Dracula Efsanesi
Senelerden beri internette bulunan “Dracula Efsanesi” adlı makalevî incelememin son halini okumaktasınız. Çocukluğumdan beridir topladığım araştırma notlarının bir araya getirilmesiyle 2004’te yazılıp 2006’da bilgisayara aktarılan bu makale, 2013’te bir kere daha güncellenmişti. Ancak 2013’ten 2015’e yapılan yeni araştırmalar ve bazı bilgi hatalarının saptanması bu incelemenin bir kere daha düzeltiden geçirilmesini gerekli kıldı. Tarih araştırmalarına aşina olanların bilebileceği gibi elbette son düzeltme de olmayacak. Nitekim araştırmalarımın ilk adımı, topladığım bilgilerin seneler içerisinde yanlışlanması ve daha doğrulanmış bilgilere ulaşılmasıyla başlamış, bu araştırma serüveni bu günlere kadar gelmiştir. Bunun haricinde eklenecek yeni bilgiler de araştırmalar esnasında bulunabiliyor ki işte tüm bu çileye katlanma gücü veren biraz da bunun heyecanı oluyor. Tabiri caizse oturup baştan yazdığımı söyleyebilirim.
Girizgâhın ardından gelelim meşhur Dracula’ya… Osmanlı Devleti’ne başkaldıran bir voyvoda iken, bugün korku sinemasının ve edebiyatının, daha da ziyade Romanya turizminin önemli bir sermayesi haline gelen Vlad Dracula’ya… Tüm zamanlar boyunca kendisinden daha popüler olmaya aday karakterler yazılsa da (Lestat, Edward vb.) hem edebiyat hem de sinema klasiği olmaya devam edecektir. Gün ışığı altında “yaldızlı sahne ceketi” misali parıldayan türdeşlerine karşın, dünya üzerinde hala popüler olan pelerinli, şatolu vampir imajının müsebbibi olarak düşler âleminde gezintisi de sürecektir.
Neticede Stoker’dan bile önce edebiyat eserlerine konu olmuş, kendi efsanesini yaratmış bir figürden bahsediyoruz. Peki, bu kadar popüler olmasını neye borçlu? Dönemindeki diğer soyluların da iktidarlarını sağlamlaştırabilmek adına korku yaratmak için sıklıkla kanlı cezalandırmalara başvurduğu bir dönemde o aradan nasıl sıyrılmıştı?
İşte bu sorunun ve daha nicelerinin yanıtını bulmak için tarihin tozlu sayfalarına uzanmak lazım…
Drakula’nın Kökleri
Her ne kadar Drakula bize hayal ürünü gibi gelse de, kökleri açısından tarihi bir şahsiyete dayanmakta. Vlad Drakula olarak bilinen bu şahsın pek çok isimlendirmesi varsa da kendi dönemindeki isimlendirmeye en yakın olanın bu olduğunu bilmekteyiz. Mesela onun el yazısından 1475 tarihli unvanı ile adı şu şekildedir: WLADİSLAUS DRAGWLYA WAİWODA PARTİUM TRANSALPİNARUM. Yani: “Transalpinarum’dan Voyvoda Vladislaus Drakula”. Transalpinarum Roma döneminden bulunduğu bölgenin adı, Transilvanya da mesela “ormanların ötesindeki yer” anlamına gelir) “ anlamındadır. Kuvvetle ihtimal geldiği bölgeye atıfta bulunmaktadır. Resmini burada göreceğiniz bir diğer versiyonu ise hem Latince hem de Romence yazılmıştır: WLADİSLAUS DRAGWLYA “PRİN” TRANSALPİNARUM. Burada Romence “prin” dikkat çekmektedir, bu da “tarafından” gibi bir anlamına gelmektedir, yani “Transalpinarum’dan Voyvoda Vlad Drakula” şeklinde okunabilir. (Drakula’nın imzası dâhil bazı tarihi metinlerden örnekler şu bağlantıdan okunabilir. Romence olması gözünüzü korkutmasın bazı kelimeler gözünüze fazlasıyla aşina gelecek: http://asztrorege.blogspot.ro/2011/02/wladislaus-dragwlya-i.html) Drakula’nın bu bölge adını yazmasının nedeni biraz da bölge üzerindeki hâkimiyet iddiasıyla bağlantılı… Nitekim Braşov belediye başkanına yazdığı mektupta da “WLADİSLAUS PRİN TRANSALPİNARUM WOYVODA SĂİ(?) WALLACHİA(?)” yazmaktadır; muhtemelen: “Transalpinarum’dan Wladislaus Wallachia’nın (Eflak) Voyvodası”. Bazı Latince kayıtlarda da Draculia, Dragulus, Dragulo, Draguli şeklinde de zikredilmektedir bu isim.
Bölge; o dönemdeki Romanya topraklarıdır ki bugünkü haline gelmesi önce; 1878’de Berlin Antlaşması’yla Osmanlı’dan bağımsızlığını kazanan Eflak ile Boğdan’ın Romanya Krallığı’nı teşkil etmesiyle, ardından da 1920 Trianon Antlaşması ile Erdel (Transilvanya) bölgesini Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndan alması sonrasındadır. Drakula’nın yaşadığı XV. yüzyılda ise üç ayrı bölge söz konusuydu. Bugünkü Moldova’ya (bir dönem Moldavya veya Besarabya) denk düşen Prut ve Dinyester nehirleri arasındaki bölgeye Osmanlılar: “Boğdan” diyordu. Boğdan adı XIV. yüzyılda Maramureş’te oturan bir Ulah (Valah, Eflaklı) soylu ailesinin Macar Krallığı’na karşı isyan edip bu bölgeye gelmesiyle ilk müstakil devleti kuran Voyvoda Bogdan’dan gelmektedir. Besarabya adı da XIV. yüzyılda “Basarab Hanedanı”nın kurucusu olan Eflaklı I. Basarab İvanko’dan gelmekte olup bu şahıs “Kurucu” (Romence: Întemeietorul) lakabıyla anılmaktadır. İsminden ötürü (Basar Aba) Hristiyan Kuman asıllı olduğu öne sürülmektedir.
Meşhur Dracula Ailesi (Draculeşti) ve Dan Ailesi (Daneşti) de bu soydan gelmektedirler. Şöyle ki İvanko Basarab’ın (hâkimiyeti 1310-1320) oğlu Nikola Aleksandru’nun (1320-1364) iki oğlu vardır: I. Radu ve I. Vladislav. 1364’te babası Nikola ölünce yerine I. Vladislav geçer ve 1377’ye dek tahtta kalır. Öldükten sonra kardeşi I. Radu tahta geçer ve 1383’e dek hüküm sürer. Onun da iki oğlu olur; Mircea cel Batran (Büyük Mircea) ve ayrı anneden I. Dan. Mircea’nın oğullarından Drakula’lar çıkmışken, Dan’ın soyundan da Dan ailesi çıkar ki bu iki aile Eflak hakimiyeti için hayli kanlı mücadelelere girerler. Mircea’nın oğlu Vlad Drakul, torunu da III. Vlad Drakula’dır. Dan’larla birlikte diğer boyarların üzerinde bir konuma sahiplerdi ki Drakulaların (Romence: Draculeşti) gücü dönem dönem daha ağır basmıştır.
Bunlardan önce Basarab’ın hüküm sürdüğü bölge Eflak’ın batısında bulunan Oltenia isimli bölgedir ve Basarab da buralı bir boyar ailesine mensuptur. Karpat Dağları ile Tuna Nehri arasında kalan topraklar o dönemde Eflak (Valakya-Wallachia-Ulahya) olarak adlandırılmaktaydı. Romenlerin bu bölge için kullandıkları bir diğer isim ise “Romenlerin yurdu”dur. Balkanlarda Latince’ye benzer bir dili konuşan Roma kökenli bir başka millet olan Ulahlara da bu isim verilmiştir. Bu bölgeye Romenler, “Romenlerin yurdu” demektelerdir ki bu kültür bölgede daha baskındır. Karpat Dağları’nın ortasında kalan bölge ise Erdel’dir. Macarcadan Romence’ye: “Ardeal” veya “Ardealul” olarak geçen “erdely” (ormanın ötesi) kelimesinden gelmektedir. Uzun yıllar Macar idaresinde kalan bölge, Romanya’ya bağlandıktan sonra Latince (Roma geçmişine binaen) “ormanların ötesindeki ülke” anlamında “terra ultra silvas”tan “Transilvanya” adını almıştır.
Moldova’da Slav kültürünün, Erdel’de (Transilvanya) Alman ve Macar kültürünün etkisi bariz bir şekilde görülürken, Eflak’ta Rum tesirine karşın büyük oranda Romen kültürünün etkisi söz konusudur. Keza bugünkü Romence, imla ve telaffuz açısından Eflak’ta konuşulan dildir. Mesela meşhur Boğdan voyvodalarından Prens Dimitri Kantemir, 1711 öncesinde Fenerliler rejimi öncesindeki Boğdan voyvodalarının silah muhafızlığından ve cezaların infazından sorumlu boyarlara “armaş” denildiğini kaydetmektedir. Voyvoda Vlad Drakula’nın Eflak’ta (1400’lerde) cellatlardan ve infazcılardan oluşturduğu birliğinin adı da “armaşi”dir.
Peki, Osmanlılarla nasıl karşılaşmışlardır? Bu kısım biraz fazla tarihi detaya sahip olmakla birlikte mevzunun başlangıcını merak edenler açısından hayli ilgi çekici olabilir…
Osmanlı-Eflak İlişkilerinin Başlangıcı…
Yukarıda bahsedilen İvanko Basarab’ın oğlu Nikola Aleksandru, 1330’larda Macar Krallığı’nın istila hareketini savuşturmuş güçlü bir idarecidir ancak ölümünden sonra onun yerine tahta geçen ve Argeş merkezli bir idare tesis eden I. Vladislav, Macar hâkimiyetini tanımak zorunda kalır. O esnada 1360’lara doğru Trakya bölgesine çıkarmalar yapan Osmanlılar, Edirne’yi alıp Balkan arazisine uzanan akınlar gerçekleştirince Balkan devletleri arasında Macar Kralı I. Lajos’un başını çektiği bir ittifak kurulur. Pirlepe hâkimi Sırp Vukasin, Bosna Prensi gibi soyluların yanına Eflak hâkimi olan I. Vladislav da katılır.
Çirmen veya Sırp Sındığı Savaşı’nda Edirne yakınlarında Meriç Nehri’nde baskına uğrayarak dağılan bu ordu, Osmanlı Eflak ilişkilerinin de başlangıç noktası sayılabilir. Ancak doğrudan cenge tutuşmalarından önce Eflak ile Bulgar Krallığı arasında çarpışmalar husule gelmiştir. Vladislav öldükten sonra yerine geçen I. Radu (1375-1386) döneminde Bulgarlar, Eflak’a bağlı olan Silistre’yi ele geçirince, Radu’dan sonra tahta geçen oğlu I. Dan, Bulgar Krallığı için çarpışan İvan Şişman ile İvan Stratsimir kardeşlerin taht kavgasına müdahil olur. Akrabalık ilişkilerinden ötürü desteğini Stratsimir’den yana koyar çünkü Stratsimir’in ikinci karısı Eflaklı Anna Basarab, Nikolas Aleksandru’nun kızıdır. Ayrıca Stratsimir, Eflaklı Theodora adlı bir prensesin de oğludur ki bu prenses de I. Basarab’ın kızıdır, bir kuzenlik vardır. Ancak Eflaklı boyarların kendisinden desteği çekmesi nedeniyle (Eflak boyarlarının siyasi çıkarları ters düşünce idarecilerden destek çekmeleri Eflak tarihinin mühim bir kısmında görülebilir) bu destek yarım kalmış, Şişman’a karşı savaştıktan sonra ona esir düşerek öldürülmüştür. Onun ölümü daha güçlü bir Eflak prensinin hâkimiyete geçişinin önünü açmıştır: Büyük Mircea (Osmanlı kaynaklarında Mirça-Mirçe)…
Torununu aratmayacak denli zeki ve tam bir politikacı olan Mircea (1386-1418) önce Kral Şişman’ın desteğini sağlayarak Eflak’a hâkim olmuştu. 1389’da yapılan Birinci Kosova Savaşı’na gönderdiği birliklerin tamamı imha olduktan sonra 1391’de Firuz Bey komutasındaki Osmanlı akıncıları ilk defa Tuna Nehri’ni aşıp Eflak’a girmişlerdir. Bu akının ardından Sultan Yıldırım Bayezid’in (1389-1402) Anadolu seferleriyle meşgul olmasını fırsat bilerek kış koşullarında donmuş olan Tuna’yı aşıp Silistre’deki Osmanlı birliklerine saldırmış ve Karinabad ovasına kadar inerek bölgeyi tarumar etmiştir. 1392’de yahut 1394’te Yıldırım Bayezid bu harekâtın misillemesi olarak bizzat Eflak seferine çıkmış, Vidin üzerinden Kalafat’a geçip Sırp soylularının ve askerlerinin de Osmanlıların yanında katıldığı birkaç savaşta (Rovine müsademesini müteakiben) Mircea kuvvetleri imha edilmiştir.
Osmanlı kuvvetleri, Erdel’e kaçıp Macarlara sığınan Mircea’nın ardından Eflaklı Uzurparotul (Gaspçı, mütegallibe anlamında) I. Vlad’ı (1394-1397) tahta çıkarmışlardır ki bu şahıs I. Dan’ın oğludur. 1396’da Niğbolu Savaşı öncesinde Macarların desteğiyle tahta yeniden çıkan Mircea bağımsızlığını kısa bir süre sürdürebilmiştir.
Niğbolu’daki Osmanlı zaferinin ardından 1397’de Yıldırım Bayezid’in ikinci bir Eflak Seferi düzenlemesi neticesinde Osmanlı hâkimiyetini (iç işlerinde bağımsız, dış işlerinde Osmanlı’ya bağımlı) kabul ederek haraç (vergi) göndermeyi taahhüt etmiştir. Drakula’nın dedesi Mircea, Ankara Savaşı’ndan sonra (1402) Osmanlı’da Fetret Dönemi başlayıp şehzadeler birbirleriyle mücadeleye tutuşurken fırsattan istifade ederek bu mücadeleye dâhil olmuş, Rumeli’ye geçen Musa Çelebi’ye yardım etmiş ve Sımavna Kadısıoğlu Şeyh Bedrettin Olayı’nda da rol oynamıştır! Nasıl mı?
Musa Çelebi, 1408’de Karadeniz üzerinden Eflak’a geçtiğinde Mircea bunu fırsat sayarak onu çok iyi karşılayıp destek sözü vermiş, bu sözü kuvvetlendirmek için kızlarından biriyle Musa Çelebi’yi evlendirmiştir. (Bu Eflaklı prensesten Musa Çelebi’nin bir kızı olmuş Mircea hasebiyle Vlad Drakula’nın büyük halası olan bu kız çocuğu 1409’da ölmüştür.) Musa Çelebi böylece Rumeli’de Süleyman Çelebi’ye karşı kurduğu orduya Tuna ve Dobruca boylarına yerleşmiş Türkmenlerden ve Rumeli beylerinden, sipahilerinden başka pek çok sayıda Eflaklı askeri de dâhil etmiştir. Bulgaristan’a da inerek oradaki boyarların da desteğini sağlamış, Yanbolu’da Süleyman Çelebi’ye bağlı Rumeli beylerbeyini yenilgiye uğratarak 1410’da Edirne’ye girerek Gelibolu’ya kadar inmiştir. Onun bu hamlesi üzerine şehzadelerden Süleyman Çelebi, Bizans desteğiyle Konstantinopolis (İstanbul) üzerinden Edirne’ye geçmiştir. Tarihin cilvesi, bu sayede bir başka şehzade Çelebi Mehmet, Amasya’dan gelerek Bursa’yı ele geçirebilmiştir ki, Fatih Sultan Mehmed’in dedesi olan bu şehzadenin Osmanlı hâkimiyet mücadelesinde önü açılmıştır.
Musa Çelebi, Hasköy’de Süleyman Çelebi’ye yenilince bir yandan Sırp despot Stephan Lazareviç’e sığınırken diğer yandan da Yanbolu ve Çirmen ormanlarında çete savaşlarını sürdürmüştür. Temmuz 1410’da bir kere daha Emir Süleyman’a yenilmişse de ertesi yıl yeni bir orduyla Edirne yakınlarına gelerek Süleyman Çelebi’ye bağlı kuvvetleri ortadan kaldırıp onu da yakalatıp öldürttükten sonra burada hükümdarlığını yeniden ilan etmiştir. Bu esnada Rumeli’ye geçerek Edirne’ye yerleşmiş olan ve faaliyetlerini buradan sürdüren meşhur Şeyh Bedrettin de, Musa Çelebi’nin hükümdarlığında “kazasker” tayin edilir.
Anadolu’ya hâkim olan Çelebi Mehmed, Rumeli’ye gelip 1413’te kesin olarak hükümdar olunca Şeyh Bedreddin’i bu görevden azlederek maaş bağlatarak İznik’e göndermiştir. Şeyh Bedreddin, eski müritlerinden Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in Aydın ve Manisa’daki etkinliklerini haber alınca hacca gideceğini söyleyerek Kastamonu’ya gitmiş, deniz üzerinden Eflak voyvodası Mircea’nın ülkesine geçmiş, ondan destek görmüştür. Eflak’tan ayrılır ayrılmaz Osmanlı topraklarına girip Silistre, Dobruca ve Deliorman taraflarında birçok kimseyi peşine takıp Deliorman’da ayaklanmıştır. Börklüce ve Torlak ayaklanmalarının bastırılmasının ardından bilindiği üzere yenilgiye uğratılmış, yakalanarak Serez’de idam edilmiştir. İşte Mircea, Osmanlı tarihinde böyle de bir rol oynamıştır.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi adlı eserinin ilk cildinde bir anekdot verir ki hatalıdır. M. Tayyip Gökbilgin’in eseri olan “15-16. yüzyıllarda Edirne ve Paşa Livası”nda, tahrir defterlerinden birinde “Mirçe veled-i Çepuş” kaydı ile birinin geçtiğini, bu nedenle Mircea’nın babasının adının Çebuş-Çepeş olabileceğini söyler. Hata şuradadır ki, Tayyip Gökbilgin’in eserinde bu isim geçmektedir ama belge hicri 895 yani miladi 1489-90 tarihi verilmektedir, “Mirçe veled-i Çepuş, voyvoda-i Eflak” şeklinde yazılmıştır. O tarihlerde bu isme uyan birisi, III. Mircea Dracula olabilir. Vlad Drakula’nın oğlu Günahkâr Mihnea’nın (cel Rau) oğlu olduğundan dedesine nispetle “Çepeş-Kazıklı evladı” anlamında isimlendirilmiş olması muhtemeldir.
Osmanlı Devleti yeniden otoriteye kavuşunca, oklar tekrardan Eflak üzerine dönmüş 1416’da Mircea’nın yeğeni I. Dan’ın oğlu II. Dan ona meydan okuyarak Osmanlı desteğiyle hem Mircea’ya hem Macarlara karşı durmuştu. Mircea, yeniden Türklerle anlaşmayı kabul edince Eflak üzerindeki Eflak-Osmanlı çatışması durmuş lakin 1419’da ölünce Macarların Mircea’nın oğlu Eflaklı I. Mihael’i desteklemesiyle, buna karşılık Osmanlıların da II. Dan’ı desteklemesiyle yeniden başlamıştır.
Eflak’ın tarihi bir müddet daha Osmanlı-Macar çatışmasına göre şekillenmeye devam eder. II. Dan, I. Mihael’i mağlup ederek öldürtse de Macarların desteğini küçümsemeyerek onlarla da anlaşır. 1431 senesine kadar hüküm süren bu prens de bir başka Osmanlı hadisesinde, Mustafa Çelebi İsyanı’nda rol oynamıştır. (Osmanlı kaynaklarında Düzmece Mustafa da denir)
Mustafa Çelebi, Anadolu’ya döndükten sonra ilk olarak Eflak’a geçerek ayaklanma için sancakbeylerinden ve bazı Avrupa devletlerinden yardım talep etmiş, Eflak askerleri de yeniden kurulan bu ordu içerisinde yer almıştır. Yenilgiye uğrasa da 1421’de Sultan I. Mehmed’in (Çelebi) ölüp on yedi yaşındaki oğlu II. Murad’ın tahta çıkmasını fırsat sayarak Rumeli’ye gelerek yeniden bir ordu toplamayı başarmıştır. Aynı yıl Sazlıdere’de yapılan bir savaşı kazanıp sadrazamı dahi esir edip idam ettirebilen Mustafa Çelebi, Edirne’ye gelerek sultanlığını ilan etmiştir. Bizans’a söz verdiği halde ele geçirdiği Gelibolu’yu onlara vermediği için önce Bizans desteğini kaybeder. Ceneviz gemileriyle Anadolu’ya geçip Bursa’yı kuşattığı sırada II. Murad’ın Mustafa’nın düzmece-sahte olduğu propagandasını yaymada başarılı olmasıyla ilk darbeyi alır. Aydın-İzmir Beyliği vaat edilen İzmiroğlu Cüneyd Bey’in Sultan II. Murad’ın tarafına geçmesiyle bu desteği de kaybeden Mustafa Çelebi, Rumeli’ye kaçar. Gelibolu’da da II. Murad kuvvetlerine dayanamayıp Edirne’ye firar eder. Edirneliler Sultan Murad şehre yaklaştığı esnada şehir dışında onu karşılayıp tabiiyet arz edince, Edirne hazinesini yanına alan Mustafa Çelebi, Eflak’a gitmek üzere kaçtığı sırada yakalanıp idam edilmiştir.
Eflak’ın tarihi salt Osmanlı ile Macarların, haç ile hilalin çekişmesinden ibaret değildir tabi, bilhassa o dönemde Katolikliğin nüfuzu ile Ortodoksluğun nüfuzu arasında da bir çekişme mevcuttur. Bu çekişme Vlad Drakula döneminde ve babasının döneminde oldukça belirgin hale de gelmektedir…
III. Vlad Dracula’nın Ortaya Çıkışı
1431’de Dan’ın ölümünün ardından yerine Mircea’nın oğlu I. Aleksandru Aldea (1431-1436) geçer. Burada, Mircea’nın oğullarından II. Vlad’ın 1395’ten önce Eflak’ta doğmuş olduğunu, tahminen Mircea’nın Macarlarla imzaladığı ittifak anlaşması akabinde teminat için Budin’e gönderildiğini, hem Macar Krallığı’nı hem de Nürnberg’e gitmesi hasebiyle Kutsal Roma Germen İmparatorluğu ile bağlantısı olduğunu hatırlatmak gerekir.
Nitekim dönemin imparatoru Sigismund (1387-1437) Vlad Dracul’dan bahsederken “sarayımızda yetişti” ifadesini kullanmış hatta Katolikliğe intisap ettiğini dahi vurgulamıştır. Vlad Dracul’un bir bağlılığı gerçekten de söz konusudur, Büyük Mircea 1418 yılında ölünce Budin’deki ikameti sona erse de bir şövalye adayı olarak Sigismund’un sarayında kalmayı sürdürmüştür. İmparatorun maiyetinde Nürnberg’den Prag’a, Budin’e, Roma’ya ve Erdel’in (Transilvanya) çeşitli şehirlerine seyahatlere katılmıştır. İmparator’un mensubu olduğu Alman kültürünü ve imparatorun Fransız kökenli ilk eşinin tesiriyle de Fransız kültürünü görmüştür. Seçkin bir eğitim aldığı ve soyluluk değerlerini, şövalyelik kurallarını, bürokrasiyi de öğrendiği muhakkaktır. Vlad Dracul, saray entrikalarına ve Alman kültürüne pek soğuk yaklaşsa da siyasi destek kazanabilmek için bu tip zorluklara katlanmak zorunda kalmıştır. Nitekim 8 Şubat 1431’de Nürnberg’de Ejderha Tarikatı’na (Societas Draconistarum) kabul edilir. Birçok şövalyelik tarikatı gibi hem askeri hem dini bir yapıda olup, görünürdeki amacı Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun çıkarlarını savunmak, hakiki amacı ise Katolikliği koruyup yayılmasını sağlamaktır.
İlk kurulduğunda siyasi gerekçelerle gizli tutulmuş bu yapılanma, Vlad dâhil olduğunda yirmi dört kişiden oluşmaktadır ki bunlar yeşil (kırmızı üniforma üzerine) ve bazı günlerde siyah pelerin kuşanıp, Nürnbergli usta bir mücevhercinin elinden çıkma ejderha şeklinde madalyonu olan bir gerdanlık taşımaktadırlar. Ayrıca Vlad Dracula buradaki şenlikler esnasında bir şövalye düellosuna da katılmış, burada düelloyu kazanınca adı meçhul bir Romen hanımın ayaklarına fırlattığı altın bir kemer almıştır. Üzerinde kemeri yapan Nürnbergli ustanın isminin de yer aldığı bu kemeri ölene kadar taşımıştır, ölümünden sonra da Vlad Dracula’ya intikal etmiştir. (Bu kemere ileride Drakula’nın mezarı konusunda değinilecektir)
Vlad Dracul, İmparator Sigismund’un huzurunda bağlılık yemini edip, Katolikleri ve Fransisken rahiplerini de kendi Ortodoks ülkesinde korumak için söz verip, karşılığında kendisine “Eflak Prensi” (muhtemelen Transalpinarum) unvanı ile hitap edilir. Ülkesine döndüğünde Ejderha Tarikatı’ndan mülhem paralarına ve kalkanlarına ejderha işlettiğinden lakabını da buradan kazanmıştır. Latince Draco yani ejderhadan gelme “Dracul” lakabı, sonradan “Şeytan” anlamında (Aziz George ile Ejderha kıssasına binaen, Dracul ejderha veya şeytan anlamına gelebilmektedir) zikredilmiştir ancak bu bir yakıştırmadır. Nitekim Vlad Dracula bizzat imzalarında kullandığı “Dracula” ismini, “Ejderhanın oğlu” yani Ejderha Tarikatı’nın mensubu olan babasının varisi olmasından mülhem taşımıştır. Tarihçiler de Vlad Dracul’un soyundan bahsederken (sonraki gelenler için) Draculeşti adını kullanıp, Vlad Dracul’un çocukları için de “Dracula” lakabını kullanmışlardır.
Siyasi gerekçelerle Eflak’a giremeyip Sighişoara’da kalmaya başlayan Vlad Dracul’un oğlu meşhur “Drakula” bu sene içerisinde (1431) dünyaya gelir. Drakula’nın Sighişoara’da doğduğu ev halen günümüzde mevcuttur. Vlad Dracul’un bilinen tek tasviri bu evde bir duvar resminde nakşedilmiş olarak ortaya çıkarılmıştır.
Eflak’tan Osmanlı Esaretine Vlad Dracula’nın İlk Seneleri
1435 yılında Vlad Drakul Eflak Bey’i olduktan sonra yine karşısına rakip olarak Dan ailesinden II. Dan’ın oğlu III. Dan çıkmıştır. 1439’da III. Dan bir süre Eflak beyliğini elinde tutmuşsa da, Osmanlılar’a iltica eden Vlad Dracul 1441-42’de her sene on iki bin duka ve devşirme-pencik töresi gereğinde her sene beş yüz çocuk vermek şartıyla ikinci defa Eflak beyliğini elde edip Dan’ı kaçırmıştır. 1444’te Edirne-Szegedin Antlaşması imzalanıncaya kadar hem Osmanlılara vergi veren hem de Macarların himayesine giren II. Vlad Dracul, Varna Savaşı zamanında meşhur Macar soylusu Erdelli (Transilvanyalı) Janos Hunyadi (Hunyadi Yanoş diye de geçer) ile birlikte Osmanlı ordusuna karşı harekete geçmiştir. Hatta rivayete göre Janos’u on beş bin kişiyle Türkleri yenebileceğini düşünmesinin itidalsizlik olduğunu söyleyip, Osmanlı padişahlarının sadece ava çıktıklarında bile bundan fazla maiyeti olduğunu ifade etmiştir. Demek ki yıllara dayanan Eflak-Osmanlı ilişkilerinin, siyasi gelişmelerin yanı sıra kültürel anlamda da Osmanlı’yı iyi tanıdıkları çok açıktır. Nitekim Varna Savaşı’ndan (1444) sonra Walerand de Wavren kumandasındaki Burgundia donanmasına Eflak Voyvodası Vlad Drakul, Bulgar tarafındaki Rusiko Kalesi’nin Tutrakan’dan daha büyük ve daha önemli olduğunu söyleyip alınması talebinde bulunmuştur. Burgundia donanması kaledeki küçük Osmanlı garnizonuna yaklaştığında muhafızlar Yergöğü ve Tutrakan’daki garnizonların akıbetini bildiklerinden kaleyi ve yakınındaki köyü ateşe vererek kaçmışlardır. Sırp despotu olan Georg Brankovic ile (Vulkovic, Osmanlı kaynaklarında Vılkoğlu) II. Murad arasındaki münasebetlerde anahtar rolü oynamıştır; Sırp despotunun merkezi Semendire’de olup bitenden padişahı haberdar etmiştir. Osmanlı üstünlüğünü kabul eden Georg, bunun bir göstergesi olarak kızı Mara’yı II. Murad’a nikâhlamak istediğinde gelini Semendire’den almaya giden düğün heyetine İshak Bey’in hanımı önderlik yapmıştır. Bu devreye ait hadiseleri karışık olarak veren Âşıkpaşazâde’ye göre Murad Bursa’da düğün yaparken Sırp despotu, İshak Bey’in oğlu Deli Paşa lakabıyla anılan Paşa Bey’i esir almış ve aradaki münasebetin bozulmasına yol açmıştı. Ancak Âşıkpaşazâde bunu daha erken tarihli olaylar arasında zikreder. Sırp despotunun Osmanlı hâkimiyetini tanımasından sonra oğlu Gregor’un İshak Bey ile birlikte İşkodra’ya sefer yaptığı bilindiğine göre bu olayın söz konusu sefer sırasında yahut sonrasında vuku bulmuş olduğu söylenebilir. Nitekim bunun hemen ardından İshak Bey’in II. Murad’a, Sırp despotuna ve Eflak Beyi Drakul’a güvenilmemesi gerektiği, despotun Macarlar’la yakın ilişki kurduğu, hatta Karamanoğlu ile Macarlar arasındaki gizli irtibata aracılık ettiği yolunda haberler gönderdiği belirtilmektedir. Nitekim Aşıkpaşazade’ye göre ikisinin de oğulları rehin alınır ve Anadolu’ya sürülür; Vulk’un oğulları Tokat’a, Dracul’un oğulları ise Kütahya’daki Eğrigöz Kalesi’ne. Dracul’un oğulları daha sonradan Edirne’ye geleceklerdir.
Vlad Drakula’nın ve kardeşi Radu’nun Osmanlı Devleti’nde bulundukları sırada aldıkları belli bir eğitimden geçirildikleri çok açıktır. Nitekim Fatih dönemi tarihçilerinden Kritovulos eserinde bununla ilgili olarak Fatih’in tahta geçtikten sonra terbiye ve bakımlarına pek ziyade itina ettiğini yazmıştır. Enderun daha ziyade Fatih döneminde gerçek anlamda teşkil edildiğinden ve Enderun’undan sonraki dönemlerde de Hristiyan olduğu halde buradan yetişen kimseler görüldüğünden (Dimitri Kantemir gibi) Vlad ve Radu kardeşlerin de belli bir eğitime tabi tutuldukları bellidir. Nitekim Molla Gürani’den ders aldıkları, Kur’an hükümleri ile birlikte Aristo mantığını, kuramsal ve uygulamalı matematik öğrendikleri düşünülebilir. Soylu olması hasebi ile Latinceyi, dini eğitimine binaen Kilise Slavcasını ve ordusunun konuştuğu Romence’yi bilen Drakula’nın, Osmanlı Sarayı’nda Türkçe’yi öğrendiği de aşikârdır. Burada bir ünlü isimle birlikte daha eğitim görür: Arnavut Ligasının kurucusu meşhur Alexandr Kastrioti (İskender Bey-Skander Beg)…
Macaristan’ın Erdel yani Transilvanya lordu olan ve Osmanlılara karşı başarılı mücadelelerde bulunan, aslen Transilvanyalı olup Macarlar tarafından ailesine Hunyad kalesi verilince Hunyadi soyadını alan ünlü komutan Yanoş Hunyadi Drakula ailesinin güvensiz tutumları nedeniyle onlara karşı bir nefret duyması II. Vlad Dracul’un sonunu hazırlamıştır. Hunyadi, Eflak tahtına başka birini geçirmek için Prens İkinci ve Üçüncü Vlad’ı Türklerle işbirliği yapmak ve sahte müttefiklikle suçlayarak ordusuyla 1447′de Eflak’a girmiştir. Ülkenin önde gelen asillerinden çoğu Hunyadlar’ın gözüne girip Eflak tahtına geçebilmek için onun safına geçmiştir. Drakula’nın ağabeyini yakalayıp işkence ettiler ve diri diri toprağa gömdükten, babasını da Bükreş yakınlarında yakalayıp öldürmüşlerdir.
Meşhur Dracula efsanesinin belki de asıl başlangıç noktası budur…
Dracula’nın İlk Tahta Çıkışı
Drakula’nın babasının ölüm haberinin Edirne Sarayı’na ulaşması ile alakalı Romanya’da 20. Yüzyıla kadar anlatılan yerel bir efsane vardır. Vlad Dracul, ölmeden önce Cazan adlı danışmanına 1431’de Nürnberg’de aldığı Toledo kılıcını ve ejderhan motifi bulunan gerdanlığını teslim ederek oğluna, Edirne’ye götürmesini emreder. Oltenia’dan yola çıkan Cazan, Dobruca üzerinden Tuna’yı aşıp Edirne’ye ulaşarak hem emanetlerini hem de ailesinin korkunç sonunu anlatır. Bunun üzerine Vlad Dracula cinayetlerin öcünü almak ve rakibi II. Vladislav’ı öldürmek üzere ant içer.
Tesadüfen 1448 yılında Hunjadi Janos’un Tuna Nehri’ni aşarak Sırbistan’da Dracula’nın bir dönemler tanıştığı Arnavut İsyanı’nın önderi İskender Bey ile buluşmak üzere harekete geçmesi o dönemde Türklerce desteklenen ve askeri-idari eğitimine itimat edilen Vlad Dracula’nın karşısına bir fırsat olarak çıkar. Bu dönemde vuku bulan meşhur II. Kosova Meydan Muharebesi sonucu Vlad Dracula, Eflak tahtı için harekete geçer. Osmanlı sipahilerinin ve Tuna Beyi Hasan Paşa’nın desteğiyle Macarların tepkisine rağmen Eflak’ı ele geçirir. Lakin bu hükümdarlığı iki ay kadar sürecektir, II. Vladislav Boğdan Prensi II. Petru’nun (Drakula ile akrabalığı da vardır) yardımıyla Vlad Drakula’yı yenilgiye uğratır, üstüne yerini sağlamlaştırmak için Osmanlılarla yakınlaşır.
Ancak o tarihlerde Tuna Nehri havalisindeki bu amansız politik rekabet sona ermeyecektir. Edirne’ye kaçmış olan Drakula buradan ayrılarak Boğdan Sarayı’na sığınır. Ekim 1451’de Prens II. Bogdan’ın tahttan indirilmesiyle oradan da kaçarak Karpat Dağları üzerinden Braşov kentine gelir. Burada II. Vladislav karşıtı boyarları yanına çekip bir darbe planlar. Hünyadi Janos’un baskısına rağmen bu civarda saklanmaya devam eder. Bu esnada bir suikasttan da kurtulan (istihbarat faktörünü iyi değerlendirdiği aşikardır) Dracula, II. Vladislav ile Hünyadi Janos’un aralarının açılmasını fırsat bilerek Janos ile yakınlaşır. Dracula iktidar için bir süre intikamını ertelerken, Janos Hunyadi de sultanlığı muhtemel olan Şehzade Mehmed’i ve Osmanlı ordusunu tanıması hasebi ile ezeli düşmanı ile anlaşma yolunu seçmiştir. Hunyadi’nin ordusunda bir subaydır artık ve nüfusu Saksonlardan oluşan Sibiu şehrine yerleşmiştir. Erdel sınırını Türklere karşı korumak için burada bulunmuş ve bir müddet ikamet etmiştir. Nitekim 1453’te Konstantinopolis’in düşüş haberini de bu şehirdeyken öğrenecektir…
Fatih Sultan Mehmed’in 1456’da Belgrad Muhasarası’nı başlatması Vlad Dracula’nın tarihinde yeni bir sayfa açmasını sağlamıştır. Vlad Dracula, Hunyadi tarafından Erdel sınırını Türklere karşı savunmak üzere Sibiu’da bırakılır ve hatta Türk ordusunu Tuna civarında oyalamak için istediği zaman Eflak tahtındaki rakibi II. Vladislav’a saldırabilmesine müsaade edilir. Belgrad Muhasarası’nın doğu kanadının muhafazasından sorumludur. Kendi ordusunu toplayarak Karpatları aşarak Tirgovişte şehrine saldırarak şehri ele geçirir, babasının katili II. Vladislav’ı da rivayete göre bir mübarezede (düello, teke tek kapışma) yenilgiye uğratıp öldürür. Böylece 1456’da Eflak tahtını yeniden ele geçirir. Aynı dönemde gökyüzünde görülen Halley Kuyruklu Yıldızı’nı zaferinin bir nişanesi olarak Braşov’da bastırdığı ejderha motifli sikkeler üzerinde görebilmek mümkündür. Tahta çıkınca unvanını Macar Kralı V. Lazslo’dan alır: “Büyük Vlad’ın oğlu, Macar Eflak’ın, Amlaş ve Fagaraş dükalıklarının yöneticisi ve hâkimi, Prens Vlad”. Tabi gelenek haline gelmiş Eflak voyvodalarının “denge siyaseti”ni tatbik etmekten de kaçınmayarak yıllık 2 bin duka altını vergi ve Erdel akınlarında Eflak’tan geçiş müsaadesi karşılığında Tirgovişte’ye gelen Osmanlı elçileriyle anlaşmıştır.
Tahtı ele geçirdikten sonra ekseriya gözden uzak manastırlarda kalmayı tercih etse de sonradan hâkimiyetini taçlandırmak adına Tuna boyundaki kalelerden biri olan “Dimbovita Irmağı Kalesi”ni şehre dönüştürüp, güçlü surlarla çevirip yerleşir. Bu yer günümüzde Romanya’nın başkenti olan Bükreş’tir. Burası 1476’daki son hükümdarlığında idare merkezi olmuştur. Ancak bundan önce gönderdiği emirlere ve yazışmalara bakıldığında bunların çoğunun dedesi Mircea döneminde de Eflak’ın o dönemki başkenti olan Tirgovişte’de yazıldığı görülmektedir. Bugün Tirgovişte’de Dracula’nın dedesi Mircea’nın yaptırdığı Prenslik Sarayı’nın kalıntıları (temelleri, mahzenleri) ve Dracula’nın yaptırdığı meşhur Chindia Kulesi (kazıklara vurulan insanları seyrettiği yerlerden birisidir) mevcuttur. Hatta o civardaki Kutsal Ruh Kilisesi ile sarayı birbirine bağlayan yer altı geçidi de ayaktadır. Dracula’nın Türk elçilerinin kavuklarının ve bir rivayete göre Kırım Kefe’den gelen Ceneviz elçilerinin takkelerinin kafalarına çivilendiği, yine bir rivayete göre dilencilerle sakatların yakılmadan önce davet edildikleri meşhur taht odasının kalıntıları da bugün görülebilir. Bükreş’te ise Dracula’dan geriye kent merkezindeki saray kalıntıları (Curtea Domneasca) kalmıştır.
Dracula’nın sur ve duvar tutkusu Bükreş surlarını, Snagov surlarını ve sair dağlık bölgelerde küçük kaleler inşa etmesinden anlaşılabilmektedir. Lakin bunların içlerinde bir tanesi vardır ki yapılışı ve yaşadıklarıyla korku hikâyelerine taş çıkarmaktadır: Argeş’teki meşhur Poenari Kalesi…
Dracula’nın hikâyesinin kanlı, korkulu kısımları da bundan sonra başlamaktadır…
İntikam, İnşa ve İhdas
Yazının başlarında bahsedildiği gibi, Eflak’ın tarihi biraz da boyarların Draculeşti ve Daneşti aileleri arasındaki çekişmeleri harlamalarıyla, destekleri ve köstekleriyle şekillenmiştir. Dracula’nın babasının katli bir yana daha tahta çıkışından bir süre sonra Vlad Dracul’un rakibi Alexandru aldea’nın yandaşlarından Albu Taxaba’nın oğlu Büyü Albu’nun çıkardığı isyan örneğinde görülebileceği gibi boyarların bu tür karışıklıkları beslemesi, Dracula’nın ülke içindeki politikasını belirlemesine ve kanlı hadiselerin başlamasına neden olmuştur.
İsyan eden Büyük Albu ve ailesinin yakalanarak kazığa vurulmasından sonra boyarlardan topluca intikam alma fırsatı 1457 Paskalya’sında eline geçecektir. Eski bir Rumen vesikasına göre diri diri gömülmüş ağabeyini öğrenen ve mezarını açtıran Dracula, 200 kadar boyarı kadınları ve çocuklarıyla, süslü elbiseleriyle törenler düzenleyip dans ettiği o Paskalya Günü’nde Tirgovişte Sarayı’ndaki yemek esnasında bir anda kalabalığı kuşatarak derdest ettirir. Yaşlılar ve gücü kuvveti olmayanlar Tirgovişte şehrinin dışında kazığa vurulurken gençler ve güçlüler zincire vurularak Argeş’in yukarısında, Fagaraş Dağları’nın eteğinde bulunan ve XIV. Yüzyılda Besarabya prenslerinden biri tarafından yaptırılıp Türk saldırılarıyla harabeye dönmüş Poenari Kalesi’nin olduğu yere götürülürler. Burada kırbaç altında birçoğu hayatları pahasına kaleyi yeniden yükselir. Artık “Kazıklı Voyvoda” lakabı kullanılacak ve bu şekilde zikredilecektir.
Poenari Kalesi yapılışından asırlar sonra bile karanlık geçmişini aratmayacak korkulu batıl inançlara konu olmuştur. 1700’lerden itibaren ortalama otuz yılda bir gerçekleşen depremlerle yerle bir olan Poenari Şatosu (günümüzde kısmen restore edilmiştir), köylüler arasında bu yerin “uğursuz” sayılıp “Dracula’nın laneti” ile bağdaştırılmıştır. Yöredeki insanlara göre kalenin tekinsiz güçlerin tesirinde olduğuna, geçmişini araştırmanın uğursuzluk getireceğine inanılıp, bazı geceler göğün altın rengine bürünmesi nedeniyle Dracula’nın hazinesinin bu yıkıntılar arasında gizli olduğu söylenmiştir. Yine bu inanışlar gereği kale ve civarında kazı yapmanın da kötülüğü çağıracağı düşünülmüştür. Aynı şekilde demir fıçılara hazinesini koyup Snagov Gölü’ne yahut Dimbovita Nehri’ne attırdığı söylencesi de mevcuttur ki yine Snagov’un bir deprem yüzünden hasar görmesi de Dracula’nın gizli hazinesi ve bunun laneti ile ilgili olduğuna inanılmıştır.
Definelerle, hazinelerle bağlantılı Trakya’nın meşhur “cinli”, “üç harfli” söylenceleri misali, Balkanların bir diğer ucunda benzeri temaların bir başka korku hikâyesine konu olması pek de şaşırtıcı değildir…
Vlad Dracula’nın boyarları bastırdıktan sonraki işi kendisine bağlı yeni bir boyar sınıfı oluşturması ve belgelere göre bunları köylülerden, sıradan halktan seçtiği kişilere toprak dağıtılması olmuştur. Burada Dracula’nın Osmanlı Devleti içerisindeki tımar sisteminden etkilendiği ve aynısı olmasa da benzeri bir yapı kurmaya çalıştığı açıktır.
Bunun ardından “armaşi” adında yeni bir unvan ihdas ederek adaleti tesis edecek, konsey kararlarını uygulayıp cezaları infaz edecek bir görevli sınıfı oluşturur. Rumenlerin yanı sıra Çingenelerden, Macarlardan, Sırplardan ve Türklerden de asker bulunan “armaşi”, para karşılığı kirli işleri halledebilecek kimselerdir, meşhur işkenceleri de voyvodanın emri ile genelde bunlar tatbik etmişlerdir. Bu oluşumu toprak sahibi özgür köylülerden oluşturulan, savaşlarda kahramanlık gösterdikleri için ödüllendirilen sipahi mukallidi askeri soylular “viteji” ve voyvodanın daimi ordusu olarak sürekli yanında bulunan, yeniçeri mukallidi güvenlik muhafızları ve ordusunun ana unsuru olan “sluji”ler takip eder. Sınır bölgelerinde, şato ve kalelerde de komutan ve asker bulundurmaya başlar (bunlar yine bulundukları bölgelerdeki özgür köylülerden oluşturulmaydı). Tıpkı daha Fatih Sultan Mehmet döneminde Çingenelerin devlet hizmetine alınması misali (Sultan II. Bayezid (1489-1512) döneminde de “Çingene Sancağı” oluşturulacak ve doğrudan askeri sisteme dâhil edileceklerdir) bir Rumen türküsünde Dracula’nın çingenelerden oluşan bir ordusunun başında Türklere karşı savaşmasından bahsedilmektedir. Orduda gerçekten de disipline etmek ve asayişi korumak için çingenelerin onun ordusuna yazdırılmış olabilecekleri tahmin edilmektedir.
Ordu temelli bu değişiklikler salt Osmanlı askeri sisteminin taklidi değildir, boyar sisteminin yerine Osmanlı benzeri bir arazi ve idare tarzının benzerini oluşturma isteği söz konusudur. Öyle ki ülkesinde kendisini karar mercii konumuna getirdiğini hatta saray protokolünü bile Osmanlı sistemindeki gibi tatbik ettiği görülür. Mesela padişahlar misali tebdil-i kıyafet (kılık değiştirerek) emirlerinin yerine getirilip getirilmediğini teftiş eder. Bölgenin tarım zenginliğini göz önünde bulundurarak çeşitli toprak ve vergi reformlarıyla köylüyü yanına çekmeyi başarmış bugün dahi kendisinden zenginden alıp fakire veren adil bir hükümdar figürü olarak bahsettirebilmiştir. Troianeşti, Vladaia ve Albutele gibi köyleri Vlad Dracula kurmuştur, bunların savunması için kaleler inşa ettirmiştir.
Vlad Dracula’nın dini alanda yaptığı bazı uygulamalar da dikkat çekicidir. Rumen Ortodoks inancına sahip bir prens olarak sık sık Rumen Ortodoks keşişlerle bir araya gelmiş, düzenli aralıklarla Tismana ve Snagov manastırlarını ziyaret etmiştir. Hatta bazı cinayetlerini dini sebeplere dayandırdığı yorumu da yapılır ki kendisini bir Haçlı şövalyesi olarak tanımladığını düşünebiliriz. Kendisi Ortodoks inancında yetişmesine rağmen günahlarını bağışlatacağını düşündüğünden (kendisini Ortodoksluk âleminin hamisi olarak görmesinin de tesiri vardır) bir dizi manastır yaptırmış veya para, topra bağışında bulunmuştur (Snagov, Comana, Constantineşti, Sintu Nicolae, Govara, Cozia). Hatta o dönem Türklere direnen Aynaroz dağındaki manastırlara da bağış göndermiştir. Bunlardan özellikle duvarlarla çevirip hazinesini bir müddet sakladığı, içindeki mahzenlerden birini işkencehaneye dönüştürdüğü Snagov Manastırı’nın bunlar içerisinde çok ayrı bir yeri vardır. Burayı bir kale gibi donatıp karşı kıyıya ulaşan bir dehliz bile yaptırmıştır. Katolikliğin Macar Krallığı tarafından manastırlar ve kiliseler aracılığıyla yayılması karşısında endişeye kapılıp yabancı rahipleri yerli rahiplerle değiştirip bunları ülkesinden kovmuştur, karşı çıkan olduğunda kazık cezasından kurtulabilen olmadığı tahmin edilebilir.
Ancak bütün bunları gölgede bırakan ve tarihe asıl adını yazdıran şey, döneminde hayli alışıldık olan ancak yoğunluğu nedeniyle kendisine şöhret kazandıran meşhur infaz ve işkenceleri olmuştur…
Vlad Dracula Nasıl Kazıklı Voyvoda Lakabını Kazandı?
Voyvoda Vlad, yukarıda bahsi geçen işleri yaparken boyarların infazından ordusunun kurulmasına, tüm bunları kendi otoritesi ve disiplini sayesinde gerçekleştirebilmiştir. Köylülere arka çıkmasına karşın yegâne beklentisi ise sadakat ve çalışmak olmuştur. Boş gezen yahut işsiz dolaşan bir köylü gördüğüne cezalandırdığını anlatan bir türküye göre, bir köylüyü oldukça uygunsuz görünen giysiler giydirdiği için adamın karısını “boş zaman geçiren cinsten biri” olması gerekçesiyle kazığa geçirmiştir.
Hakkında anlatılan pek çok korkulu ve kanlı anlatı mevcuttur.
Bir rivayete göre bir gün dilencileri, sakatları ve hastaları Tirgovişte Sarayı’na toplayarak bir ziyafet verir. Ziyafetin ardından ülkelerine bir faydası dokunmadan insanlarının sırtından geçinen kimseler olarak nitelediği bu kimseleri diri diri yaktırır. Bir yorumcuya göre Dracula’nın bu hamlesi veba salgınının ülkesinde yayılmasını engellemek istemesiyle alakalıdır.
Dracula’nın işkence ve infazları genelde belli bir sebebe dayandırılmış olup muhakkak bir rivayetle anılagelmiştir. Bir gün Tirgovişte’ye Floransa’lı bir tüccar gelir. Arabası değerli mallarla ve altınlarla yüklüdür. Tüccar arabasını koruması için Prens Dracula’ya başvurunca Prens ona arabasını şehrin meydanına bırakmasını ve rahat olmasını söyler. Tüccar dediğini yapar. Ertesi gün arabasını kontrol ettiğinde arabasında sadece 160 duka altının kayıp olduğunu görünce durumu prense bildirir. Dracula şehir halkına hırsızın derhal ortaya çıkmasını yoksa şehri yerle bir edeceğini söyledi. Böylece hırsızı hemen ortaya çıkardı. Halkta kazıklanma korkusu o dereceye varmıştı ki, Dracula Tirgovişte’nin meydanına bir çeşme yaptırmış, çeşmeye altından değerli bir kupa bırakmıştı. Kupanın başında hiç bir muhafız beklemediği rivayet edilirdi zira çalınması halinde insanlar başlarına gelecekleri iyi bilmektelerdi.
Rivayetler türlü çeşit. Ziyafet sırasında kazığa oturmuş insanları seyrettiği gravürlere bile konu olmuştur. Tek insanlar değil hayvanlar bile onun kazık işkencesine maruz kalırlardı. Bir defasında zindana tıktığı çocuklarını kurtarmak için sarayın önüne toplanan anneleri iki gruba ayırmış bir gruptaki annelerin etlerini kızartıp çocuklarına yedirmiş öteki gruptaki annelerin memelerini kestirip çocuklarının kesik kafalarını diktirmiştir. Hatta olayı izleyen insanları yakalatıp doğratmış ve çömlek kaplar içinde pişirtip kalan kalabalığa zorla yedirmiştir. Onun binlerce insanı nasıl öldürdüğünü Papa’nın temsilcisi Modrusa (Vlad’ın Macar Krallığı’ndaki esaretinde görmüştür kendisini) aynen şöyle anlatmıştır: “Bazılarını arabaların tekerlekleri altında kemiklerini kırdırarak öldürttü. Bazılarını bağırsaklarına varıncaya kadar derilerini yüzdürdü canlı canlı. Bazılarını ya kazığa geçirdi ya da sıcak kömürler üzerine yatırdı. Bazılarının ise başlarını, göbeklerini ve göğüslerini deldirdi. Böylece hiçbir işkence yöntemini ihmal etmedi. Annelerin göğüslerine kazıklar saplayıp bebeklerini üzerlerine attırdı.” Evli bir kadın evlilik dışı bir ilişkide bulunursa cinsel organını kestirir ya da onun diri diri derisini yüzdürürdü. Daha sonra yüzülmüş deriyi ve vücudu şehirlerin ve kasabaların köylerinde teşhir ettirirdi. Aynı ceza bekâretini koruyamayan kızlara ve namusuna sahip çıkamayan dullara da uygulanırdı.
Ancak lakabını kazanmasının ve bu korkulu rivayetlerin kendisine atfedilmesinde elbette belli bir gerçeklik payı da vardı…
Dracula’nın Tüyler Ürperten Erdel (Transilvanya) Seferleri
Vlad Dracula her ne kadar Eflak’tan ziyade Erdel şehirlerine vakit geçirip gücünü buralardan toplamışsa da meşhur Osmanlı savaşlarından önce Erdel bölgesi üzerine yaptığı kanlı saldırılarla ün kazanmıştır. Denilebilir ki vampirlik şöhretini de kısmen bu bölgede gerçekleştirdiği saldırılarına borçludur…
Erdel’deki Alman nüfusun (Transilvanya Saksonları ki Dracula romanında bu yüzden Harker’ın Almanca iletişim kurabilmesi bu nedenle pek sırıtmaz) fazlalığı ve bunların ticari etkinlikleri nedeniyle Vlad Dracula’nın saldırılarına hedef olmuştur. Fagaraş ve Amlaş dükalıklarına bağlı Tara Birsei (Burzenland) ve Sibiu (Sieben Burgen) şehirleri, yine yakın bölgedeki Braşov şehri civarlarındaki köyler, kasabalar, azınlık olmalarına rağmen Rumen halka göre daha nüfuzlu kimseleri (Macarlar, Saksonlar ve Sekeller) barındırmaktaydı. Soylu sınıfından ayakta kalabilenler de (Hünyadiler gibi) Katolikliği kabul ettiğinden, bu bölgedeki Ortodoks Rumenler uzun süre baskı altında yaşamıştır.
Dracula her ne kadar tahta çıkışında Macar Krallığı’nın koruması altındaki Braşov şehri ile dostane bir ticaret anlaşması imzalasa da Osmanlı tarzında kurduğu yeni ordusunu Erdel üzerine göndermekte çekince duymayacaktır. Yaşanılacak dehşet, oradan kurtulabilen Almanlarca batıya taşınacak ve “Dracula edebiyatı”nın da temelleri atılacaktır. İlk fırsatı da Hunyadilerle-Habsburglar arasındaki çekişme sayesinde elde etmiştir. Zira katliamlardan kurtulabilen Alman keşişlerin Almanya ‘da anlattıkları “Dracula dehşet öyküleri” adıyla anılan anlatıların yazılarak Dracula’yı daha ölmeden korku edebiyatının kahramanlarından biri haline getirirler.
Hunjadi ailesinin lideri Mihaly Szilagy ile Macar Kralı V. Laszlo Habsburg arasındaki çekişmede, Szilagy’nin şehirlerinden Bistrita (Bistritz)’daki Almanlar vergileri bahane ederek Hunyadilere karşı ayaklanırlar. Dracula’ya yardım çağrısında bulunup isyanı bastırmasını isteyince Vlad Dracula, ordularıyla Bistrita kapılarına dayanır, Szilagi’nin ordusuyla birleşerek muhasara altına alır. Kente ele geçirip isyanı bastırmasının ardından Rodna yakınlarındaki Borgo Geçidi Şatosu bağışlanır. (“Kazıklı Voyvoda…” adlı eserin müellifleri Florescu ve McNally, Stoker’ın romanındaki şato ayrıntısının hikâyeyi tarihi çerçeveye oturtabilmek amacıyla detaylı bir araştırma yaptığının kanıtı saymaktadırlar)
Bistrita katliamı nedeniyle Erdel’deki Sekellerin öfkesini çeken Dracula, Osmanlı’ya elçi gönderip sultana bağlılığını yineledikten sonra Sekeller ile Braşovluların ittifakı iyice ayyuka çıkar, hatta Braşov doğrudan Dracula’nın rakibi III. Dan’ı voyvoda seçerek Eflak prensi olarak tanırlar. Sibiu halkı da Drakula’yla başa çıkabilmek üzere onun üvey kardeşi Keşiş Vlad’ı seçerler. 1458’de diplomatik adımların sonuç vermemesi nedeniyle savaş ilan etmeden tıpkı akıncılar misali küçük bir süvari birliğini başında aniden Erdel’e girer. Önce Keşiş Vlad’ın destekçisi zengin Alman köylerini harap eder. Amlaş tarafından hareket eden bir diğer süvari birliği ise Braşov yakınlarındaki Tara Birsei’ye saldırırlar. Codlea (Braşov yakınlarında) hariç hiçbir köy Dracula’nın saldırılarına direnemez. Codlea direnişini kıramadığı için komutan Vlad Dracula’nın emriyle kazığa vurulur.
Köyler yakıp yıkılır, Talmeş halkını ele geçirip doğratır, Sibiu’nun direnişi nedeniyle doğduğu şehir Sighişoara’ya gelerek ordugah kurar. Yakalattığı Saksın tüccarları tutuldukları yerlerde kazığa geçirir, Eflaklılar hariç diğer tüccarları ise başlarını çıkarabilecekleri delikler olan kazanlara doldurarak deliklerden içeriye kaynar sular döktürerek içindekileri diri diri haşlar. Rumence öğrenmek için Eflak’a gelmiş kırk bir Sakson öğrenci de casus olabilecekleri şüphesiyle kazığa geçirilmekten kurtulamaz.
Bir süre barış görüşmeleri yapılsa da Eflak tahtının adayları kendisine teslim edilmediğinden Vlad Dracula ikinci Erdel seferine girişir. Braşov havalisini tarumar ederek kadın çocuk ayırmadan önüne geleni kılıçtan geçirir. Gece vakti tahta duvarları aştıktan Sfintu İacob Kilisesi’ni ateşe verip ele geçirdiği kimseleri Timpa Tepesi’nde kazığa vurdurur. Bu seferde Dracula’nın kurbanlarının kanlarını içtiğine dair geçen tarihi bir rivayet muhtemelen tasvir amacıyla uydurulmuşsa da sonradan sonraya vampirlik söylencelerinde sıklıkla atıflarda kullanılacaktır. Şehre hakim olup Kara Kilise’yi yakmaya dahi kalkışır ancak III. Dan ve askerlerinin yakalanmadan şehirden firar etmesi nedeniyle bu harekat sonuçsuz kalmıştır.
1460 Mart’ında Braşovluların desteğiyle Dracula’ya karşı hücuma geçer ve Eflak prenslerinin geleneksel toprağı sayılan Fagaraş ile Amlaş’ı ele geçirerek yakaladığı Dracula yandaşlarını öldürür. Eflak-Erdel sınırında Rucar’da III. Dan’ın ordusunu karşılayan Dracula onu alt eder, III. Dan’ın mezarını ona kazdırarak kellesini kendi elleriyle uçurur, III. Dan’ın boyarları da kazığa geçirilir. Diğer rakibi Keşiş Vlad’ı Sibiuluların kendisine vermemesi nedeniyle üçüncü Erdel Seferi’ne çıkar. Amlaş üzerine giderek 24 Ağustos tarihinde atlılarıyla ormanı aşıp gelen Dracula, sabahın erken saatlerinde Amlaşlıları baskına uğratarak tüm halkı papazlarıyla birlikte kazığa vurdurur. III. Dan’ın siyasi danışmanlarından Boyar Bogdan Doboca’nın Şercaia köyünde saklandığını öğrenince köyü yakıp yıktırır, birçok köy haritadan silinirken insanları kılıçtan geçirilir. Hatta halkın parçalanarak vücut parçalarını kancalarla, tırmıklara astırır. Askerlerine dokunulmaması nedeniyle ve tahta yeni geçtiği için iktidar sorunları yaşadığından Macar Kralı Mathias Corvin Dracula’nın saldırılarına ses çıkarmaz, Hunyadilerden de bir tepki görmez. Sefer sonunda Braşovlular ve Dracula arasında bir anlaşma yapılır.
III. Dan propaganda yaparken Vlad’ın Türklerle işbirliği yapmasının yanında yaptığı katliamlardan da bahsetmektedir. Türk ittifakı söylenceleri pek çok kez düşmanları tarafından kullanılacaksa da o dönem için hayli yersiz bir iddiadır. Zira Dracula’nın Türklerle de arası pekiyi durumda değildir ve vergilerini göndermemeye başlamıştır.
Pek yakında Tuna boyları kana ve ateşe boğulacaktır!
“Kazıklı Voyvoda bin Drakula”nın Osmanlılar’la Cengi!
“Kazıklı Voyvoda…” adlı eserin müellifleri Florescu ve McNally, söz konusu kitapta Vlad Dracula ile ilgili bilgilerin daha ziyade Osmanlı kaynaklarında bulunduğunu yazmaktadırlar ki hakları vardır. Latince yazılmış yazışma ve raporları, çeşitli dillerdeki hatıratları, kronikleri dâhil etsek de bilhassa Eflak Seferi nedeniyle Kazıklı Voyvoda’yla ilgili kısıtlı ama kaynaklar açısından sayısı hayli fazla bilgi mevcuttur. Bu kaynakların bir kısmı bir diğerinden atıflar içerse de farklı bilgiler içerenler de vardır. Eflak Seferi özetle 1459’dan itibaren vergi ödenmemesi gerekçesiyle birlikte Dracula’nın Osmanlı’nın gönderdiği Çakırcıbaşı Hamza Bey’i kazığa geçirip Kuzey Bulgaristan’a saldırmasıyla patlak vermiştir.
Dracula için Osmanlı Devleti’ne savaş açmak yenilgiye uğraması ve Macarlara sığınmasıyla neticelenmiştir. Süvari tekniklerini iyi kullanması ve gerilla harbi prensiplerine göre mücadele etmesi nedeniyle Osmanlı Ordusu’nun Eflak’ta fazla oyalanmayarak kardeşi Radu’yu Eflak tahtına geçirdikten sonra hemen çekilip gitmesi yorumları yapılmaktadır. Osmanlı askerleri belli yerleri ele geçirip kuşatsalar da gerek saldırıların belirsiz olması gerek kazıklara vurulmuş cesetler gibi korkutucu unsurlar nedeniyle hayli tesir altında kalmış olmalıdır. Bu savaşlarla ilgili de çeşitli rivayetler, efsaneler anlatıla gelmiştir. Rumen folklorunda geçen ve Bram Stoker’s Dracula (1992) filminde de işlenen Poenari Kalesi’nden atlayarak intihar eden adı meçhul prenses öyküsü gibi. Argeş’te kale yakınlarındaki Riul Doamnei yani Prenses Irmağı’nın adının bu söylenceyle alakalı olarak nehre verildiğine inanılmaktadır.
Macar Krallığı tarafından kuvvetli bir görüşe göre Osmanlı’ya yazdığı bağışlanma talebini dile getiren bir mektubun kendilerine Radu tarafından iletilmesi nedeniyle esir edilerek 12 yıl boyunca Hunedoara yahut bilinen adıyla Corvin Kalesi’nde (bugün Romanya sınırlarında) tutuldu. Papa’nın temsilcisi Modrusa’nın söylediğine göre ara sıra Türk elçileri geldiğinde psikolojik baskı amacıyla bu kabullerde yer aldı. 1475 Ocak ayında kardeşi Radu ölünce Drakula tahta geçmek ve Macar desteğini almak için Katolik olmayı seçti. Çünkü tahtı rakip aile Danestilerden Basarab almıştı. Dracula’nın Ortodoksluktan bu şekilde çıkması da Rus kaynaklarında ölümden sonra huzur bulmayacağı şeklinde yorumlanıp vampir olduğu söylencelerinin bir diğer kısmına sebep olacaktır.
1475-76 kışında Bosna’nın Türklerden kurtarılması için Macar Kralı Mathias’ın ordusuna katılır. Srebrenitsa’ya sipahi kılığında soktuğu Macar askerleri sayesinde şehri ele geçirip Osmanlı askerlerini kazığa geçirir. Kuslat ve Zwornik garnizonlarını da baskına uğratıp buradaki Osmanlı askerlerini de kazığa geçirdi. Bu seferin ardından Macarların desteğine sahip olarak 1476 yılında ülkesine dönerek tahtı ele geçirdi.
Fakat üçüncü hükümdarlığı da pek uzun sürmeyecekti…
Kazıklı Voyvoda’nın Ölümü Meselesi
Dracula’nın ölümü hakikaten meseledir zira Osmanlı kaynaklarında verilen bilgiler benzer olmakla birlikte çelişkili ve hatalı noktalara sahiptir. Meseleyi karmaşık hale getiren bir diğer etken de hakkındaki rivayetlerin, söylencelerin çeşitliliğidir. XIX. yüzyıl Romen tarihçileri arasında Dracula’nın ölümsüz olduğuna, bir gün Romanya’yı yok olmaktan kurtarmak üzere ortaya çıkacağına inanıldığını belirtmişlerdir. Rus rivayetlerinden birine göre ise Türklerle son çatışmasında onların katledişini zevkle seyretmek için bir tepeye çıktığı esnada adamları tarafından Türk zannedilerek bir mızrak darbesi ve vücuduna saplanan oklar neticesinde ölmüştür.
Kaynaklarda uyuşan kısımlara bakılırsa, Dracula’nın son çatışması 8 Kasım 1476’da ordusuyla beklediği Snagov Manastırı yakınlarında (Bükreş yakınlarındaki bataklıklarda, Vlasia ormanlarındaki küçük bir bataklıkta) vuku bulmuştur. Boğdan Prensi Stefan’ın 200 kişilik koruma birliği de dâhil 2000’e yakın askeriyle birlikte bir anda rakibi Basarab Laiota’nın (Yaşlı Basarab, ö. 1480, Dan ailesinden) Türk askerlerinin de içinde bulunduğu 4000 kişiyle ölümüne bir cenge tutuşmuşlardır.
Macar tarihçisi Bonfini’nin de doğruladığına göre, Dracula bu çatışmada olası bir firar fırsatını değerlendirebilmek için Türk kıyafetlerine bürünmüşse de kendisinden intikam almak isteyen Türk askerlerinin ve muhtemelen kendisinin de aşina olduğu kılık değiştirmeleriyle ünlü akıncılar tarafından öldürülebilmiştir. Buna göre kendisinden intikam almak için fırsat kollayan Türkler, bir Türk’ü Vlad’ın hizmetkârlarından birinin kılığına sokarak onu öldürmekle görevlendirmişlerdir. Kırk beş yaşındaki Dracula, yanındaki 200 Boğdanlı ile direndiği esnada öldürüldükten sonra bu kişi Dracula’nın kellesini kesmeyi başararak atına atladığı gibi Osmanlılara ulaştırır. Bonfini’ye göre kesik baş Kostantiniyye (İstanbul) şehrinde halka sergilenmiştir.
Dracula’yı öldürenlerin Türk birliği olduğu Romen tarihçi Stefan Andreescu’nun “Vlad Tepeş (Dracula)” adlı araştırma eserinde belirtilir, yine meşhur Romen tarihçi (eski Romanya başbakanlarından aynı zamanda) Nicolae Jorga da bu Türk birliğinin Mihaloğlu’nun akıncıları olduğunu bildirmektedir.
Bu çatışmadan sağ kurtulan on kadar Boğdanlı asker, Boğdan Prensi Stefan’a ölüm haberini iletince, bu haber önce Macar Kralı Mathias Corvinus’a, ardından da Şubat ayında bütün Avrupa’ya yayılır. Milano dükünün Venedik elçisi Leonardo Botta, Venedik Dükü’ne ve Senatosu’na Osmanlılar’ın Eflak’ı ele geçirdiklerini ve Dracula’nın öldürdüğünü bildiren ilk kişi olur. Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun Wiener Neustadt’taki sarayında da Dracula’nın 4000 askeri ile birlikte Türklerce katledildiği bilgisi duyurulur.
Vlad Dracula’nın öldürülmesiyle elbette hakkında anlatılan efsaneler, rivayetler son bulmayacaktır. Şaibeli bir mezar yeri hikâyesi vardır ki başlı başına bir roman konusudur…
Dracula’nın Mezarı Nerede?
Yöre halkı tarafından aktarılan bir rivayete göre Snagov Manastırı keşişleri tarafından Dracula’nın başsız vücudu ada manastırına gömülmek üzere götürülür, ana sunağın altındaki bir mahzene yerleştirilerek tabutu üzerine hüküm sürdüğü üç dönem (1448; 1456-1462; 1476) ile birlikte doğum tarihi (1431) kazınır.
Bugün bulunduğu alana göre daha geniş bir yer kaplayan ve etrafı duvarlarla çevrili küçük bir kale mahiyetinde olan Snagov, köylülerin rivayetlerinde hala Drakula’nın lanetini taşıdığına inanılan bir bölgedir. Manastırda yapılmış kazılarda kazıklandığı anlaşılan iskeletler ve kafatasları bulunmasından hareketle bu kale hem bir işkencehaneye sahiptir hem de söylencelerin kısmen haklı bir yönü mevcuttur; yukarıda bahsedildiği gibi Dracula’nın hazinesi yoksa da bir dönem darphane bile bulunmaktadır.
1930’lu yılların başında Dracula’nın mezarını bulmak için adada bir kazı çalışması başlatılır. Aramaya söylencelere binaen Dracula’nın rahipler tarafından eziyet görmüş ruhu huzur bulsun diye, rahiplerin sürekli duaların okunduğu sunağın dibine gömülmesinden hareketle oradaki yazıları çoktan silinmiş ancak görkemli bir mezar taşı açılır. Taş kaldırıldığında mezarın boş olduğu görülür. Kilisenin çeşitli yerlerinde kazılar sürdürülür…
Derken bir gün Ortodoks adetlerinde görülmemiş bir şekilde manastırın girişinin hemen sağında daha önce görülmemiş bir mezar taşı bulunur. Taş kaldırıldığında içinde üzeri sırma işlemeli, büyük bir kısmı çürümeye yüz tutmuş mor bir örtüyle kaplı bir tabut bulunur. Çürümekte olan tabutun içinde sarı yeşil ipekli parçalanmış bir giysi içerisinde başsız bir iskelet bulunur. Ejderha Tarikatı’na ait kızıl pelerini ve pelerinin önden tutulmasını sağlayan altın işlemeli üç düğmenin kalıntıları durmaktadır. İskeletin hemen yakınlarında XV. yüzyıl ortalarına ait buluntulara rastlanmıştır. Pişmiş toprak renginde, her bir köşesinde bir firuzenin bulunduğu taç kalıntısı, taşsız bir kadın yüzüğü, küçük bir fincan ve altın ipliklerle süslü bir kemer tokası… Arkeologlardan Dinu Rosetti’ye göre mezar Dracula’ya aittir. Ona göre din değiştiren voyvoda, sunağın dibine gömülmeyecek denli günahkâr olduğu için inananların ayak seslerini sürekli duyacağı bir yere gömülerek tabutun yeri değiştirilmiştir ki ne zaman olduğu meçhuldür. Yunan keşişlerin idarede bulunduğu esnada ya da XIX. yüzyılın başlarında yaşamış Argeş Başpiskoposu İlarion zamanında olduğu tahmin edilmektedir.
Ancak tabi kesin bir delil vs. bulunamamıştır. Ta ki Rosetti, buluntulardan birkaç yıl sonra Almanya’da Nürnberg Müzesi’ni ziyaret edene kadar…
Dino Rosetti, müzede Dracula’nın mezarı olduğunu düşündükleri mezardaki buluntuların tamamen eşi bir yüzük ve kemer tokası görür. Bir şövalyeye kazandığı turnuva sonrası verilebilecek armağanlar olarak nitelediği bu buluntular, Vlad Dracul’un oğluna altın kemeri ile birlikte Toledo kılıcını miras bıraktığına dair söylentiyi ve mezarın Dracula’ya ait olduğunu da doğrulamıştır.
Hikâyenin asıl ilginçliği buradan sonra başlamaktadır.
İkinci Dünya Savaşı esnasında Bükreş Kenti Tarih Müzesi’nde korunan buluntular, mahkûmlar tarafından yerlerinden alınarak güvenlik altında tutmak için Valeni de Munte dağlarına taşınırlar. Romanya’nın meşhur tarihçisi Nicolae Jorga’ya emanet edilirler ki Jorga 1940’da Romanya’da aşırı sağcı Demir Muhafızlar tarafından öldürülecektir. Taşıma esnasında ünlü yüzük ve Rosetti’nin diğer buluntuları kaybolur. Çalındığı mı yoksa kaybolduğu mu meçhuldür.
Dracula efsanesinin bir diğer ilginç noktası hiç kuşkusuz “vampirlik” söylencesidir. Dracula daha yaşarken ve Bram Stoker öncesinde korkulu hikâyelerin ve hatta tiyatroların konusu olmuştur. Efsanenin yayılması yine edebiyat sayesinde olmuştur…
Dracula’nın Vampirlik Söylencelerinin Kaynakları
Yukarıda Dracula’nın vampirlik söylencelerinin kaynaklarından birinin Erdel saldırılarından sağ kurtulup batıdaki manastırlara kaçabilen Katolik keşişler olduğu yazılmıştı. Katolik kiliselerine ve cemaatine saldırılarını batıya aktaran keşişlerin anlatıları ve anlatılardan hareketle yazılan şiir ve öyküler, Dracula Efsanesi’nin oluşumuna çanak tutmuştur. Hatta öyle ki bu kanlı Drakula öyküleri, XV. ve XVI. yüzyıllarda matbaanın din dışı konularda ilk “çok satan” kitapları olarak nitelendirilmektedir. Dracula din dışı ve zalim bir figür olarak Hristiyanlık azizlerine eziyet eden bir tiran olarak tasvir ve ikonalarda dahi kullanılmıştır. Stoker’den ve popüler kültürden çok önce bu denli kullanılır olması hayli ilgi çekicidir.
Fakat Dracula’nın vampirliğiyle asıl kaynağı Rus rivayetleridir. Ortodoksluk’tan dönüp Katolikliği seçtiğinden karanlığı tercih etmiş ve hayatının kâfirlik içinde bitmesini yeğlemiştir. Ortodoksluk inancına göre dinden ayrılanların büyük ceza göreceğine inanılmakla birlikte, batıl inançlı kimseler tarafından da böyle kimselerin mezarında bile huzur bulamayacağı söylenmektedir.
1482 yılında Moskova Knezi’nin elçisi ve çağdaş Rus diplomasisinin kurucusu sayılan Fyodor Kuritsin batıya gönderildiği zaman Vlad Dracula hakkında bilgi toplamış hatta bir süre Erdel topraklarında da bulunmuş, Dracula’nın katliamlarının tanığı Saksonlarla dahi görüşme fırsatı olmuştur. (Onun burada aldığı notlar sonradan meşhur Rus çarı Korkunç İvan’ın özümseyip uygulayacağı idare felsefesinin temelini oluşturacaktır) Rus kaynakları işkencelerin aktarıcı olmanın yanı sıra “kâfirliği” gerekçesiyle bir anlamda vampir söylencelerinin bir diğer membaı olmuştur.
Romen folklorunda ise karanlığın izlerine rağmen bir kahraman gibi resmedilmiş, köy anlatıları ve türkülerde, tarih kitaplarında kendine yer bulmuştur. Hatta burada XIX. yüyılda yaşamış Deleanu’nun “Çingene Efsanesi” adlı eserine göre Dracula vampirlerle (strigoi) ve kötü ruhların başlıca düşmanıdır. Eserde vampire karşılık Latince “cadı karısı”, “acuze”den mülhem “strix” sözcüğünden türeme strigoiyi kullanır ki shtruga olarak Arnavutluk’ta vampire verilen isimlerden biridir.
Katliamları ve dinsel referansları, yöresel batıl inançlarla birlikte düşünürsek kahraman imajına rağmen dracula’nın edebiyattaki vampirleştirilmesi kuvvetli bir zemin bulabilmiştir. Keza Sırbistan’da Sırp kasabı Miloseviç’in mezarına kazık çakılması olayı göz önünde bulundurulursa XIX. yüzyıla doğru milliyetçilik akımının ön plana çıkmasıyla ulusal kahraman olarak görülen Dracula için en azından Erdelliler ve Saksonlar arasında bu tip yakıştırmalar yapılmış olabilir.
Dracula en son 1700’lere doğru popülaritesini kaybetmeye başlar Avrupa’da. Ta ki bir İrlandalı kalemiyle onu vampirleştirip yeniden diriltene kadar…
Edebiyattaki Drakula
Dracula’yı asırlık uykusundan uyandırıp, Balkan diyarından çıkarıp dünyaya salan, onu fenomen haline getiren hiç kuşkusuz İrlanda Dublinli yazar Bram (Abraham) Stoker ve onun Dracula adlı “ölümsüz” eseridir. Birkaç hikaye denemesi ve yazıyla haşır neşir olması haricinde tiyatro eleştirmenliği yapan zorunlu devlet memuru bu şahıs, gazetecilikle dahi uğraşmıştır. Nitekim gazeteciliğinin etkisi Dracula’daki gerçeklik havasını sağlayabilmesinde hayli etkili olmuştur.
İlk yazdığı korku öyküsünde cehenneme açılan bir boyut kapısı yapan bir marangozu anlatmış, birkaç korku romanı daha yazmıştır ama hiçbiri Dracula’nın şöhretine erişememiştir.
Stoker en başta bir korku hikayesi yazmayı planlamaktadır. Hikâyeye göre bir ziyafette bir araya gelen 12 kişi birbirlerine korkunç öyküler anlatacaktır. Yani 12 hikâye içeriyordur öykü. Stoker ilk hikâyeyi bir avukatın anlatmasını tasarlar lakin hikâyeyi bir türlü bulamaz. Derken bir gece gördüğü bir rüya sonucu “vampirli” bir öykü yazmaya karar verir. Jonathan Harker adlı bir avukatın Avusturya’da yaptığı tekinsiz bir yolculuğun öyküsüdür yazacağı öykü. Beyaz Balina Yayınları’ndan çıkan “Dracula’nın Konuğu” adlı vampir öykülerinden seçkiler kitabında ilk öykü olan Dracula’nın Konuğu adlı hikâye ki bu hikaye 1998 basım Kamer Yayınları Dracula’sının başında da yer alır işte o öyküdür. İlk adı “Vampirin Konuğu”dur ve bir başka İrlandalı yazar Sheridan Le Fanu’nun meşhur vampir romanı “Carmilla”ya bir göndermedir. Derken hikâye taslak halinde daha da uzar ve neredeyse uzun öykü olur. Bunun üzerine Stoker 12 öyküden vazgeçip bu tek öykü üzerinde çalışmaya başlar.
İlk taslakta karakterler şöyledir:
Tımarhanedeki Doktor,
Doktorun nişanlısı kız,
Sonsuz bir yaşam elde etmek ümidiyle yanıp tutuşan akıl hastası,
Avukat John,
Yardımcısı Jonathan Harker,
Harker’ın nişanlısı Wilhelmina Murray,
Mina’nın bir arkadaşı Kate Reed,
Kont Vampyr,
Sağır ve dilsiz bir kadın,
Konuşamayan bir adam,
Dedektif Cotford,
Alfred Singleton adında bir araştırmacı doktor,
Teksaslı bir mucit,
Alman profesör Max Windshoeffel,
İşte bu taslakta geçen Kont Vampyr’dir asıl vampirdir romanın kötüsüdür. Zaten Türkçe’ye de çevrilen “Stoker’ın Kayıp Günlüğü”ne bakıldığında da Dracula adının geçmediği görülmektedir.
Stoker iyi bir korku romanı yazmanın yolunu bildiğini düşünerek gerçekçilik dozunu arttırmayı, bu sayede okuru dehşete düşürmeyi yeğler (Lovecraft misali). Bu nedenle vampirlerle ilgili ne varsa araştırıp kurcalamaya başlar zira romanını sağlam temeller üzerine oturtmak istemektedir. Bu araştırmaları sırasında tuttuğu notlar bugün, Philedelphia’daki Rosenbach Vakfı’nda bulunmaktadır ve “Kazıklı Voyvoda” adlı eserin müellifleri Radu Florescu ve Raymond McNally tarafından tetkik edilmiştir.
Üç paket halinde bulunan bu el yazmalarının dökümü şöyledir;
İlk paket, el yazısıyla yazılmış yirmi dokuz sayfadan oluşuyor ve öykünün özetini, tarihlerin dökümünü içeriyor.
İkinci paketteki kâğıtlar ise vampirler, Transilvanya batıl inançları, denizcilikle ilgili notlar, Whitby Limanı’ndaki batık gemiler, ölüsevicilik, kurtadamlar, başa alınan darbelerin yaratabileceği sonuçlar, iki harap manastır resmi ve 2 Şubat 1896 tarihli New York World gazetesinde yayınlanmış, “İngiltere’deki Vampirler” başlıklı bir öyküden oluşmakta.
Üçüncü pakette ise çeşitli kitaplardan alınmış ve daktilo edilmiş notlar bulunuyor.
Alınan ve kopya edilen yazılara ise şunlardır;
– Birds Golden Chersonese’dan alınmış “Malaya” folkloruyla ilgili bir yazı, 2 sayfa
– 1881′de Karpatya Derneği’nin bir üyesinin hazırladığı “Magyarland”, 3 sayfa
– A.F.Crosse’nin Round About the Carpathians (1878) adlı eserinden bir bölüm, 5 sayfa
– Johnson’un On The Track of The Crescent (1885) bir bölüm, 7 sayfa
– F.C ve J.Rivington’un birlikte hazırladıkları Theory of Dreams (1808) adlı eserinden bir bölüm, 3 sayfa
– Charles Bonner’ın Transylvania (1865) adlı çalışmasından, 2 sayfa
– William Wilkinson’ın Account of the Principalities of Wallachia and Moldavia (1820) adlı çalışmasından bir bölüm, 4 sayfa
– Sonra on sayfalık daktiloyla yazılmış Whitby Mezarlığındaki mezarların tanımları ve denizden esen rüzgârın kuvvetiyle ilgili dereceleri içeren notlar,
– Taslak halindeki romanla ilgili yazılmış el yazması dört sayfalık not.
Stoker romanın gerçekçi olmasında büyük oranda başarılı olmuştur. Çünkü araştırmacıların da belirttiğine göre Stoker’ın günlük-mektup şeklinde oluşmuş romanındaki zaman ve tren tarifeleri, mekan tarifleri birebir gerçeğe uymaktadır. Yani romanı okurken insana gerçekçi gelmesi bir yana bu yerlerle ilgili araştırma yaptığınızda bu yerlerin gerçek olması insanı şaşırtır. Stoker kendinden önceki vampir romanlarını aşan bir roman yazmak istemektedir.
Bir gün British Museum’da araştırma yaparken bir belge bulur. Yukarıda bahsettiğim gibi Dracula’nın yaşadığı dönemde bile korku kahramanı olmasını sağlayacak yazmalardan birini bulur Stoker. 1491 yılından kalma bir Alman kaynağı kanlı bir derebeyinin öyküsünü anlatmaktadır. Vlad Dracula’nın öyküsüdür. Stoker karakteri Kont Vampyr’e, “Dracula” adını uygun görür. Böylece romanı tarihsel bir çerçeveye dayanacak ve öykü gerçekçi bir hal alacaktır.
Roman 1893′te yazılır, 1897′de yayınlanır ve ondan sonra Dracula bir fenomen haline gelir. O artık her vampir için bir prototiptir. Çoğu vampir doğu Avrupalı bir aristokrattır ve olaylar Doğu Avrupa’da yaşanmaktadır. Artık Transilvanya her canavarın bölgesidir ve her vampir ya da canavar adeta Dracula’dır. Öykü kaynağını tarihten aldığından dolayı ve yerlerin ve zamanın gerçek olmasından mülhem ki buna Stoker’ın yaratıcılığı da katılınca bu roman dünyaya yayılır.
Romanın sonunda Drakula ölmektedir ama nasıl ki tarihte dirilmişse edebiyatta da dirilebilmektedir. Drakula Gotik vampir öyküler için bir mihenk taşı sayılır. Gerçi en az onun kadar meşhur olan Anne Rice’ın Vampir Lestat’ı ve Vittoriosu da onun kadar meşhur olur ama hiçbir roman ondaki gerçekçiliği yakalayamaz. Nasıl ki Rice’ın Lestat’ı kendi tahtını yaratıp yükselmeyi sürdürdüyse, Drakula da kendi tahtında yükselmeyi sürdürür. Hatta yeni yeni tahtlar kuran yeni Dracula’lar çıkar ve Dracula korku sinemasından sonra korku edebiyatının da yeni sermayesi olur.
Michael Parry 1976′da “The Rivals of Dracula” (Drakula’nın Rakipleri) adlı eserinde onu kullanır. Ondan önce 1973′te Robert Lory “Dracula Returns” (Dracula Dönüyor)’ü yazıyor. Robert Lory romanında Dracula’yı yeniden ele alır ama farklı bir şekilde. Transilvanya’daki şatosundaki tabutunda yatan Dracula, Prof. Dr Damien Harmon ve yardımcısı Cameron Sanchez teknoloji ve bilimi kullanarak Kont’u diriltir. Dracula kitaptan kitaba çeşitli maceralar yaşar. Ama iyi biridir zira Prof. Harmon onu bir aygıtla iyiye çevirmiştir. Böylece Dracula yedi kitaplık seride büyücülerle, kötü vampirlerle, zombilerle, mumyalarla, kayıp uygarlıklarla ve eski tanrılarla savaşır. Lory’nin yazdığı ilk kitap dışında diğer altı kitap şunlardır: The Hand of Dracula-1973, Dracula’s Brother-1973, The Drums of Dracula-1974, Dracula’s Disciple-1975, Dracula’s Lost World-1975, Challenged of Dracula-1975.
Dracula fenomeni zaman zaman mizaha da alet olur. Fred Saberhagen “The Dracula Tape” (Drakula’nın Kayıtları)‘i kaleme alır ve Drakula efsanesini hicveder. Bunun dışında “The Holmes-Dracula File” (Holmes-Drakula Dosyası, 1978) adlı romanında ünlü dedektif Sherlock Holmes ile şanlı Drakula’yı karşı karşıya getirir. Aynı yıl Loren D. Eastman “Sherlock Holmes versus Dracula or the Adventures of the Sanguinory Count” (Sherlock Holmes Drakula’ya Karşı ya da Kanlı Kontun Maceraları) adlı eserinde Holmes’ün dostu Dr. Watson’ın ağzından iki fenomeni hicveder.
Tabi bunun dışında efsanenin kökenine inen çalışmalarda olmuştur. Tarihçi Peter Tremagne 1993′te tek cilt halinde yayımlanan üç öyküsü gibi: Dracula Unborn (Doğmamış Drakula, 1977), The Revenge of Dracula (Drakula’nın İntikamı, 1978), Dracula, My Love (Dracula, Aşkım 1980). İlkinde Kazıklı Voyvoda’nın hayali günlüklerinden yola çıkarak Prens Dracula’yı yeniden anlatır. İkinci eserde vampirliği eski Mısır kökenli bir tarikata bağlar. Üçüncüde ise vampir romantizmini anlatmaktadır. Bunan başka İtalya’da 1950′li yıllarda “I racconi di Dracula”(Drakula’nın Öyküleri) yayınlanır.
Sinema boyutuna kısaca değinmek nâmümkündür zira Hamlet kadar uyarlandığı söylenen Dracula’nın, farklı konularda birçok ülkede uyarlaması yapılmıştır. Ayrıca yazılması gereken bir konu olduğundan bu araştırmaya dahil edilmemiştir. Bunun yanı sıra tiyatro ve müzikallere de konu olduğunu unutmamalı.
Bugünkü Dracula Fenomeni
Sonuç olarak Dracula efsanesi hayranıyla inananıyla inanmayanıyla araştırmacısıyla bir fenomen ve giyimden edebiyata, sinemaya, gıdaya, turizme kapitalizmin bir parçası olmuştur. Pelerinli şatolu vampir figürü onun eseridir.
Geçmişte zihinlerde korkutucu bir imaj uyandıran Dracula bugün bu imajını çoktan unutturmuş durumda. O artık bardakların ve t-shirtlerin üstündeki sivri dişli adam ve şatosunun önündeki pazarda bir sermaye aracı… Ayrıca kimi Romen milliyetçileri için de halkın kurtarıcısı bir milli kahraman. Kimine göre ise sadece bir fantezi ürünü.
Şüphesiz bugünkü Dracula fenomeniyle elli yıl öncenin Dracula fenomeni çok farklıdır. Drakula’yı yakışıklı ve karizma olarak hatta metroseksüel olarak pazarlayan sinemacılar sayesinde kuşkusuz zihinlerdeki Dracula imajı çok değişti. Bu aslında Dracula’nın bir özelliği. Dracula gerçekten ölmeyen ve tükenmeyen bir konu zira her çağa her ortama bir şekilde ayak uydurabilen, uyarlanabilen, yeniden işlenebilen ve farklı yorumlanabilen muazzam bir ilham madeni.
Bugün ölümünden asırlar sonra hala konuşulmasını Giovanni Scognamillo’nun “Dehşetin Kapıları” adlı eserinde, Güven Turan yazdığı önsözde gayet güzel açıklamaktadır: “Dracula, Karpatlar’daki şatosunda değil, dünyanın en korkunç labirenti olan beynimizin kıvrımları arasında yaşıyor.”
GALERİ:
KAYNAKÇA
Ana Kaynaklar:
– Aşıkpaşazade, Têvârih-i Al-i Osman, haz. Kemal Yavuz-Yekta Saraç, Bilimevi Basın Yayın, İstanbul 2007.
– Edirneli Oruç Beğ, Oruç Beğ Tarihi, haz. Nihal Atsız, İstanbul 1972.
– Hoca Sadeddin Efendi, Tacü’t-Tevarih, Sadeleştiren: İsmet Parmaksızoğlu, Cilt I-II-III, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1992.
– Joseph von Hammer, Büyük Osmanlı Tarihi, çev. Mehmet Ata, Cilt I-II, Sabah Yayınları.
– Kritovulos, Tarih-i Sultan Mehmed Han-ı Sanî, çev: İzmir mebusu Karolidi, Ahmed İhsan ve Şürekası Matbaacılık Şirketi, 1328 (m. 1912-13) İstanbul.
– Konstantin Mihail Konstantinoviç, Bir Yeniçerinin Hatıratı, çev.-haz. Kemal Beydilli, Tarih ve Tabiat Vakfı Yayınları, İstanbul 2003.
– Müneccimbaşı Ahmet Dede, Müneccimbaşı Tarihi, Cilt 2, çev. İsmail Erünsal, Tercüman Yayınları, İstanbul 1974.
– Yusuf Bin Abdullah, Târîh-i âl-i Osmân, haz. Efdal Sevinçli, Eylül Yayınları, İzmir 1997
Araştırma Eserleri:
– Andreescu, Stefan, “Vlad Țepeș Dracula”, http://www.bjmures.ro/bdPublicatii/CarteStudenti/A/StefanAndreescu-Vlad_Tepes.pdf
– Dramalı, Zeynep, Tarihi Tersten Okumak, Yeditepe Yayınları, İstanbul 2004.
– Florescu, Radu R., McNally, Raymond T., Drakula ya da Kazıklı Voyvoda, çev. Ali Cevat Akkoyunlu, Doğan Kitap, İstanbul 2000.
– Fransa Historia Üniversitesi Tarih Kurumu, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, çev. Şiar Yalçın, İstanbul 2003.
– Jorga, Nicolae, Osmanlı Tarihi, Cilt 2, çev. Nilüfer Epçeli, Yeditepe Yayınları, İstanbul 2005.
– Karg, Barb, Spaite, Arjeani, Sutherland, Rick, Her Yönüyle Vampir, Arkadaş Yayınevi, Ankara 2011.
– Seyfi, Ali Rıza, Drakula İstanbul’da, Kamer Yayınları, İstanbul 1997.
– Tansel, Selahattin, Osmanlı Kaynaklarına Göre Fatih Sultan Mehmed’in Siyasi ve Askeri Faaliyeti, TTK Basımevi, Ankara 1999.
– Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, Cilt 1, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1994.
Makaleler ve Ansiklopedi Maddeleri:
– Dramalı, Zeynep, “Drakula”, Hürriyet Tarih, 5 Şubat 2003, (Hürriyet gazetesi) İstanbul.
– Griua, Catalin, “Drakula: Vampir Kont”, National Geographic Türkiye, Şubat 2010, İstanbul.
– Emecen, Feridun, “İshak Bey”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt 22, İstanbul 2000, s. 524-525.
– Emecen, Feridun, “Varna Muharebesi”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt 42, İstanbul 2012, s. 527-530.
– İnalcık, Halil, “Mehmed II”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt 28, Ankara 2003, s. 395-407.
– İnalcık, Halil, “Murad II”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt 31, İstanbul 2006, s. 164-172.
– Kiel, Machiel, “Rusçuk”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt 35, İstanbul 2008, s. 246-250.
– Karakaya, Enis, “Hamza Bey Külliyesi”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt 15, İstanbul 1997, s. 509-510.
– Karpat, Kemal, “Eflak”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt 10, İstanbul 1994, s. 466-469.
– Karpat, Kemal, “Erdel”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt 11, İstanbul 1995, s. 280-283.
– Özcan, Abdülkadir, “Boğdan”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt 6, İstanbul 1992, s. 269-271.
– Sözen, Zeynep, “Osmanlı Kültürünün Eflak ve Boğdan’ın Yaşamına Etkisi”, Türkler, Cilt 12, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, s. 15-22.
Romanlar:
– Scognamillo, Giovanni, Dehşetin Kapıları, Kamer Yayınları, İstanbul 1997.
– Stoker, Bram, Dracula, çev. Zeynep Akkuş, Kamer Yayınları, İstanbul 1998.
Yazan: Mehmet Berk Yaltırık
16 Kasım 2015 – Edirne