İncelemeler

Koş Ben, Koş! - The Running Man İncelemesi

Stephen King’in Richard Bachman takma adıyla roman yazıp kendisiyle rekabete girdiği ilginç döneme ait eserlerinden olan The Running Man, aynı isimle ikinci kez uyarlanıyor.

1987 model Arnie aksiyonu ilk filmi herkes hatırlıyordur. Günahı sevabıyla klasik olmuş bir film olsa da, orijinal materyalden oldukça uzaktır ve odağını tamamen aksiyona yöneltir. Romanın özünü oluşturan sistem eleştirisi fena şekilde geri plandadır ama sıkı aksiyonu ve bir türlü kurtulamadığımız Arnie cazibesi ile her zaman kalbimizdedir.

Shaun of The Dead’den beri en sevdiğim yönetmenlerden olan ve her yeni projesi ile heyecan uyandıran Edgar Wright’ın Ölüme Koşan Adam’ı tekrar… Yahu filmin Türkçe ismi hiç oturmuyor, sıfırdan başlasam sorun olur mu? Shaun of The Dead’den beri en sevdiğim yönetmenlerden olan ve her yeni projesi ile heyecan uyandıran Edgar Wright’ın The Running Man’i uyarlayacağını ilk duyduğumda her şaşırdım, her sevindim. Gelen ilk fragman ise duygularımın endişe kantarına sıçramasına yol açmıştı ancak sakin kalmayı seçmiştim, vardır Wright’ın bir bir bildiği dedim. Sonunda The Running Man’i seyreyleme şansına eriştim. Bakalım yeni jenerasyon Ben Richards doğru yere mi koşuyor.

Romanın taşıdığı sistem eleştirisinin bugünlerde ne kadar kuvvetlendiği ortada. Amerika gibi koca ülkeyi sapık bir palyaçonun yönettiği düşünülünce, derdi olan sinemacıların kımıl kımıl kaynadığını görüyoruz. Paul Thomas Anderson’ın ciddi sinemacılığını esneterek anarşi çağrısı yaptığı One Battle After Another gibi pek çok örnek bu aralar sinemalarımızı ziyaret edecek belli ki. The Running Man de özünde bu sivri dili taşıyor ve günümüz için çok uygun bir materyal. Wright da bunun farkında ve romana ilk filme oranla çok daha sadık kalmayı seçmiş. Ancak uzun süresine rağmen kendisinden beklemediğim şekilde derdini doğru düzgün anlatamıyor, yönetmenin alameti farikası olan keskin ve dinamik kurguyu da burada bulamıyoruz. Nerede o Shaun of The Dead ile başlayıp Scott Pilgrim vs. The World’lere Baby Driver’lara uzanan müthiş kurgulu tempo, nerede The Running Man.

Hakkını yemeyeyim, filmin belli bölümleri oldukça dinamik ve seyirciyi diken üstünde tutmayı başarıyor. Ama 133 dakikalık süresinin ne kadarını bu kadar etkili kullandığı tartışılır. En büyük problemlerden biri de başroldeki Glen Powell. Üzülerek söylüyorum (çok üzülüyordur, milyon dolarları sayarken bir üzülüyordur), kendisinde başrol kumaşı pek yok.

Dahası, filmin bütün yükünü Powell’a taşıtmış Wright, yan karakterlere olabilecek en az süreleri veriyor ve onlara derinlikli bir karakter yaratmıyor. Michael Cera filmin en eğlenceli 5-10 dakikasını yaratıyor bizler için ama o bile hızlıca güme gidiyor. Finale doğru hikayeye dahil olan Amelia karakteri Ben Richards ile büyüyecek sanıyorsunuz ama o da bir anda filmden çıkıyor. Tüm film Richards odaklı, bu da Tom Cruise aurasına sahip bir aksiyon yıldızına ihtiyacımız var anlamına geliyor. Powell aradığımız adam değil; deliliği yansıtması gereken sahnelerde yapmacık duruyor, dramayı da veremiyor. Tek başardığı şey ise iyi koşmak. Bunu sergilediği otel sahnesi gibi bölümlerde sırıtmıyor, o kadar.

Öykünün eleştiri tonu ise yer yer çok başarılı. Koca bir ülkeyi çaktırmadan kontrol eden televizyon kanalı ve sunduğu sert yarışmalar, halkın ne kadar aptallaştığını yüzümüze vuruyor. Zengin kadın kavgalarından oluşan programın Kardashian parodisi olması, bilgi yarışmasında fare çarkında kilolu insanların koşturulması ve en kötüsü de The Running Man isimli şovda insanların canlı yayında öldürülmesi halkın ilgi odağı olmuş durumda.

Filme adını veren yarışmada halk da işin içine katılıyor, ölümden kaçan yarışmacıları görüp telefon üzerinden bildirenlere ödüller veriliyor, kanlı avın bir parçası olup bundan tatmin olmaları sağlanıyor. O yüzden Ben Richards’ın 30 gün hayatta kalma çabası ve sergiledikleri, bir anda ve ilk başta fakir kesimde bir uyanışa sebep oluyor, ”O hayatta kalıyorsa, biz de bu devrandan sağ çıkabiliriz” duygusu pıtırcıklanıyor.

Trump ve iyi tanıdığımız muadillerinin şu anda televizyon ve sosyal medya üzerinden yaptıkları ayrıştırma, ötekileştirme toplumun her köşesine sızmış durumda. The Running Man’in özündeki öykü, gelecekte geçtiği hissini artık hiç taşımıyor. Bugünden bir farkı yok, sertliği de o yüzden etkili zaten. İçinde yaşadığımız ve yakında daha da kötüsünü yaşayacağımızı bildiğimiz bir senaryo bu. 80-90’larda eleştiriyi alıp sadece güldüğümüz, bu kadar da olmaz dediğimiz hikayeler bir bir gerçekleşti, gerçekleşiyor. O yüzden tüm eksiklerine rağmen The Running Man’in taşıdığı anarşist ruh önemli. Filmin bir bölümünde psikiyatrist ablamız Ben Richards’a hızlıca kelimeler okuyor ve aklına ilk geleni söylemesini istiyor. The Running Man’in özetini de burası oluşturuyor.

Psikiyatrist: Anarşi? Ben Richards: Ne zaman?

The Running Man, bana göre Edgar Wright’ın en zayıf filmi. Yönetmenin alıştığımız hınzır temposundan ve stilize karelerinden uzak olması ve Glen Powell’ın zayıf oyunculuğu filme büyük darbe vuruyor. Diğer yandan; romanı okumuş biri olarak orijinal materyale olabildiğince yakın durması, toplumsal uyanışa daveti ve (finalde iyice karikatürize bir hal alsa da) anarşist ruhuyla meselesi olduğunu dünya aleme duyuruyor. İlk film hala favorim olarak kalacak, bu versiyon ise izleyeni üzmez, ıskalayanı yıkmaz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu