru görüyor. Biz birlikte çalışıyor. Sen de hayatta! Düşün! Büyücüler düşünmede iyidir. Gerçek düşman kim, eh? Düşün!”

Elf bir dakika boyunca cevap vermedi. Goblin konuşurken utanmış gözüktü. “Özür diliyorum,” dedi sonunda. “Sadece bunu hiç hayal etmemiştim…”

“Goblinin zeki olmasını? Ya da kenderin? Ya da…” Goblin eliyle minotordan tarafa işaret etti. “Istar bizi zeki olmaya zorlar. Aptal şeylere vakit yok. Birlik ol yoksa Istar saçlarımızı toplar. Sen, büyücü, belki benden, minotordan, kenderden daha fazla altın eder.” Goblin sırıttı, karman çorman olmuş kısa saçlarını ovaladı. “Ben kellemi çok seviyor.”

Elf gerçekten gülümsedi. Sonra etrafına baktı ve çıplak ağaçları ve alçak bulutları görünce gülümsemesi soldu, bunların ötesine bakar gibiydi.

“Kuzen gitti,” dedi goblin hafifçe. “Neden kılıç için hayatı riske atıyor?”

Doğruların zamanı gelmişti. Oturduğu yerden öne doğru eğilen goblinin gözleri kısıldı.

Elf ellerine baktı ve birkaç uzun dakika boyunca onları ovaladı.

“Kuzenim için yapılmış bir hediyeydi,” dedi sonunda, sadece kendi görebildiği bir şeye bakarken. “Yüce Büyücülük Birliği’ndeki meslektaşlarımla beraber yaptık. Yıllar boyunca kuzenim, birlikteki pek çok kişiyi Istar’dan korudu, bu uğurda ailesini bile reddetti ve biz de onu ödüllendirmek istedik. Ona bir kılıç yapmayı önerdim, sadece kendi uygun gördüğü şekilde kullanabileceği bir kılıç.”

Elf derin bir nefes alıp verdi, başını hiç kaldırmadı. Gözleri yaşlarla parlıyor gibiydi. “Buranın güneyinde önceden belirlenmiş bir yerde buluşmak üzere at sürdüm ama bir Istar devriyesi bizi kovaladı.Kuzenim kılıcı alabildi ama biz ayrı düşmeden önce paketi açamadı. Onu bulmaya çalıştım. Ama atım… Gerisini biliyorsun.”

Goblin başını ağır bir şekilde salladı. Kılıç, diye bağırdı içinden. Bana kılıcı anlat solucan elf!

Elf dudaklarını yaladı ve devam etti. “Kılıca, Değişim Kılıcı adı verilmişti. Kuzenimin en büyük hayalini gerçekleştirmek istedik, bu yüzden kılıca bunu yapabilme gücü verdik. Kullanıcısına bir dilek hakkı sunuyor. Her şeye kadir bir dilek değil tabii ki ama büyü tanrıları, kılıcın kullanıcısına, mantık sınırları dahilinde ne isterse veriyor.” Bir şey aklına gelince yüzünü ekşitti. “Kılıcı kuzenimin hayatından daha çok önemsediğim için suçluyum ama yanlış ellere geçerse çok büyük zararlar verebilir. Kralrahip hiç şüphe yok ki kılıcın gücünü kendi gücünü arttırmak için kullanabilir. Hainlerin kökünü kazıyabilir, büyük bir savaşı kazanabilir, kendisine uzun bir ömür kazandırabilir. Ve şimdi ise kılıç…” Ellerini kaldırdı ve düşmelerini izin verdi, omuzları çöktü.

Goblin sessizce bunları sindirdi. Bu kadar şeyi yapabilecek bir kılıç fikri neredeyse inanılamayacak kadar saçmaydı ama böyle bir kılıca sahip olmanın getireceği faydaları da düşünmüyor değildi. Aklından bir dizi dilek akıp gitti. Yiyecek, zenginlik, kadın, fiziksel kudret, liderlik, ölümsüzlük; kılıç elinde olsaydı bunların hepsini isteyebilirdi. Ya da bir gün elinde olacaktı… Kılıcın tamamıyla avucundan kaçmadığı fikri aklına yatmaya başladı. Elfin kılıç hakkında daha fazla şey bilip bilmediğini öğrenmekten zarar gelmezdi. Goblin kendini yolculuk için hazırlamalıydı, gerçi bu, elfi, minotoru ve şeyi terk etmesi anlamına geliyordu…

“Vay!” dedi kender.

Elf arkasına baktı ve neredeyse tekrar düşüyordu. Goblin de şaşkınlık içinde sıçradı. Gözleri merakla dolu olan kender, mağara ağzında, bir grup fidanın on metre yanındaki tepelikte oturuyordu.

“Tüm bunları yapabilecek bir kılıç,” dedi kender şaşkınlıkla. “Ve sen de büyü yapabiliyor musun? Buna inanamıyorum. Bu harika! Kılıcı bulacak mısın? Bulacaksan biz de görebilir miyiz? Neye benziyor? Annem ve babam bana büyü hakkında her şeyi anlattı ve gördükleri en güzel şey olduğunu söylediler. Büyülü bir kılıç görmeyi çok isterim. Nerede? Onu bulabilir misin?”

Elf yavaşça yutkundu, kafası karışmış ve tedirgin duruyordu. “Seninle gelebilir miyiz? O ve ben harika avcılarız” –gobline işaret etti- “ve iz sürebilir, tuzak kurabilir ve her türlü işi yapabiliriz. Ve minotor da eşyaları taşıyabilir. O çok güçlüdür! Yoluna çıkmayacağız. Söz veriyorum. Uslu duracağız. Kılıcı bulmak için büyü yapacak mısın? Sabırsızlanıyorum!”

Elf ve goblinin ikisi de kendere şaşkınlıkla baktı. Goblin elfe baktı. Elf de bir ağacın altında uzanmış uyumakta olan minotora baktı.

“Şey…” dedi elf.

“Öyleyse gidelim!” diye bağırdı kender. “Eşyalarımı toplayacağım!” Yokuşu indi ve kamuflaj için örtülen dalları aşıp mağaraya girdi.

Elf ve goblin birbirlerine baktılar. İkisi de bir soru soracak gibi oldu. İkisi de sormadı.

Elf boğazını temizledi. “O kılıcı gerçekten bulmalıyım. Istarlılar onu bize ve inançlarını paylaşmayan herkese karşı kullanacaklar ve acısını biz çekeceğiz. O kılıcı yapmak ahmaklıktı. Onlar gibilerin eline geçmesine izin vermek ise daha da kötü.”

Goblin omzunu silkti ve minotora baktı. “Biliyon, kılıcı almanda sorun yok benim için. Yürüyüşe çıkmakta sorun yok. Ama belki iri olan bizimle yürümek istemez,” dedi çok hafif bir sesle minotordan tarafa başını sallayarak. “Büyük olanı okumak zor.”

Elf düşündü. “Belki o konuda bir şey yapabilirim,” dedi. “Bunu yapmayı sevmiyorum ama… Bulduğunu söylediğin kitabı verebilir misin? Sanırım yardımcı olacak bir büyü…” Cümlesinin yarıda kesilmesine izin verdi.

Goblin ağaçlara bakar gibi yaptı, sonra elfin kendisini mağaraya takip etmesi için eliyle işaret etti.

Her şey o kadar mükemmel işliyordu ki goblin inanmakta zorluk çekti. Kılıcın yakında ellerinde olabileceği ihtimalini düşünmek bile zordu. Sakinleşip kafasını kullanması gerekiyordu. Riskte olan çok fazla şey vardı. Ve elleri kılıcın kabzasına dokunduğu an dileyeceği dileği düşünmeye başlamalıydı. İstediği çok fazla şey vardı ve şimdi…

Kuru yaprakların hışırtsı ve çıplak dalların arasında dolanan rüzgâr dışında ormanda hiç ses yoktu. Minotor, uyumakta olduğu ağacın altında arkasına yaslandı, gözleri neredeyse kapanmıştı, fıçı büyüklüğündeki göğsünün hafifçe kalkıp inmesi dışında tamamıyla hareketsizdi. Çanak şeklindeki kulaklarından birisi bir at sineğini uzaklaştırırken kımıldadı, sonra diğer kulağı gibi mağara ağzına doğru kıvrıldı.

Günün kalanı boyunca karanlık bir gökyüzünün altında doğuya doğru ilerlediler. Arkalarında ise kenderin hayatı boyunca bildiği ormanları bırakmışlardı. Kender yolculuk konusunda çok heyecanlıydı, durmaksızın konuşuyordu, gerçi arada sırada arkasına bakıyordu ve bazen sessiz kalıyordu. Gergin bir şekilde uysal minotoru izleyen goblin diğerlerine ayak uydurmak için hızla yürüyordu. Elfin efsun büyüsü gerçekten de koca hayvanı ehilleştirmiş gibiydi, gerçi goblin yine de minotorun canını sıkmamaya özen gösteriyordu. Şansını zorlamaya gerek yoktu. Elf, minotorun sadakatinden ve çoğu yerde kullanılan ticaret dilini anladığından emin olduktan sonra canavarı görmezden gelmeye başladı ve ağır erzaklarını ona taşıttı. Bu erzakların içinde insanlar onu yakaladığında düşürdüğü birkaç çuval da vardı. Elf, çuvallarının güvende ve zarar görmemiş olduğundan emin olana kadar birkaç dakikasını endişe içinde geçirdi.

Istarlı serbest kolcular çok belirgin bir iz bırakmışlardı. Kender izi rahatlıkla takip ederken, goblin üstüne tükürdü. Goblinin duyduğuna göre eski günlerde, yaşayan hiçbir canlı, bir kolcunun izini süremezmiş. Belli ki bu çok ama çok uzun zaman önceydi.

O akşam kamp kurdular, konuşamayacak kadar yorulmuşlardı. Akşamüstü ilk nöbeti kender aldı, heyecandan uyuyamıyordu zaten. Kendi kendine çok fazla konuşuyordu, elf ve goblinin uyumasına müsaade etmiyordu, ta ki elf, kenderi görevinden azat edip uyumaya zorlayana kadar.

İkinci gün öğlen vaktinde kolcuların ayak izleri daha büyük bir insan grubunun izleriyle karışmıştı. İzlerin arasında at arabası izi de vardı. Ormanın kıyısında buldukları ve bir kampa ait olduğunu düşündükleri izler oldukça tazeydi, kamp alanını en fazla bir gün önce terk etmişlerdi. Geniş bir açıklığın ortasında kamp ateşi yakılmıştı, bir kül yığını hâlâ tütüyordu.

Açıklıkta bir de mezar vardı, toprağın üstüne bir elfin hasar görmüş miğferi konmuştu. Elf, elini bir süreliğine toprağın üstüne koydu, sonra ayağa kalktı ve bir şey söylemedi. Ama goblin, elfin gözlerinin alışılmadık bir kırmızı renge dönüştüğünü gördü. Goblin omzunu silkti; intikam arzusu büyücünün daha iyi savaşmasına sebep olurdu. Ve ayrıca dünyadan bir elf daha eksilmişti ki bu da iyi bir şeydi.

“Daha dikkatli yürümeliyiz,” dedi kender, çıplak ayaklarını ezilmiş çimlerin üstünde dolaştırırken. “Akşamları dinleniyorlarsa, onları yarın sabaha kadar yakalamış oluruz. Ama onlar da bizi yakalayabilir. Üç izcilerini öldürdük ama onları özlemeyebilirler. Görünüşe göre yirmi kadar adamları var, muhtemelen hepsi zırhlı. Köleleri de olabilir. Şuradaki izler çıplak ayaklara ait. Çocuk ayağına benziyor, belki bir de kadın.”

“Nereye gidiyorlar?” diye sordu elf, elleriyle gözüne gölge yapıp uzağa baktı. Hava kapalıydı ama soğuk güneş bulutların arasındaki boşluklardan sızmayı başarıyordu.

“Doğuya, muhtemelen Istar’a dönüyorlar. Sıradan bir sınır devriyesine benziyor. Hepsi eve dönmek istiyor olmalı. Ben küçükken ormana sık gelirlerdi ama son zamanlarda pek uğramıyorlar. Dikkat çekmemeli ve ağaçların korumasından mümkün olduğunca ayrılmamalıyız.“ Kender elfe bakmak için arkasını döndü. “İnsanları bulduğumuzda hangi büyüleri kullanacağını konuşalım mı?”

Elf soluk bir gülümsemeyle aşağı baktı. “Bunların hepsi senin fikrindi. Bildiğini sanıyordum.”

“Hayır, pek sayılmaz,” dedi kender. “Sen bir büyücüsün. Bunun gibi şeyleri bilmelisin. Onlara bir ateş patlaması fırlatmayı mı düşünüyorsun? Onları öylece havaya mı uçuracaksın? Sessiz olursam izleyebilir miyim?”

Yürüyüşe devam etmek için arkasını dönen goblin, elfin cevabını duymak için duraksadı. Aynı taktikler onun da aklından geçiyordu ama bu akşam kamp yaptıklarında sormayı planlıyordu. Tüm işi elf mi yapacaktı?

Elf, dudaklarını sıkıca bastırdı. Suratındaki şişlik azalmıştı ama hâlâ garip bir yeşil renkteydi. Sıyrıkları ve kesikleri yavaşça iyileşiyordu. “Göreceğiz,” dedi. “Yardımcı olabilecek birkaç şeyim var. Biraz düşünmem gerekecek ama sağlam bir gösteri sunabileceğimizi düşünüyorum. Istarlıların bunu unutacağından şüpheliyim.”

Kender heyecanla, goblin de tatmin olmuş bir şekilde başını salladı. Minotor az ötede birkaç kayayı tekmeliyordu.

Kenderin, Istarlıların konumu hakkında yaptığı tahmin oldukça tutarlı çıktı. O gün akşamüstü olduğunda goblin bile insanlara oldukça yaklaştıklarının farkındaydı. “İlginç” üyelerden oluşan ekip gece için kamp yapmayı tercih etti, yakalanma ihtimallerine karşı ateş yakmaktan vazgeçtiler. İnsanları ertesi gece yakalamayı planlıyorlardı. Elf, insanlar sıkı korunan Istar sınırına girmeden önce bunun son şansları olacağını tahmin etti.

O akşam gökyüzündeki ışık kaybolduğunda, elf, Istar kampına yapacakları saldırı planını anlattı. Değişim Kılıcı ile birlikte yola çıkmadan önce Birlik’in kendisine verdiği hediyeleri çıkardı ve nasıl kullanılacaklarından bahsetti. Istarlı birliği haklamak zor olacaktı, özellikle sayıca çok az oldukları için. Ama elf, büyü ve sürpriz saldırı avantajlarına sahip olduklarının altını çizdi. Bir kender ve bir goblin üç kolcuyu öldürebiliyorsa, kalanlara karşı kesinlikle bir şansları vardı.

Kender yanı başında, büyük bir heyecanla planları dinliyordu, minotor ise ilgisiz gözüküyordu. Goblin açıklamaları dikkatlice dinledi ve biriken gerginliğini kontrol etmeye çalıştı. Büyücünün kitaplarını yakmadığı için ve tatlı diliyle elfin aptal güvenini kazandığı için kendini içten içe tebrik etti. Bu elf gerçekten tehlikeliydi. Her şeyi yapabilir gibi gözüküyordu.

Ve bu düşünce goblinin aklına daha önce duyduğu bir hikâyeyi getirdi ve kanı korkuyla dondu. Yine de en içten masumiyetiyle sorusunu sordu.

Herkesin dikkatini çekmek için boğazını temizledi. “Istarlı adamlardan söylentiler duydu ben, Istar rahipleri sen konuşmasan bile seni duyarmış.” Goblin kırmızı etli parmağıyla başının bir tarafına dokundu. “Belki bunu sana ya da bize yapıp, bizi öğrenirler?”

“Yanlarında bir rahip olduğundan şüpheliyim ama mümkün,” diye cevapladı elf, düşünce onu mutsuz etmişti. “Rahiplerin zihin okuduğunu ben de duymuştum. Sadece daha önemli rahipler bunu yapabiliyor ama… Yine de en iyisini umalım.”

Goblin sırıttı. “Eh, en iyiyi um, evet. Belki sen de bu düşünce oku numarasını yapabiliyor, eh? Sen düşüncelerini duyuyor böylece ne düşündüklerini biz biliyor?”

“Hayır, korkarım yapamam. Öğrenmeyi hiç beceremediğim birkaç büyü vardı ve zihin okuma büyüsü de onlardan biriydi. Ateştopu fırlatmayı da öğrenemedim ama elimde daha iyi bir şey var.”

Goblin kahkaha attı ve başıyla onayladı. Zihni ve planları güvendeydi. Yaşadığı rahatlık hissi neredeyse sarhoş ediciydi. Bir Beyaz Cüppeli büyücünün asla yalan söylemeyeceğini biliyordu ve bu kusuru için elfi küçük gördüğü kadar ona minnettardı da.

Goblin kendisinden istenmemesine rağmen kampı kurma işiyle meşgul oldu ki bu alışıldık bir şey değildi ama elf ve kender seve seve kabul ettiler. Goblin, kendini minimum riske sokarak kılıcı elde edebilmek için ihtiyacı olan her şeyi öğrenmişti bile. Tek yapması gereken dileğini dileyebilecek kadar bir süre boyunca kılıca dokunmaktı ki dileğini de yüreğinde belirlemişti. Ondan sonra hiçbir derdi kalmayacaktı.

O akşam ilk nöbeti elf aldı. Diğerleri bir tepenin dibindeki kalın bir çalı örtüsünün karanlığında uyudu. Minotor doğrudan yere uzanmıştı ve başını toprağa koyar koymaz uykuya dalmıştı. Goblin ve kender de yatmıştı. Gerginlikten sıkışan midesini rahatlatmak için geçirdiği uzun dakikalardan sonra goblin gözlerini kapattı ve çok ihtiyacı olan uykuyu çekmeye hazırlandı.

“Hâlâ uyanık mısın?”diye sordu kenderin sesi. Goblin birden uyandı ve gözlerini açtı. Sonra kenderin kendisiyle konuşmadığını fark etti. Yumuşak ses, elfin nöbet tuttuğu yerden geliyordu.

“Elbette uyanığım,” dedi elf.

Goblin iç çekti ve başını hafifçe kaldırdı. Gece görüşü sayesinde elfin on beş metre kadar ileride, bir kütüğün yanında yere oturduğunu görebiliyordu. Kender kara çalıların arasından dolaşıp elfin yanına oturdu. Küçük başbelası mağaradan getirdiği bir battaniyeye sarınmıştı. Goblin gözlerini kapatıp uyumaya çalıştı ama bunun imkânsız olduğunu fark etti. Kendini biraz daha uyanık kalıp, elfle kenderi izleyip dinlemeye zorladı.

“Uyuyamıyorum,” dedi kender, elfe biraz daha sokularak. “Yarın akşam için biraz heyecanlıyım. Daha önce de savaşlara katıldım ama bunun gibisi hiç olmadı. Böyle heyecanlanmak kötü bir şey mi?”

“Hayır,” dedi elf. “Ben de biraz… Heyecanlı hissediyorum ama geçecektir. Sadece kendine düşen kısmı unutma, vakti geldiğinde hazır olacaksın.”

Kender iç çekti. “Umarım öyle olur. Nasıl olacağını düşünüp duruyorum ve ara vermesi için zihnime söz geçiremiyorum. Kafam bir sürü şeyle dolu.”

Kafan dolu, evet, diye düşündü goblin. Dikenli çalılarla dolu.

Elf homurdandı. “Biliyor musun, sana ismini hiç sormadım. Hep meşguldük, fırsatım olmadı.”

Kısa bir sessizlik oldu. “Şey, sana söylemeyecektim çünkü birkaç hafta önce goblinle ilk tanıştığımızda bir ismi olmadığını söylemişti. Onun bir ismi yokken ona kendi ismimi söylememin ne-za-ket-siz-lik olacağını düşündüm. Bu kelimeyi bana babam öğretti.”

“Hmm” dedi elf. “Yani ‘Adı her neyse goblin’i gücendirmekten mi korktun?”

“Evet,” dedi kender, elfe biraz daha sokularak. “Bu yüzden sen de bana adını söyleyemezsin. Adil olmalıyız.”

Goblin iğrenerek başını hafifçe sağa sola salladı. Kenderin absürt zihninin derinliklerine inmeye çalışmayı bırakalı çok olmuştu. Hiçbir anlamı yoktu. Yine de kenderin adını hiç söylememesinin sebebini duyunca garip hissetmişti. Goblin huzursuz olmuştu ve sebebini söyleyemiyordu.

Küçük adam şu an tam anlamıyla elfe yapışmıştı. Elf, kenderin başına dirseğiyle vurmamak için kolunu kaldırıp arkasındaki ağaç kütüğüne uzattı.

“Büyü harika bir şey,” dedi kender. “Bu kadar çok büyüye sahip olduğunu bilmiyordum. Hayatım boyunca büyüyü görmek istedim çünkü ailem bana bunun hakkında hikâyeler anlatırdı. En harika şey olduğunu söylerlerdi ama bu hiç adil değildi çünkü kenderler her ne kadar sıkı çalışırlarsa çalışsınlar büyü yapamıyordu. Ama elflerle insanlar nasıl yapılacağını biliyormuş, bu doğru mu?”

“Korkarım biraz doğruluk payı var,” dedi elf. “Kenderler tanrılara hizmet ederlerse büyü yapabilirler ama Yüksek Büyücülük Birliği onlara kapalıdır.” Omuzlarını silkti ama ses tonundaki rahatlamayı gizleyemedi.

Goblin dehşete kapılmıştı. Büyü yapan bir kender mi? Fikri bile kan dondurucuydu. Tanrılar adına, dünyada zaten yeterince sorun vardı. Tek bir kender büyücü, koca Istar’dan daha fazla tehlike arz ederdi.

“Bu arada,” dedi elf. “Bu bana ait.”

“Ne? Ah! Özür dilerim.” Kender bir nesneyi elfe geri verdi. “Cebinden düşmüştü.”

Elf nesneyi kenderden uzağa yere koydu. “Başka bir şey daha kaybedersem, yarın büyü yapamam,” diye uyardı.

“Ah,” dedi kender. Bir anlık duraksadı. “Al, bunları da bulmuştum,” dedi.

Elf verilen nesneleri derin bir iç çekişle kabul etti. “Teşekkürler,” dedi ve bir süreliğine her şey sessizliğe büründü.

“Eskiden aileme, ‘Büyüdüğümde büyü yapabilecek miyim?’ diye sorardım” dedi kender. “Annem yapamıyor olmamın belki de iyi bir şey olduğunu söyledi, çünkü bir büyücü olmak istiyorsan bir sınavı geçmen gerekiyormuş ve sınavda size korkunç şeyler yaptırıyorlarmış. Bu doğru mu?”

Elf belki de bir dakika boyunca sessiz kaldı. Basit bir düşünceyle geçen bir sessizlikten farklıydı bu. Goblin daha iyi duyabilmek için başını çevirip o tarafa doğru eğildi.

Kender, elfi nazikçe dirseğiyle dürttü.

“Ne?” diye sordu elf boşluğa dalarak. “Ah, sınav. Evet, gerçekten de Yüksek Büyücülük Sınavı’na girmek zorundayız. Sınav aslında sana korkunç şeyler yaptırmıyor ama sen… Bazı korkunç şeyleri atlatmak zorunda kalıyorsun. Başına… Kötü şeyler geliyor. Şu an sınavım hakkında konuşmak istediğimi sanmıyorum. Yarın için zihnimi boş ve hazır tutmalıyım.”

“Ah.” Kısa bir sessizlik yaşandı. “Benden iyi bir büyü kullanıcısı olur muydu? Şu an on üç yaşındayım. Büyücü olacak yaşta mıyım?”

Bu haber goblini şaşırttı. Hayatı boyunca çok az kender görmüştü ama hepsi bir insan çocuğu boyutlarında gözüktüğü için bu kenderin yaşını ikinci kez merak etmemişti, ilk tanıştıklarında otuz civarında olduğunu tahmin etmişti. On üç yaş, bir kenderden beklediği yaştan çok daha azdı, özellikle de yabanda hayatta kalma kültürüne ve yeteneğine sahip birinden.

“On üç yaş biraz genç,” diye yorum yaptı elf. “Ama çoğu büyücü o yaştan kısa süre sonra unvanını kazanıyordu. Bazıları daha da genç.”

Kender bunun üzerine bir şeyi yoğun bir şekilde düşünüyormuş gibi yaptı. Sonunda baklayı çıkardı. “Benim için bir büyü yapabilir misin?”

Goblin şok içinde gözlerini kırpıştırdı. Ne?

“Eh, yapabilirim,” dedi elf yavaşça. “Ama şu an aklımdaki büyülerin çoğunu yarın akşam için saklamalıyım.” Bir an duraksadı, sonra “Sanırım küçük bir şey yapabilirim. Yarın sabah bu yaptığım büyünün yerine yeni bir büyü çalışabilirim.”

Kender heyecanla öne eğildi. “Gerçekten mi? Gerçek bir büyü mü?”

Sesini alçattı ve goblinle minotordan tarafa baktı. Goblin gözlerini kapattı, gerçi hareket etmediği sürece uyanık olup olmadığını anlayamazlardı.

“Pekâlâ, hazırım!” diye fısıldadı kender. “Hiçbir şeyi ateşe vermeyeceksin, değil mi? Buralar çok kuru ve son beş gündür hiç yağmur yağmadı. Onun dışında her şey olur.”

“Merak etme,” dedi elf sakince ve ellerini kaldırdı. “Impilteh peh.”

Soluk mavi bir ışık –bir el tırnağı büyüklüğündeki küçük bir top- elfin parmakları arasından karanlığı aydınlatmaya başladı. Goblinin nefesi kesildi, ses çıkartıp kendini açığa çıkartmaya cesaret edemedi. Daha önce hiç büyü görmemişti ve onu korkuttuğu kadar heyecanlandırmıştı.

Elfin parmakları topun etrafında yavaş ve dalgalı bir dansa başladı, top da bir elinden diğerine uçarak buna uyum sağladı. Bir an sonra top, eşit boyda iki küçük topa bölündü, sonra her top tekrar bölündü, şimdi dört taneydiler, sonra sekiz; hepsi elfin ellerinin ritmine uyum sağlıyordu. Hareket halindeki soluk ışığın altında goblin, kenderin gözlerinin parladığını görebiliyordu.

Elfin elleri hareket edip bir desen çizdi. Sekiz mavi top küçük bir çember çizerek birbirlerini takip etmeye başladılar, renkleri maviden mora, sonra kırmızıya, turuncuya, sarıya, yeşile ve tekrar maviye dönüştü. Toplar birbirlerinden bağımsız renklere dönüşmeye başladı, elfin açık parmaklarının arasında dönüyorlardı. Havada oval bir desen oluşturdular, birbirlerini çok daha hızlı takip etmeye başladılar, öyle ki sonunda havada dik bir şekilde dönen altın bir sikke şeklini aldılar.

Elf dudaklarını yaladı ve desene konsantre oldu. Havadaki çember döndükçe şekil değiştirmeye başladı ve kareye dönüştü, sonra bir üçgen, beş uçlu bir yıldız… Sonra şekli bütünüyle değişti; uçan bir kuş, sıçrayan bir tavşan, yüzen bir balık, hepsi hiç ses çıkarmadan havada dönüyordu.

Elfin parmakları deseni tekrar değiştirdi. Şimdi parlak, koyu bir yeşildi, giderek daralan bir sütun şeklinde elfin açık avuçlarına doğru inmeye başladı ve sonra canlı bir bitki gibi yaprak çıkarmaya başladı. Ardından bitkinin gövdesinden dikenler çıkmaya başladı. Bitkinin tepesinde parlak kırmızı bir filiz çiçek açtı ve zamanla gökyüzüne doğru yükselen kızıl ışıktan bir güle dönüştü.

Elf basit bir kelime mırıldandı ve bitki beyaz renkli küçük bir ışık topuna dönüştü. Işık topu saniyeler içinde fareye benzeyen ve etrafını gerçekçi bir merakla izleyen bir şekil aldı. Elfin avucunu incelemeyi bitiren fare arka ayaklarının üstünde durdu, kısa bir dans yaptı, sonra kenderle büyücüye reverans yapıp küçük bir ışık noktasına dönene kadar küçüldü ve söndü.

Şimdi etraf tamamıyla karanlıktı. Goblin nefes almayı unutmuştu. Bittiğine inanamayarak yavaşça ağzını kapattı. Gözlerini kırpıştırdı ve elleriyle gözlerini ovalama dürtüsüne engel oldu. Bu büyüydü. Gerçek büyü.

Sonra kenderin burnunu çektiğini duydu. Elfin yanıbaşındaki küçük adama baktı. Kender iki eliyle gözlerini kapatmıştı. Ardından ani bir şekilde kesik kesik nefes almaya başladı ve sonra ağladı.

Elfin kolu kenderin omzuna indi. “Sorun ne?” diye sordu kafası karışmış bir şekilde.

Kender ağlarken elfin göğsüne doğru uzandı, ince bedeni titriyordu. Goblin onları izlerken uzun dakikalar geçti.

“Anneciğim ve babacığım bana büyünün çok güzel olduğunu söylemişti,” dedi kender ağlayarak. “Daha önce hiç büyü görmediklerini ama iyi bir şey olduğunu bildiklerini söylerlerdi. Görmeyi deli gibi istiyorlardı ama onlara kimse göstermemişti. İnsanların hepsinin kötü olmadığını ve yeterince sabırlı olursak bir gün bir insan ya da elfin bize büyü göstereceğini söylerlerdi. İnsanların onları incitmeyeceğini düşünürlerdi ama insanlar onları incitti. İnsanlar onları incitti, anneciğimi ve babacığımın canını çok yaktılar ve onlara yardım edemedim çünkü çok korkmuştum ve saklanmıştım. İnsanlar gittiğinde onları gömüp bana öğrettikleri gibi veda duası etmiştim. Onlara yardım edemeyecek kadar korkmuştum, hatta canları korkunç derecede yanarken bile! Keşke onlara yardım edebilecek büyüye sahip olsaydım. Büyü görmeyi o kadar çok istiyorlardı ki…” Ağlarken titriyordu, yüzü elfin kıyafetlerine gömülmüştü.

Goblin, ellerinin soğuk, titreyen bir yumruk halini aldığını fark etti. Bir şey gözlerini yakıyordu, görüşü azalmıştı. Yavaşça sıkılı yumruklarını açtı ve sıcak suratını onlarla kapattı. Zayıflıktan nefret ediyordu, hayatı boyunca nefret etmişti ve şimdi zaafla dolmuştu. Bunun için kenderden nefret ediyordu, hepsi kenderin suçuydu, o lanet, zayıf, aptal, çarpık kenderin. Islak akıntılar goblinin yanaklarından aşağı boşaldı ve kan gelene kadar alt dudağını ısırdı.

Yarın, diye düşündü. Keşke yarın hemen gelseydi…

* * *

Gökyüzünde hiç yıldız yoktu. Tepenin yamacında, kalın ağaçların ve çalı örtüsünün arasından görünebilen büyük bir ateş yanıyordu. Her yönden çekirgelerin sesleri geliyordu.

“Yani o elf kızıyla nasıl baş edeceğini bildiğini sanıyorsun, öyle mi?” dedi sırıtan muhafız. “Sana fazla geleceğini düşünmüyor musun?”

Gülümseyen muhafız, yerden odun toplayan arkadaşıyla yüzleşmek için döndü. Goblin bıçağını sırıtan adamın beline, doğrudan deri zırhının içine sapladı. Muhafız içgüdüsel olarak öleceğini biliyordu, acı dayanılmazdı. Dehşete düşmüştü ve çığlık atmaya çalıştı ama goblinin nasırlı elleri ağzını ve yüzünü kapatıp başını inanılmaz bir kuvvetle geriye doğru çektiği için atamadı. Adam, saldırganını yakalamak için geriye uzandı, kafasının içi ızdırap çığlıklarıyla dolmuştu ve ona her şeyi unutturmuştu. Goblin cesedin ellerinden kayıp yere düşmesine izin verdi.

“Onunla baş edebileceğime bahse girebiliriz,” dedi muhafız, yerden odun toplarken. Kollarındaki yükü dengelemek için yere çöktü ve birkaç parça daha almak için uzandı. “İyiler kendi kendilerini itfa eder derler, ben de o elf kızını Istar’a ulaşmadan önce itfa edeceğim. İnsanların yolunu yordamını öğrenecek ve ben de baş rahip olacağım. Diğer köleler onlarda kalabilir. Ama bundan vazgeçemeyecek kadar uzun bekledim.”

Yerdeki son odun parçasını aldı ve goblin eliyle adamın ağzını sıkıca kapatarak onu göğsüne doğru çekti. Jilet kadar keskin bıçağı boğazını temizce kesti. Adam neler olduğunu biliyordu ama durdurmak için bir şey yapamadı ve çığlık atmaya çalışması da bir fayda getirmedi.

Sonra ormandaki her şey tekrar sessizleşti, kısa süre sonra çekirgeler cıvıldamaya başladı. Her şey kan kokuyordu.

Goblin sırıttı, kılıcındaki kanı temizledi ve ormana doğru yürüdü. Şu an en ufak bir zayıflık hissetmiyordu, özellikle de elfin ona yaptığı kuvvet büyüsünden sonra.

Şu an isteseydi bir atı bile kaldırabilirdi, hatta belki on atı. Üstüne bir de etrafındaki sesleri çarpıtan büyülü bir yüzük takıyordu, böylece goblin konuşsa bile yakınındaki adamlar bir baykuşun uğuldamasını duyacak ya da yürüdüğünde rüzgârın sesini duyacaklardı. Doğru olamayacak kadar güzeldi. Heyecanı yüzünden soğuk havayı hissetmiyordu bile.

Istarlıların ana kampı tepenin doruğundaydı, soğuk hava yüzünden kamp ateşinin etrafına konuşlanmıştı. Tepenin aşağısındaki bir açıklıkta birkaç at arabasıyla birlikte Istarlıların atları istiflenmişti, ağaçlar yüzünden kamptakiler bu açıklığı net göremiyorlardı. Elf, büyüleriyle bölgeyi taramıştı ve at arabalarından birinde kölelerin olduğunu raporlamıştı: bir elf kadın, yaşlı bir cüce ve üç çocuk. Çocukların insan mı elf mi olduğunu anlayamamıştı. Diğer üç araba boştu. Kenderin yirmi adam tahmini aşağı yukarı doğruydu; goblin yirmi dört olduğunu tahmin etti, gerçi kampın etrafını dolanırken öldürdüğü üç adamı düşersek yirmi bir.

Elf ve minotor arabaların orada, muhafızlara saldırıyorlardı. Elf, minotorun şıngdırayan zincirlerinin sesini kesen bir büyü yapmıştı. Goblin eğildi ve halat kemerindeki deri kesesinden ince, seramik bir şişe çıkardı. Vakti gelmişti. Kapağını açtı ve içindekileri içti, acı tat yüzünden suratını buruşturdu. Ağzını sildi, ayağa kalktı, şişeyi bir kenara atıp eğilerek kamp ateşine doğru yaklaştı. Kender, ateştopuyla birlikte gelmeden önce tepenin zirvesine ulaşmalıydı.

Her adımıyla birlikte goblin kılıcın hayalini kurdu. Palası yerine o kılıcı tuttuğunu ve dileğini, o tek dileğini dilerken düşündü kendini. Bu düşünce, neredeyse çok hızlı hareket edip kendini açık etmesine sebep olacaktı. Hemen bir ağacın arkasına çöktü ve karanlıkla bir oldu. Tepenin zirvesindeki kamp ateşinden sadece altmış metre kadar uzaktaydı.

“Gerçek insanları öldürüyor değiliz ya!” Konuşan insan sesini kısık tutuyordu ama ses tonu kendinden emindi. Duruşunu değiştirdi ve zırhı şıngırdadı. Zincir gömlek, belki de plaka zırh giyiyordu. “Sen ve ben, gerçek varlıklarız. Doğruyla yanlış arasındaki farkı biliyoruz. Yüce tanrılar bizleri, diğer ırkların sahip olmadığı bir önseziyle kutsadı. Kaderlerimizi görebilme önsezisi. Sadece ertesi günün öğününü arzulayan o melez ırklar gibi değiliz. Bizimle aynı havayı teneffüs etmeyi hak etmiyorlar. Kutsal tanrılar adına, goblinlerle dolu bir şehirde yaşamak ister misin?”

Goblinin önünde iki adam vardı, on metre kadar önünde bir çalı yığını ve düşmüş bir ağacın dallarının oluşturduğu öbeğin kenarındaydılar. Ateş ışığında onları net görebiliyordu. Birisi zincir gömlekli zırh, diğeri de perçinli deri zırh giyiyordu. Goblin, zincir zırh giyenin bir tür lider olduğunu tahmin etti, belki bir şövalye. Doğru şekilde saldırmazsa adamı öldürmek zor olacaktı. Goblin onları atlatıp ilerlemeyi düşündü ama arkasında canlı birini bırakmaktan nefret ediyordu, özellikle goblinlerle birlikte yaşayıp onlarla aynı havayı teneffüs etmek istemeyen insanları.

Deri zırhlı adam, liderden uzağa baktı, mızrağını tutan elleri gevşedi. “Hayır, hürmetlim,” diye mırıldandı.

Goblin dondu. Istar tanrıları adına, bu bir rahipti! Belki de neler düşündüğünüzü duyabilen bir rahip!

“Eh, ben de öyle,” dedi zincir zırhlı adam, diğer adama yarım bir sırıtışla bakıyordu. “Kimse istemez. Goblinlerin ne tür şeytani şeyler yaptığını biliyorsun, değil mi? Kesinlikle biliyorsun. Onları yok etmeliyiz ve bunun doğru olduğunu biliyorsun. Ve kenderleri. Sorduğum için bağışla beni ama iyi tanrılardan herhangi birisi kenderleri yaratmış olabilir mi?”

“Onlar…” Diğer adam duraksadı, vereceği cevabı düşündüğü belliydi. “Onlar… Yani kenderler sorun yaratıyorlar evet ama…”

Zincir zırhlı adam uysal bir şekilde homurdandı. Kampın merkezindeki ateşe doğru baktı, çukurun etrafı uyku tulumlarıyla çevriliydi. Ateş ışığı cilalı göğüs zırhından yansıyordu. “Kenderlerin goblinler kadar kötü olmadığını söylemeye çalışıyorsun, değil mi?”

Deri zırhlı adam derin bir nefes aldı, cevap vermemenin akıllıca olacağını düşündü ve bir şey söylemedi.

“Yani gerçekten de kenderlerin goblinler kadar kötü olmadığını düşünüyorsun.” Zincir zırhlı adam iç çekti. “Yanlış yaptığımızı düşünüyorsun, değil mi? İyilik tanrılarının ve Istar’ın Kralrahibi’nin isteklerini yerine getiriyoruz, bu yanlış bir şey mi?”

“Hayır.” Adam belli ki çok korkmuştu. Goblin cevabını zar zor duyuyordu. “Hayır, değil hürmetlim.”

“Ah!” dedi ruhban, yanlış anlaşılma ortadan kalkmıştı. “Yüzbaşı bunun ilk görevin olduğunu söyledi. Zor olduğunu biliyorum ve bazen her şey kafa karıştırıcı olabiliyor. Belki de çoğu zaman, değil mi?”

Diğer adam yere baktı ve başıyla anlarcasına onayladı, konuşmaya gönüllü değildi.

Goblinin en kötü korkusu hafiflemişti. Rahip zihin okuyabiliyorduysa bile şu an yapmıyordu. Goblin önündeki zemini inceledi, sonra yan cebinden bir şey çıkardı. Zincir zırhlı insanı tek hamlede öldürebilme ihtimaline güvenemezdi, o yüzden iksirin güçlerini kullanarak işini halledecekti. Sürünerek, yavaşça, ağacın gölgesinden çıktı.

“İlk başladığımda benim de kafam karışıktı.” Ruhbanın sesi bir anda garip bir şekilde zayıf çıkmıştı. “İlk başta korkunçtu. Goblinlerle savaşmak beni endişelendirmiyordu ama diğer şeyler beni mahvetti. Bir keresinde cücelerle savaşmak zorunda kalmıştık. O küçük fıldır fıldır dönen gözleri, kılıksız sakalları ve fıçı gibi vücutlarıyla kötülüğün korkusunu içime işlemişlerdi. Onlar sanki…” Ruhban duraksadı ve karanlık gözlerini yeni askere çevirdi. “Sanki Yedi Büyük Günah içlerine girmiş gibi savaşıyorlardı.”

Sözlerinin ardından ortama sessizlik hâkim oldu, sadece uzaktaki ateşin çatırdama sesi duyuluyordu. Rüzgâr etraflarında yükseliyor gibiydi.

“Dağlardaki o savaş korkunçtu,” dedi ruhban alçak bir sesle. “Arkadaşlarımın heyelanlarla, oklarla ve mızraklarla ölümüne şahit oldum. Kolları kopmuş bir halde kollarımda yatıyorlardı, onları iyileştirmem için bana yalvarıyorlardı. Bunu bize dağlardaki cüceler yaptı. İnsan gibi savaşmıyorlardı. Onlar insan değildi. Kötülüğün vücut bulmuş haliydiler. İşte o zaman her şeyi net bir şekilde gördüm ve doğuştan kötü olduklarına inandım. Şu an bile tanrılara, keşke bunları daha kolay ve acısız bir yoldan öğrenebilseydim diye dua ediyorum. Tüm büyülerimi diğer yaralılara harcadığım için arkadaşlarımın kollarımda can vermesine bir daha izin vermeyeceğim.” Ruhbanın gözleri dans eden kara ateşler gibiydi.

Ruhban diğer adamın sırtını sıvazladı. “Seni seviyorum evlat. Bana eski halimi hatırlatıyorsun, dağlardaki savaştan önceki halimi. Hep böyle kalabilmeni dilerdim. Gerçekten. Böyle daha mutlu olursun.”

Deri zırhlı adam öksürdü ve hafif bir gülümseme sunabildi. Ruhban da ona gülümsedi. Deri zırhlı adam alnında biriken teri silmek için elini kaldırdı.

Ayaklarının arasında bir şeyler süründü ve bacaklarına doğru tırmandı.

Adam hisseder hissetmez sıçradı. Bir şey onu bacağından yakalamıştı ve dengesini kaybedip düştü, mızrağı elinden uçup gitti. Ruhban da çırpınmaya ve deli gibi kalçalarına vurmaya başladı. Uzun otların, sarmaşıkların, ağaç köklerinin ve çalıların demirden bir zincir misali onu sardığını görüyordu. İki adam bağırmak ya da çığlık atmak için ağızlarını açtılar. Hiçbir ses çıkmadı. Bunun yerine çekirgeler daha gürültülü ses çıkardı, rüzgâr daha sert esti, gece kuşları ötmeye başladı. Ateş başındaki askerler işlerine devam ettiler.

Goblin hızlıca karanlıktan çıktı. Gergin bir ipi ruhbanın başından geçirip boynuna doladı ve büyük bir kuvvetle çekerek ruhbanın başını geriye yatırdı. Ruhbanın gözleri yerinden çıkacakmış gibi büyüdü, parmaklarını ipin altından geçirmeye çalıştı ama boşluk bulamadı. Dili dişlerinin arasından çıktı ve gözleri yukarı kayarak yıldızlara baktı. Yerdeki diğer adam, bacaklarına, göğsüne ve kollarına sıkıca sarınan sarmaşıklardan ve otlardan kurtulmak için çabaladı ve eliyle yüzüne ulaştı. Ve çığlık atmaya başladı ama sadece çekirgelerin, gece kuşlarının ve ağaçların tepesindeki rüzgârın sesini duydu.

Sonra ruhban yere yığıldı, hareket eden otların ve sarmaşıkların arasına gömüldü. Karanlık figür, boğulan adamı bıraktı ve soğuk gözlerle deri zırhlı adamı izledi. Adam onu gördü ve ruhbanın kötülük hakkında söylediklerine inandı, hem de hepsine inandı ve deli bir adam gibi çığlık attı. Ve onu kimse duymadı.

Tüm bunlar doğru olamayacak kadar iyiydi, diye düşündü goblin.

* * *

“Abyss adına, neredeler?” diye mırıldandı yüzbaşı, etrafında uyuyan insanları umusamadan. Yüzbaşı bu olmalı, diye düşündü goblin, gerçi adam hiç zırh giymiyordu. Giysileri ve hareketleri “Buradaki yetkili kişi benim!” diye bağırıyordu. “Hey, sen!” diye bağırdı kampın diğer tarafındaki nöbetçiye. “Ormana git ve o iki bok çuvalına ateşin sönmekte olduğunu söyle, o çıplak kıçlarını kaldırıp kuru odunlarla hemen buraya gelsinler. Ve sonrasında da onları görmek istediğimi söyle. Sincap avlayacak kadar vakitleri varsa, aklımdaki iş için de muhakkak vakitleri vardır. Hadi!”

Uyuyan adamlar uyumaya devam etti. Emir alan asker sırıtarak selam verdi ve görünmeyen goblinin yanından geçip ormana girdi. Sakallı yüzbaşı üstüne saldıran sivrisinekleri tokatlamakla meşguldü. “Buradan nefret ediyorum,” diye mırıldandı yüzbaşı. “Dışarıda, sürekli ısırıp sokan küçük şeylerin olduğu yerde kamp yapma saçmalığından nefret ediyorum. Yaban, ne beni ne de rütbemi dinliyor. Karşılık veremiyorum bile.”

Goblin, ormana ilerleyen askere baktı. Adamın son iki cesedi bulması muhtemel değildi, cesetler gizlenmişti ama yürümeye devam ederse ilk üç cesedi bulacağı kesindi. Zamanı tükeniyordu. Ağaç fidanlarının arasında gizlenen goblin kol kaslarını gerdi ve kampa baktı. Açıklıkta on iki uyku tulumu saydı; yüzbaşı tek başına nöbetteydi. Diğer adamlar atların ve arabaların yanında, tepenin aşağısında olmalıydılar, tabii hâlâ hayattalarsa. Goblin bundan şüpheliydi.

* * *

Kenderin vakti gelmişti. Kılıcı bulmak için goblinin oraya daha önce gitmesi gerekiyordu. Ateş ışığına karşı gözlerini kısarak baktı ve kamp alanında kılıcı barındırabilecek herhangi bir kutu ya da sandık var mı diye kontrol etti. Kişisel eşyalardan ve erzaklardan oluşan tek bir yığın vardı ve o da kamp alanının kenarında, kamp uzunluğunun üçte ikisi kadar uzaklıkta, sol taraftaydı. Yığındaki eşyaları net göremiyordu, ateş gece görüşünü engelliyordu. Tek umudu kılıcın değerli olduğunu düşünüp, çalınma ihtimaline karşı yüzbaşının onu kampa getirmiş olmasıydı.

Goblin dikkatlice ışıktan uzaklaştı ve kampın sol kenarından dolaşarak ilerlemeye başladı. Elfin, minotorun hatta kenderin Değişim Kılıcını daha önce bulmaları ihtimalini düşünmemeye çalıştı. Son iki gündür o kadar çok hayalini kurmuştu ki ona sahip olamamak gibi bir düşünceye katlanamıyordu. Kazanacak çok fazla şey vardı ve onu çok arzuluyordu. Dileği, onu hayatı boyunca çektiği yalnızlıktan, yoksulluktan ve şiddetten kurtaracaktı. Tüm dertlerini sonsuza kadar unutmasını sağlayacaktı.

Hâlâ kuvvet büyüsünün etkisini hissediyordu. Bitki-kontrol iksirinin hâlâ aktif olup olmadığını bilmiyordu ama umurunda değildi. Erzak yığınına yeterince yaklaşıp kılıcı bulabilirse, askerleri bitkilerle bağlamasına gerek kalmayacaktı; sadece ödülünü alıp kaçacaktı. Hayır. Fikrini değiştirdi. Hâlâ aktifse iksirin etkisini kullanacaktı. Dileğini dileyebilecek kadar vakit kazanabilmek için herkesi otlarla bağlarsa daha iyiydi. Sonra hiçbir şeyin önemi kalmayacaktı.

Erzak yığınının arkasındaki eğim çok sertti, aşağıdaki ağaçların dallarına kadar en az altı metre iniyordu. Goblin mümkün olduğunca eğilerek ilerliyordu. Ormandaki muhafız her an birinin cesedini bulup alarm verebilirdi. Ama goblin acele edemezdi. Otlarla kaplı tepenin kenarına ulaştı. Birazcık doğrulmayı göze aldı ve kampın etrafını daha iyi gördü.

Tam o anda kender gökyüzünden aşağı uçtu ve kampın ortasına indi, hem goblinden hem de yüzbaşından bir mızrak boyu uzaklıktaydı.

Her şey o kadar hızlı gerçekleşti ki goblin olduğu yerde dondu kaldı ve yüzbaşı herkesi uyandırmak için bağıramadı bile. Kender basitçe yere indi, etrafına baktı ve sonra suratında şeytani bir sırıtışla yüzbaşına doğru el salladı. Karman çorman kahverengi saçları ve yara izleriyle kaplı kirli suratıyla kender, yüzbaşının göğüs kafesine anca yetişiyordu. Her zaman giydiği yamalı paçavraları giyiyordu ve kollarının arasında büyük bir çuval taşıyordu: ateştopu.

“Abyss adına!” diye fısıldadı yüzbaşı. Sağ eli yavaşça kınındaki hançerine doğru gitti. İfadesiz bir suratla kendere el salladı.

Kender havaya sıçradı ve düzgün bir ters takla atıp tekrar ayaklarının üstüne kondu, suratı heyecanla parlıyordu. Yüzbaşına başıyla işaret etti ve sanki onun da bakmasını istermiş gibi gökyüzüne baktı.

Yüzbaşı dudaklarını yaladı. Parmakları yavaş yavaş hançeri kınından çıkartıyordu. “Ben… Korkarım o şekilde uçamam,” dedi, zoraki bir gülümsemeyle. “Ama gerçekten güzeldi.”

Goblin, kenderin üç metre kadar arkasındaki uyku tulumundan çıkan bir kolun yavaşça bir kılıç kınına uzandığını göz ucuyla gördü. Yüzbaşı da görmüşe benziyordu ama bir kez gördükten sonra bir daha o yöne bakmamaya özen gösterdi.

“Başka numaralar biliyor musun?” diye sordu yüzbaşı, neredeyse muhabbet eder gibiydi.

“Elbette!” dedi kender, sonra hemen pişman gözüktü. “Konuşmamam gerekiyor,” diye mırıldandı özür dilercesine. “Benim hatam. Ama zaten son numaramı göreceksiniz.”

Kenderin arkasındaki uyku tulumundaki asker kılıcını kaldırdı ve saldırı menziline girebilmek için yavaşça yerde yuvarlandı. Goblin gerildi. Ne yapacağına dair hiçbir fikri yoktu.

Kender eğildi ve havaya sıçradı. Çuvalı hâlâ taşıyordu ve doğruca gökyüzünün karanlığına doğru uçtu. Uyku tulumundaki asker havaya sıçardı, kılıcı havayı yardı ama kenderi tamamıyla ıskaladı.

“Kamp, uyanın!” diye kükredi yüzbaşı, hançeri bırakıp uzun kılıcını çekti. “Silah başına! Kıçınızdaki kayaları kaldırın ve uyanın! Silah başına tanrıların belaları!”

Kender şimdi gitmişti, gece göğünün yıldızsız karanlığında kaybolmuştu. Goblin uçurumun kıyısına gelene kadar çalılıkların içinde geriye çekildi. Gidecek bir yeri yoktu. Bir ağacın gövdesini, kampla arasına siper etti ve neredeyse kendini öldürttüğü için kendere lanet okudu.

Uykulu, korkmuş adamlar panik içinde tulumlarından çıkıp silahlarını, zırhlarını, miğferlerini ve kalkanlarını kuşanmaya çalıştı. Tüm tanrılara küfürler eden yüzbaşı, uçan kenderi görebilmek için gökyüzüne baktı.

“Onu görmediğim için üzgünüm Yüzbaşı” dedi savaşçı. “Tekrar uçmadan önce az daha yakalıyordum. Bir büyücü müydü?”

“Öyle olmalı.”dedi yüzbaşı sertçe, hâlâ gökyüzüne bakıyordu. “Uçuyordu.”

“Neler oluyor Yüzbaşı?” diye bağırdı adamlardan biri, zırhını yarım giymişti ve baltası elindeydi.

Sakallı yüzbaşı tekrar etrafına baktı. Tüm adamları ayaklanmıştı ve etrafına doluşmuşlardı. “Sen!” dedi yüzbaşı, kızıl saçlı bir adama işaret ederek. “Tepeden aşağı in ve rahibi buraya getir; sorun yaşayacak gibiyiz. Ona bir büyücünün dolaştığını söyle. Yanında üç adam götür. Sakın… Lanet olsun!” Yüzbaşı ellerini gözlerine götürdü ve parmaklarıyla sert bir şekilde ovalamaya başladı ve etrafında kamp ateşine yakın olan diğer adamlar da aynısını yaptı. Gökyüzünden siyah, pudramsı bir toz yağmuru yapmaya başladığında kamp ateşinden etrafa kıvılcımlar uçmaya başladı.

Ateştopunun başlangıcıydı bu.

Kara toz yağmaya başladığında goblin içinde bulunduğu tehlikeyi fark etti ve kamptaki adamlar küfreti. Uzaklaşması gerektiğini biliyordu ama kaçmadan önce bir anlık tereddüt etti, çünkü görünmeden nereye gideceğini bulamamıştı. Tek sahip olduğu vakit buydu ve boşa harcamıştı.

Ateştopu, koca bir şehir bloğunun yarısı büyüklüğünde sarı-beyaz renkli bir ışık topu şeklinde patladı. Kamp ateşinden dalgalar halinde yayıldı ve tüm açıklığı kapladı, havada uçan adamların dış hatlarını bir an belirginleştirdi ama sonra onları da yuttu.

Kızgın alevlerden ve havadan oluşan kör edici bir duvar, karanlık ağaç dalları ve yapraklarının arasından gobline ulaştı, yoluna çıkan tüm ağaçları yaktı. Alevler ona ulaştığında, kollarındaki ve yüzündeki kılları yaktı, paçavraları alev aldı ve büyük alev patlamasına bakan tüm derisini kızarttı. Izdırap içindeki goblin içgüdüsel olarak sıcağı uzak tutmak için ellerini kaldırdı. Korkmaya vakti yoktu. Tepki verecek vakti de yoktu, sadece yürüyebilirdi. Döndü ve kendini uçurumdan aşağı attı. Ateşin ışığıyla aydınlanan boşluğa düşerken rüzgâr kulaklarında uğulduyordu, zeminin onunla buluşmak için hızla yükseldiğinin farkındaydı.

Yere çakıldığında ciğerlerindeki tüm hava boşaldı ve yuvarlanmaya başladı. Sırt üstü bir ağaca çarpıp durana kadar da yuvarlanmaya devam etti. Nefes alamıyordu. Milyonlarca diken ve dal yanmış derisini kesiyordu. Yanmakta olan yapraklardan oluşan bir yığın etrafına düşüyordu. Hiç düşünmeden kendini dizlerinin üstünde durmaya zorladı. Nefes almak için savaştı ve ciğerlerine bir düzine keskin bıçağın saplandığını hissetti. Yaşadığı en kötü acı bu oldu, kesiklerinden ve yanıklarından bile kötüydü. Hissiz bir şekilde ayaka kalktı, tekrar nefes almaya cesaret edemiyordu ve hiçbir şeyi umursamadan ileri doğru tökezledi, ta ki bir ağaç kütüğüne takılıp düşene kadar. Bir şey alnına çekiç gibi çarptı ve dünyası karardı.

Bir dakika boyunca goblin neler olduğunu, hatta neden burada olduğunu hatırlayamadı. Tek bildiği vücudunu hissedemediğiydi. Garip görüntüler doldurmaya başladı zihnini, kafasının içinde sürekli dönen bir fırtınayla ilgili korkunç görüntüler. Kim olduğunu hatırladı ama nerede olduğunu ya da burada ne yaptığını hatırlayamadı.

Sırt üstü yattı, hissizliğinin bir kısmı yerini yavaşça artan bir acıya bıraktı. Bir lav havuzunun içinde banyo yaptğını ve sopalarla dövüldüğünü hayal etti.

Gece vakti bir ormandayım diye düşündü. Yukarıdaki tepede büyük bir ateş var. Buradan uzaklaşmalıyım ama buranın neresi olduğunu ya da neden burada olduğumu bilmiyorum.

Yuvarlanıp kalkmaya çalıştı ama yapamadı, göğsünün derinliklerinde başlayan korkunç acı yüzünden suratı buruştu. Yavaş yavaş kenderi hatırlamaya başladı, sonra minotoru ve elfi. Hatta kılıcı bile hatırladı ama neden önemli olduğu konusunda hiçbir fikri yoktu.

Bir süre sonra onu da hatırladı.

Sonunda dizlerinin üstünde durdu ama öyle kaldı, yaralı göğsü çektiği her nefesle acıyordu. Patlama, elfin kömür tozlu ateştopundan çıkmıştı, elf o tozu gnomların yardımıyla yaptığını ve sonra kömür tozunu bir efsunla büyülediğini söylemişti. Goblin kenderin patlamadan sağ çıkıp çıkmadığını merak etti, sonuçta gökyüzündeydi. Elf, kenderi çok uzun süre havada kalmaması konusunda uyarmıştı. Büyü eninde sonunda bitecekti ve küçük adam bulutlardan ölümüne sürüklenebilirdi. Belki kenderin bu ihtimal için endişelenmesine gerek yoktu. Eğer merakına yenik düştüyse patlamayı daha yakından izlemeye çalışmış olabilirdi. Goblin, kenderin hâlâ buralarda bir yerde olmasını umarken buldu kendini. Ne de olsa, dedi kendi kendine, tüm işi kender yapıyordu.

Sonra goblin, elfi ve minotoru hatırladı. Elf şu an kılıcı arıyor olmalıydı ve büyülerinin yanı sıra minotor da onun tarafındaydı.

Sorun yok diye düşündü goblin birden. O elfi öldüreceğim. Hem elfi hem de minotoru. Bunu yapabilirim; bu akşam pek çok adam öldürdüm. Herkesi öldüreceğim. Çok kuvvetliyim, kimse beni alt edemez. Sadece o kılıca ulaşmam gerekiyor, tek ihtiyacım bu. Bunu hemen yapmalıyım.

Destek için bir ağaç gövdesini kullanarak dikkatlice ayağa kalktı ve tökezleyerek tepeye tırmanmaya başladı.

* * *

Alevler kuru ağaçların arasında dans edip gökyüzüne binlerce sarı kıvılcım gönderirken, hava dumanla kaplanmıştı. Bulutların altı turuncu renkle parlıyordu.

Goblin tepeyi tırmanmaya başladı, her adımı ızdırap veriyordu. Yanmış elleri dalları, dikenli otları ve taşları tutuyordu. Sanki yıllarca tırmanıyormuş gibi hissedene kadar tırmandı. Yolda bir yerde büyülü yüzüğünü kaybetti. Birkaç kere sanrılar gördü ve çok mantıklı gözüken birkaç konu hakkında saçmaladı ama hiçbirinin üstünde fazla durmadı. Bağırdı, şarkı söyledi, avuç dolusu ot yoldu, karnının üstünde süründü de süründü. Hâlâ şarkı söylüyordu, Doğu Dravinar’daki haydutların söylediği bir melodiydi ama duman ve yanık etin kokusu yüzünden öksürünce şarkısı yarım kaldı. Bir süre dinlendi sonra ayağa kalkıp etrafına baktı.

Biraz vaktini aldı ama sonunda tepedeki alevlerin sönmekte olduğunu gördü. Ve bunun elf büyücünün işi olduğunu anlaması biraz daha uzun sürdü. Goblin önündeki küçük bir ateşin sönüp, kararmış bir kül ve duman yığınına dönüşmesini izledi. Isı ve sıcaklık yaymaya devam eden bir tek kamp ateşi kalmıştı.

Sert, soğuk bir rüzgâr üstünden esince goblin titredi. Bunun hem korkudan hem de aldığı darbelerden kaynaklandığını biliyordu. O kılıcı bulmalıydı. Daha fazla devam edemezdi. Elleri ve dizlerinin üstünde ilerledi, vücudu acıyla yanıyordu. Gözleri erzak yığınını aradı.

Bunu yaparken, kampın yanmış kalıntılarının arasından birinin kendisine doğru yürüdüğünü duydu. Goblin öksürdü ve etrafına baktı.

Bir muhafız zırhı giyen kararmış bir yaratık, yaklaşırken kollarını gobline doğru uzattı. Yüzü tanınmayacak derecede yanmıştı, parmakları yoktu, sadece ellerinin kökü kalmıştı. Figür, kaskatı bir şekilde gobline yürüdü. Adam kördü ve etrafının farkında değildi, arta kalan kıyafetlerinden yükselen dumanlar yürüdüğü sırada arkasında dans ediyordu.

Goblin dehşetle çığlık attı. Kaçmayı ya da savaşmayı dahi düşünemiyordu, tek bildiği bunun ölü bir insan olduğuydu, öldürülmesine yardım ettiği ölü bir adam ve intikamını almaya gelmişti. Ölü adamlar hakkındaki tüm hikâyeleri biliyordu. Artık daha fazlasını bilmek istemiyordu.

Yanmış yaratık bir cesede takıldı ve bastırılmış bir haykırışla yere düştü. Bir anlığına kalkmaya çalıştı, sonra dümdüz yere yapıştı ve hiç kımıldamadı.

Koku tam da o an gobline ulaştı, goblinin midesi kalktı ama ölü adamdan uzağa bakmayı başardı ve tekrar sürünmeye başladı. Patlamaya yaklaştıkça daha kötülerini bulacağını biliyordu ama önemi kalmamıştı. Kılıcı bulmalıydı.

Ölmeye yüz tutmuş kamp ateşinin ışığında, kararmış bir ahşap yığını belirdi, sadece on beş metre kadar ilerideydi. Sahip olduğunu düşünmediği ani bir enerji patlamasıyla goblin bir bağırış kopardı ve hedefine ulaşmak için nelerin üstünden geçtiğinin farkında olmadan elleri ve dizlerinin üstünde hızlıca emekledi.

Sabırsız parmakları tütmekte olan kutulara uzandı. Bunların gerçekten de kamp erzağı olduğunu fark etti ama kılıcın da buralarda bir yerde olması mümkündü. Şimdi çok yakındı, sahip olabileceği güce o kadar yakındı ki bakmaya ara veremedi. Dizlerinin üstünde durdu ve solmakta olan ateş ışığının altında kutuları incelemeye çalıştı.

Ve neredeyse hemen bir kutunun diğerlerinden ayrı durduğunu fark etti. Bu bir silah kutusuydu, eskiden üzerinde ince elf oymaları vardı ama şimdi kısmen yanmıştı. Mevzu bahis kılıçtan birazcık daha büyüktü. Izdıraplı ve belirsiz bir çığlık attı, kutunun dilini ya da kilidini ararken yere düşürdü. Bir şey bulamayınca kapağını açtı ve içindekileri yere boşalttı.

Ama zaten boştu.

Gözlerini kırpıştırdı.

Kutunun içini tekrar kontrol etti.

Hâlâ boştu.

Boş.

Boş.

Arkasında, kampın olduğu yönde birisi yürüdü. Goblin arkasını döndü. Titriyordu ama yaralarının acısını artık hissetmiyordu.

“Tanrılar adına!” diye bağırdı elfin ince sesi. Suratı şoktan bembeyaz olmuştu ve havadaki korkunç kokuyu uzak tutmak için sol eliyle ağzını ve burnunu bir kumaş parçasıyla kapatmıştı. “Yaralısın! Kımıldama!”

Goblin aptal bakışlarını elfin sağ eline kaydırdı, elinde parlayan, mücevher kakmalı bir kabzaya sahip bir uzun kılıç vardı. Kılıcın ucu yere bakıyordu.

Elf, goblinin daha önce fark etmediği bir kına soktu kılıcını.

“Değişim Kılıcını atları koruyan muhafızlardan birinin üstünde buldum,” dedi elf aceleci bir şekilde. Goblinin yanına gelip yaralarını incelemeye çalıştı. “Adam kılıcı bir zar oyununda falan kazanmış olmalı. Minotor tepenin aşağısında. Köleler karşı tepelere doğru kaçtı. Seni bir dereye götürüp yıkayalım. Kender buralarda bir yerdeyse yaralarını temizletiriz. Lanet olsun, ciddi yaralanmışsın. Ateştopuna ne kadar yakındın? Uzaklaşamadın mı?”

Goblinin omuzları çöktü ve kendi içine eriyormuş gibi gözüktü. Elf uzandı ve nazikçe goblinin bir kolunu kaldırıp ona yardım etmeye çalıştı. Acı dolu dokunuş yüzünden irkildi ama ayağa kalkmadı. Yerde oturdu ve ifadesiz bir şekilde elfin ayaklarına dikti gözlerini.

“Hadi,” dedi elf. “Amacımıza ulaştık, şimdi yaralarınla ilgilenmeliyiz.” Bu sefer iki eliyle uzandı. Goblin aptal aptal elfin suratına baktı. Sonra aşağı baktı ve kılıcı gördü.

“Hadi,” dedi elf tekrar telaşla.

Goblin kıpırdandı, ayak parmak köklerinin üstünde otururken iki eliyle elfe uzandı. Sonra ani, derin bir nefes aldı ve elfin kollarının arasından ileri fırladı. Elfin yanından geçerken iki eliyle kılıcın kabzasını kavradı ve kınından çekti.

Kılıç ondaydı. Kılıç ondaydı!

“Tanrılar adına, hayır!” diye bağırdı elf, ona bakakalmıştı.

Goblin geriye doğru tökezledi, toparlanmasaydı az daha düşüyordu. Elf onu neredeyse yakalıyordu ama birden kılıç aralarına girdi. Elf kılıcı atlatıp geriye sıçradı, bir an gecikse her şey bitmiş olacaktı.

“Lütfen!” diye yalvardı elf. “Sen delirmişsin! Elinde tuttuğun şey hakkında hiçbir fikrin yok!”

Goblin bir anlığına bakakaldı sonra kahkaha attı. Gece göğünün altında tepe boyunca yankılanan vahşi, çılgın, acı dolu bir kahkahaydı. Gözleri, yanmış çirkin suratında parlayan bir çift kara top gibiydi, ağzı gece göğüne karşı açılmıştı. Göğsü, sanki aldığı her nefes onu öldürüyormuşçasına titriyordu.

“Kılıcı bana ver!” diye bağırdı elf. “Bana ver onu!”

Goblin hâlâ kahkaha atıyordu ve başını sağa sola salladı. Sersemlemiş hissediyordu, sanki ruhu bedenini terk ediyordu. Her yeri ağrıyordu. “Bu benim kılıç,” demeyi başardı, gerçi konuştuğu her kelime ciğerlerine saplanan bir hançer gibiydi. “Benim kılıç! Benim kılıç!”

“Her şeyi mahvedeceksin seni ahmak!” diye bağırdı elf. “Bu bir dilek kılıcı. Onu kullanarak Istar’la savaşabiliriz! Doğru kullanırsak kendimizi ve halklarımızı Istar’dan kurtarabiliriz! O şansa sahibiz! Kılıcı bana ver!”

Goblin başını yavaşça sağa sola salladı. Kılıcın ucunu elfe doğrultmaya devam etti, elf hücüm etmek gibi bir aptallık yaparsa diye hazırlandı. Ama goblin şu an çok yorgun hissediyordu. Sanki en son bir yıl önce uyumuştu. Kılıç çok ağırdı ve göğsü giderek daha fazla ağrımaya başlıyordu. Yutkunmaya çalıştı ama bu eylem de canını çok yaktı.

Elf duruşunu korudu, eğilmiş bir pozisyonda kolları gobline uzanmıştı. Sonra yavaşça kollarını indirdi ve ayağa kalktı. “Peki,” dedi elf, bu sefer farklı, daha düz bir ses tonuyla. “Bilmem gerekirdi. Madem böyle olmasını istiyorsun, o zaman…” Elf ellerini havaya kaldırdı. “Başka seçeneğim kalmadı.”

Elfin elleri parlamaya başladı.

Goblinin ağzı açık kaldı. Kılıcını kaldırdı ama dileğini hatırlayamıyordu!

Aliakiadam Vithofo Milgreya!” diye bağırdı elf. “Somalitarak Ciondiamal Freetra…”

Büyük, karanlık bir şekil elfin arkasındaki çalılıklardan yükseldi, devasa kahverengi gövdesi ve uzun boynuzları, ölmekte olan ateşin ışığına karşı gölgelenmişti. Goblin minotoru gördü ve vahşi bir bağırışla geriye düştü. Sırt üstü çakıldı ve nefesi ciğerlerini terk etti. Kılıcı bırakmadı, sadece önünde tutmaya devam etti.

Minotor kollarını devasa bir yay çizerek savurdu. Kara demirden zinciri savrulup elfin sırtına çarptı, bir devin çekici gibi onu ezdi. Elf öne doğru havaya uçtu ve bir yığın halinde yere çakıldı. Ellerindeki büyü bir an daha parıldadı ve sonra solup gitti.

Elf yerde kıvrandı, nefes almaya çalıştı. Göğsünün üstünde yükselip kendini minotorla yüzleşmeye zorladı. Elfin göğsü inip kalkıyordu ve yüzü korkunç bir acıyla gerilmişti. Goblin ateş ışığı altında, elfin sırtının karanlık ve ıslak bir lekeyle kirlendiğini gördü. Kımıldamaya ya da düşünmeye cesaret edemeyen goblin, ayağa kalkıp elfle yüzleşen minotora baktı. Minotorun büyük ellerinde uzun kara zinciri sallanıyordu, bir başka saldırı için hazırdı.

Goblin dileğini hatırlamaya çalıştı ama aklına gelmedi. Hiç düşünemiyordu.

“Pekâlâ,” dedi minotor ticaret dilinde. “Bana bir büyü fırlatmayacak mısın?”

Elf inledi, nefes almakta zorlanıyor gibiydi. Goblin devasa kahverengi canavara baktı ve nefes almayı tamamıyla unuttu.

“Sen… Konuşabiliyorsun,” demeyi başardı elf.

“Çok güzel,” dedi minotor. Kelimeler ağzından tembelce çıkıyordu ama ticaret dilini mükemmel bir aksanla konuşuyordu. “Dünyanla ilgili daha önce öğrenmediğin bir şey daha öğrendin. Elflerin  bilgiye değer verdiğini duymuştum, öyleyse bu bilgi sana öteki yaşamında iyi hizmet edecek.”

“Bekle!” dedi elf, soluklanmaya çalışarak. “Sadece bekle. Kılıcı… Bulmak için… Yola çıktık… Böylece… Onu… Ortak düşmanımız… Istar’a karşı… Kullanabilecektik… Biz…”

“Hayır,” dedi minotor. “Her birimiz kılıcı kendimiz için kullanmak üzere yola çıktık.” Minotor goblinden tarafa kısa bir bakış attı. “Sanıyorum ki goblin dostumuz sadece güç istiyor. Belki bir tanrı olmak istiyordur. Ama benim kılıca ihtiyaç duyma sebebim çok daha basit.”

Goblin rüya görüp görmediğini merak etti. Elf kendini biraz kaldırmayı başardı ama oturamıyor gibi gözüküyordu; kendini tekrar yere bırakırken yüzü kasıldı, göğsü tekrar toprağa değiyordu, soluk alıp verişi hızlanmıştı.

“Beni duymamış gibisin,” dedi minotor. Yumruğuna sarılı zincir hafifçe sallandı.

“Hayır! Duydum!” dedi elf hızlıca. “Neden? Neden?”

“Çünkü dünya böyle işliyor; sadece güçlülerin yönetmeye hakkı vardır ve güçlüler bunu başarabilmek için ellerindeki her şeyi kullanmalıdır. Çünkü gerçek güç kaosla, tüm sınırların, yasaların ve limitlerin yok oluşuyla açığa çıkar, böylece her varlık yönetebilmek için bir diğerine meydan okuyabilir. Kılıcı aldığımda, medeni dünyanın kıyametini dileyerek bir denizden ötekine, sonsuza kadar dünyayı yönetme şansımı garantiye alacağım. Halkım ve ben sonunda özgürlüğümüze kavuşacağız ve bu mutsuz, işkenceye uğramış diyardan arta kalanlara hükmedeceğiz.”

Elf, minotora bakakaldı. “Delilik,” diye fısıldadı.

“Senin bu kılıçla Istar’ın gücünün bir kısmını yok etme umudundan daha delice değil. Sen de kendi meşrebince kaosun kapılarını açacaksın ama akabinde dünyadaki adaleti ve düsturu olduğu gibi bırakacaksın. Yasaları çıkartıp orduları yönetenler, muhtemelen minotorları Istarlılar’ın yaptığı gibi hor göreceklerdir ve ırkımızı kölelikten kurtarmaya o kadar da istekli olmayacaklardır.”

Goblin, elfin belinin kırıldığını düşündü, gerçekten de öyleydi ama elf konuşabilecek gücü kendinde bulmuştu. “Eğer kılıcı… Beraber kullanırsak… Istar’ın… Üzerimizdeki hükmünü… Kırabiliriz!” diye yalvardı. “Kölelik sistemini… Ölümleri… Ve önyargıları… Yıkmaya başlayabilir… Ve özgür olabiliriz… Yeni bir… Dünyaya… Sahip olabiliriz!”

“Bu göreve çıkmadan önce büyülerinden biriyle beni köleleştirmeye çalışmadın mı?” diye sordu minotor, kalın bir kaşını kaldırarak. “Yeni dünyanın bir örneği buysa, itiraf etmeliyim oldukça eksik buldum. Sırf irade gücümle o büyüyü üstümden attım. Bu vahşi yaban topraklarda, o acınası kender tarafından bulunana kadar da irade gücümle hayatta kaldım. Ayrıca köleliğe ve öldürmeye bir itirazım yok, tabii köle alıp öldürenler minotorlar olduğu sürece. Dünya böyle işliyor. Siz elfler o ormanlarınızdan arada bir çıkıp dünyanın nasıl işlediğini görmelisiniz.”

Minotorun büyük burnundan ter damladı. “Bu yeterince uzadı. Bu akşam yeterince eğlendin. Ve şimdi biraz da ben eğleneceğim.” İleri bir adım attı, kolları ve zinciri bir ileri bir geri sallanıyordu.

Elf bir elini kaldırdı. “Elekonia Xanes” dedi, işaret parmağını minotora doğrultarak.

Damar gibi atan beyaz ışıktan bir  dalga elfin parmağından fışkırdı ve minotorun göğsüne çarptı. Yaratık geri çekildi ve başını havaya kaldırıp ızdırap içinde kükredi. Sonra delirmiş bir halde ilerledi ve uzun zincirini elfin kafasına indirdi. Goblin sonunda kendine geldi ve yoldan çekilmek için yuvarlandı.

Zincir çarptığında elf boğuk bir çığlık attı. Goblin zincirin tekrar ve tekrar çarpmasını dinledi ve uzaklaşmak için yuvarlanmaya devam etti.

Sonra dileğini hatırladı.

Kusursuz bir şekilde hatırlıyordu.

Yuvarlanmayı bıraktı ve kılıcı kabzasından tutarak göğsüne yerleştirdi. Minotorun zincirinin ezme ve şıngırdama seslerinden uzağa baktı.

“Dilerim ki…” diye başladı goblin öksürerek, göğsü yanıyor ve elleri titriyordu. “Keşke…”

Minotorun toprak yaran kükremesi tam arkasında yankılandı. Panikleyen goblin, minotor üstüne atlarken kılıcı kaldırdı.

* * *

Soğuktu ama goblin soğuğu pek hissetmiyordu. Toprağın soğuğu vücuduna ve oradan da kemiklerine sızıyor gibiydi ama bu his çok uzak geliyordu ona ve gerçek gibi değildi. Hiç acı hissetmiyor olması garipti. Bir sebepten, hissedebiliyor olması gerektiğini düşündü.

Birisi ona sesleniyordu, yakınındaki birisi. Goblin gözlerini açtı ve karanlık, gri bulutların gökyüzünde toplandığını gördü ve rüzgârın ağaç dallarına çarptığını duydu. Soğuk ve ıslak bir şey alnına çarptı. Yağmur olabilirdi.

Yeni bir ses duydu. O aptal kenderdi. Ağlıyordu. Goblin kıpırdandı, kenderin olduğu tarafa bakmaya çalıştı ama pek de hareket edemiyordu. Nefes almakta güçlük çekti.

Ayak seslerinin kendisine doğru yaklaştığını duydu. Küçük soğuk eller yanağına dokundu ve toprağı ve kanı temizledi. Başını çevirdiğinde karman çorman kahverengi saçlara ve aynı renkte gözlere sahip o ince yüzü gördü.

“Hayatta mısın?” diye sordu kender, sesi neredeyse kesilecekti. “Kımıldadığını gördüm. Lütfen hayatta olduğunu söyle.”

Goblin dudaklarını yaladı. Ağzı çok kurumuştu ve iğrenç bir tat alıyordu. “Evet,” dedi. Konuşmak canını yakıyordu, rüzgâr neredeyse sesini boğacaktı.

“Burada olmadığım için üzgünüm,” dedi kender, hıçkırıklarını bastırarak. Elleri goblinin yüzünü temizlemeye devam etti. “Dün akşam patlama ve rüzgâr yüzünden kayboldum ve bir çalı yığınının içine çakıldım. Yüksekten düştüm, dikenlere takıldım ve neredeyse bileğimi burkuyordum. Neler oldu?”

“Kavga…” demeyi başardı goblin. Kender onu öldürene kadar konuşacak mıydı? Gerçi her şekilde öleceğinden şüpheleniyordu. Sonra hatırladı. “Minotor…” diye fısıldadı korku içinde, etrafına bakmaya çalıştı.

“Minotor orada.” Kender, bakmadan bir koluyla sağ tarafına doğru işaret etti. “Üzgünüm. O… Öldü.” Kender tekrar ağlamaya başladı ama güçlükle durdurdu kendini. “İnsanlar onu mücevher kılıçla öldürmüş. Elf de ölmüş. İnsanlar onu öldüresiye dövmüş. Senin de ölmeni istemiyorum.”

Ani bir eforla goblin birkaç santim doğrulup kenderin işaret ettiği yöne baktı. Minotor kirli, kahverengi bir yığın halinde yerde yatıyordu, kılıcın gümüş ucu sırtından dışarı çıkmıştı. Goblin, minotorun kükreyerek kılıcın üstüne atıldığını, tüm cüssesinin goblinin suratına ve göğsüne çarptığını hatırladı. Sonra kılıç ciğerini ve kalbini deşerken, minotorun korkunç bir inlemeyle ayağa kalkıp nefes almaya çalıştığını da hatırladı.

Goblin sakince tekrar yattı, göğsünde yükselen ağrıyla savaştı. Mutlu olmalıyım, diye düşündü. Bir minotor öldürdüm. Ama çok yorgun hissediyorum. Kımıldamama bile değmez. Artık tek istediğim… O…

“Kılıç,” diye fısıldadı goblin. Ölü minotora ulaşmaya çalıştı. “Kılıç.”

Kender gözlerini sildi ve duyabilmek için yaklaştı. “Ne?”

“Kılıç,” dedi goblin. Tekrar ona ulaşmaya çalıştı. Her şey kararıyor gibi gözüktü ve bu onu çok korkuttu. Ama eli kenderin elini yakaladı ve artık daha az korkmuş hissediyordu. Aptal kender, diye düşündü. Ve dünya yavaşça kayıp uzaklaştı.

* * *

Arabalardan birinde kürekler vardı. Aralıklı yağan yağmur yüzünden kenderin üç arkadaşını gömecek kadar büyük bir çukur kazması tüm gününü aldı. Goblin kılıcı istemişti, bu yüzden kender, kılıcı minotorun göğsünden çıkartıp çeliğine dokunmadan kabzasından tutarak onu dikkatlice temizledi. Kılıcı kaldırıp ölü goblinin yanına koymaya hazırlandı.

“Dilerim ki…” diye fısıldadı kender, sonra gözlerini kapatıp ailesinin kendisine öğrettiği sözcükleri hatırlamaya çalıştı. Veda dualarının sadece son kısmını hatırlayabiliyordu, o yüzden bunları söyledi. “Huzur içinde bir yolculuk geçirmenizi dilerim ve umarım yolculuğunuzun sonunda beni bekliyor olursunuz.”

Gözleri kapalı olduğu için konuştuğu sırada kılıcın hafifçe parladığını görmedi. Kılıcı goblinin eline yerleştirdiğinde ışığı da soldu gitti.

Kender çukurun yarısını toprakla, kalan yarısını da kurtları ve diğer yaratıkları uzak tutabilmek için kayayla doldurdu. Ertesi günün şafağına kadar çalıştı. Istarlı askerleri olduğu yerde bıraktı. Sonra eve gitti.

Yağmur, tüm tepeyi dövmeye başladı. Dakikalar içinde tüm bölge soğuk, kör edici bir sağanakla yıkanmaya başlamıştı…

Yazan: Roger E. Moore

Çeviren: Sencer Coşkun

Editör: Kayra Keri Küpçü

Kitap: The Reign of Istar (Dragonlance: Tales)

Bu İçeriğe Oy Verin

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu

Log In

Forgot password?

Forgot password?

Enter your account data and we will send you a link to reset your password.

Your password reset link appears to be invalid or expired.

Log in

Privacy Policy

Add to Collection

No Collections

Here you'll find all collections you've created before.