Neden Hep Seçilmiş Kahramanlar?
Karşılaştığımız fantastik eserlerde kahramanımız hep bir şekilde seçilmiş veya özel birisi oluyor. Bu şekilde kahramanların çok beğenildiğini görüyoruz.
Peki neden ilk yazılı efsaneden beri bu böyle süregeliyor?
Başlangıçta özel olanlardan bahsedecek olursak, kimisi bir şekilde seçilmiş ruh, reenkarne olan kişi veya belli güçleri olan hanedandan gelen kimse. Girişte de bahsettiğim üzere bu durumla çok sık karşılaşıyoruz. Bu konuyu biraz deşmek istiyorum.
Hayal dünyamızda, günlük yaşantımızda olamayacak imkansız olaylar gerçekleşiyor. İnsanlar hayal kurarken olaylar yaratıyorlar, bu olayları ne kadar hayal dünyasında olsa da öncelikle kendi günlük hayatlarındakine benzer birinin çözemeyeceğini düşünüyor olabilir. Eseri yaratanın hayal dünyasında hikayeye daha estetik bir duruşta katıyor olabilir.
Okuyucuların penceresinden bakacak olursak, günlük hayatlarından uzaklaşmak istediklerinde bu tarz eserlere başvuruyorlar ve kısmen gündelik hayattan uzaklaşmalarına yardımcı oluyor. Özellikle hayat koşulları zor olduğundan iyiliği seçmeden önce, kötülük tarafından zarar gören kahramanları okuyucular daha kolay benimsiyor. Okuyucular kendi hayatlarındaki sorunları çözerken buradan esinlenip kendi hayal dünyalarına dalabiliyorlar.
Kendimce neden sorusuna cevap düşündüğümde bunlar geldi aklıma. Tabii ki bu alanda daha deneyimli okuyucular daha iyi cevaplar bulacaktır. Bir okuyucu olarak hayal dünyamızın böyle kahramanlarla zenginleşmesi çok güzel.
bu yalnızca fantastik edebiyata has bir şey değil. ne kadar özel olursa olsun, ne kadar kendimizi adamış olursak olalım bu aynı zamanda ticari bir iş ve bu kitapların satması gerekiyor. sadece edebiyat dahilinde de düşünmemek lazım üstelik, baş rol takıntısı yazılı – görsel her türlü eseri ilgilendiren bir şey.
iyi – kötü ayrımından ya da karakterin çok çileler çekmesinden ziyade okuyucunun kendisi ile özdeşleştirebileceği “heroic” bir karakter arıyor olması eser sahiplerine de çok fazla seçenek bırakmıyor olsa gerek. sonuçta çoğunlukla sam gamgee ya da tasslehoff burrfoot değil; drizzt ya da belgarion olmak istiyoruz.
“Seçilmiş Kişi” klileşi de tıpkı “kehanet” klişesi gibi hatta ikisi esasında aynı şeydir. Yazar, oturur bir olaylar silsilesi tasarlar ama olayları başlatacak o ilk sebebi bulamaz, uygun bir gerekçe uyduramaz, karakterine gerekli motivasyonu sağlayacak bir geçmiş yazamaz… Falan filan, böyle eksiklikler olduğunda kurguyu en kolay kapatma yolu bu oluyor. “Hacım sen dünyayı kurtarabilecek yegane adamsın!” “Neden?” “Çünkü bir kehanet var ve sen seçilmiş kişisin.” Oh, neden-sonuç ilişkisi, karakter derinliği, motivasyon falan yok, gerek de yok, öyle seçmişler işte. Şahsen seçilmiş kişilerin nedensiz kehantlere göre dünyaları kurtardığı kurgular zerre kadar cezbetmiyor, başarısız buluyorum onları. Neredeyse tüm fantastik kurguların böyle olması da bambaşka bir dert.
Bence bu mitolojiden kaynaklanan bi şey. Çoğu fantastik eserin mitolojik hikayeleri taban alarak yazıldığını biliyoruz. Zamanında insanları inandırmak için ortaya atılan seçilmiş kişi kavramı hala canlı kanlı duruyor. “Ooo sen seçilmişsin, büyük güçler seçmiş seni, tanrılar, kader falan seçmiş sen yaparsın bu işi be, hadi geliyorum peşinden” diyen bi zamanın eski yunanı, mısırı, azteki, mayası, arabı kısaca bütün insanlık binlerce yıla rağmen pek değişmeyince kitaba bunu yaparak okuyucuyu bağlamak daha da kolaylaşıyor. Önceden iyiydi de şimdilerde bu sırrı çözdüler sıkmaya başladı her kitap aynı arkaplanı alınca. Bunun yerine tesadüflerle bi kahraman yaratmak her zaman daha eğlenceli ve kaliteli bence.
Bu geleneğin protestosu olarak anti-kahramanlar ortaya çıkıyo ama bu sefer de anti-kahramanlara özgü klişeler baş gösteriyo. stereotypes, stereotypes everywhere