Arrival Filmini Daha İyi Anlamak
2016’nın olumlu eleştiriler alan filmlerinden biri olan, Oscar’da adaylıklar elde etmesi beklenen, anlaşılmasının kolay olmadığı konusunda hemfikir olunan Arrival (Geliş)’ı derinlemesine inceleyelim; incelerken de hakkında bilgiler öğrenelim.
DİKKAT! Yazı, Arrival filmi hakkında bol SPOILER içerir!
Incendies, Prisoners, Enemy, Sicario gibi filmlerle istikrarlı bir başarı grafiği çizen yönetmen Denis Villeneuve, yeni filmi Arrival ile da bu istikrarını sürdürüyor.
İlk kez bir bilimkurgu filmi yöneten Villeneuve’ün, 2017’de gösterime girecek “Blade Runner 2049” öncesinde adeta bir gövde gösterisi yaptığı söylenebilir.
Arrival’ın; Hugo, Nebula, Locus ödüllü bilimkurgu yazarı Ted Chiang‘ın 1998’de yayımlanan Story of Your Life (Hayatının Hikayesi) adlı uzun öyküsünden yola çıkılarak uyarlandığını da belirterek başlayalım filmin derinlerine inmeye.
Film, uzaylı öykülerinin bilindik girişiyle başlıyor: Uzaylılar bir gün ansızın Dünya’ya gelir ve olaylar gelişir… Peki, bu ‘geliş’ten sonra şimdi ne olacaktır?
İşte bu soruyu yanıtlama biçimiyle Arrival, son yılların en orijinal bilimkurguları arasındaki yerini alıyor.
Independence Day (Kurtuluş Günü), War of the Worlds (Dünyalar Savaşı) gibi bol bol aksiyon, abartılı görsel efektler sunmayacağını en başından belli eden bir filmdi Arrival. Böyle bir beklentiye girmeden izlemeye başlamanıza rağmen umduğunuzdan daha sanatsal bir film sizi karşılıyor.
Film başlarken “Acaba klişe bir film olur mu?” diye içinizde bir korku oluyor. Sanki, “İnsanlar Dünya’yı yok ediyor, sizi o yüzden yok edeceğiz” diyen uzaylıları izleyeceğimiz hissi oluşuyor. Yani tıpkı The Day the Earth Stood Still (Dünyanın Durduğu Gün) filminde olduğu gibi. Neyse ki bunun yanından bile geçmediğini görünce içimize bir su serpiliyor ve orijinalliği ile mest ediyor.
Dilbilimci Louise‘nin (Amy Adams) trajik öyküsüyle başlıyor hikayemiz. Uzun uzun izliyoruz kızıyla olan dramatik sahneleri.
Bu dramatik anları izlerken hemen düşünmeye başlıyorsunuz, “Önem verilen sahneler olduğu belli, filmin ana öyküsüyle ciddi bağları olmalı. Aksi takdirde duygu sömürüsü olacaktır” diye. (İşte bu sahneler aslında düşündüğümüzden çok daha önemliymiş, ki oralara yazının ilerleyen bölümlerinde birlikte bakacağız.)
Ana kahramanımız Louise, olayı gecikmeli de olsa öğreniyor: Dünya’nın 12 farklı yerinde tanımlanamayan cisimler konuşlanmış. Doğal olarak ülkeler birbirlerinden işkilleniyor, ama çok geçmeden bu cisimlerin gerçekten de dünya dışı yaşama ait olduğu anlaşılıyor. Bu noktada yaratılan atmosfer oldukça gerçekçi, hemen şimdi benzer bir olay olsa yaşanabilecekler muhtemelen paralel bir şekilde ilerleyecektir.
Uzaylıların havada asılı duran, siyah, pürüzsüz, oval araçlarının tasarımı da özgünlüğüyle dikkat çekiyor. Bu tasarım, filmin fragmanında görülür görülmez heyecan uyandırmıştı. O alışıldık uçan daireler tercih edilmiş olsa baştan kaybedebilirdi zaten.
Bu tasarım fikrinde 15 Eunomia adlı bir göktaşı etkili olmuş.
Bu göktaşına Yunan mitolojisinde Zeus ve Themis’in üç kızından biri olan Eunomia’nın ismi verilmiş. Eunomia, doğada düzeni simgeler; bu da filmin ana fikriyle(ileride daha detaylı bakacağız) gayet uyumlu.
Peki, bu uzaylıların amacı nedir?
Film boyunca bunu merak ediyoruz. O kadar uzaklıktan gelebilmeleri için ışık hızını aşmaları gerektiğine göre (insanlığın bildiği kadarıyla), o kadar yolu boşuna tepmediler belli ki. Bizim yapamadığımızı yapabiliyorlarsa, kötü niyetli oldukları takdirde bizi anında harcayabilirler. Onlarla iletişim kurabilmek, onları anlayabilmek için verilen ilk uğraşta izleyici bile eziklik hissediyor.
2001: A Space Odyssey filminde maymunların monolite anlam verme uğraşlarını andıran bir görüntü oluşuyor adeta.
Bizim dilbilimci baş karakterimiz olayın içinde nasıl kendini bulacak derken ordudan ulaşıyorlar kendisine.
Uzaylıların dilini anlayabilmek için ona ihtiyaç vardır. Bu esnada “Yahu o kadar yolu tepebiliyorlar da, bizim dilimizi iki dakikada çözebilecek teknolojiyi yapamamışlar mı?” diye soruyorsunuz. İşte bu andan itibaren dilbilimin sanıldığı gibi basit bir bilim olmadığını öğreniyoruz. Bunu öğrenirken de dilbilime olan saygımız katbekat artıyor.
12 farklı ülke kendi ülkelerindeki uzaylılarla iletişim kurmaya çalışırlarken bizim Amerikalılar da 18 saatte bir açılan uzay gemisine adım atıyorlar.
Kesinlikle Ay’a adım atmaktan daha önemli bir adım. Amaçlarının ne olduğunu öğrenmeye yaklaşıyorsunuz, insanlık için bundan daha büyük bir adım olamaz herhalde.
Bir yandan da dilbilimci Louise ile teorik fizikçi Ian(Jeremy Renner) tanışır tanışmaz uyumu yakalıyorlar.(Bu ikilinin American Hustle’da da bir arada oynadıklarını hatırlayalım.)
Bol heyecanlı adımla birlikte yer çekiminin alışılmışın dışında olduğunu görüyoruz ve burada biraz başımız dönüyor.
“Allah’ını seven üstüme bilimkurgu atsın” dediğimiz anlar
Tam da bu gibi anlarda müziğin etkisini de gözardı edemeyiz. Heyecanı, gerilimi iliklerimize kadar hissediyoruz. Besteci Jóhann Jóhannsson‘u bu konuda tebrik etmek lazım. Yönetmen ile arasındaki üçüncü işbirliği, dördüncüsü ise Blade Runner 2049 ile olacak.
İlk temasın ardından anlıyoruz ki film, tane tane işleyecek konuyu. Çünkü uzaylıların amacını öğrenmek için iletişim şart ve bu da dillerini öğrenmekle ya da dilimizi öğretmekle mümkün olacak.
Burada dilbilimin güzelliklerine tanık oluyoruz bol bol. İlk başta bir dilbilimcinin baş karakter olması zayıf gelse de, zamanla bunun bizim cahilliğimizden kaynaklandığını anlıyoruz. Aslında tam da olması gereken isim olduğuna ikna oluyoruz. Zaten filmin de büyük oranda dille alakalı olduğunu anlıyoruz yavaş yavaş.
Ara verilerek yapılan iletişimler devam ediyor ve film, bir sonraki sahnede ne olacak diye merak ettirmeye devam ediyor. Film bizi içine almışken, uzaylıların neye benzediklerine de dikkat kesiliyoruz.
Sislerin içinde kendilerini tam anlamıyla göstermeseler de, rahatlıkla bir ahtapota benzediklerini görebiliyoruz. Hatta neredeyse mürekkep balığından farkları yok. Mürekkep benzeri bir sıvı püskürtebiliyorlar ve yoğun atmosfer içinde süzülmeleri de bu canlıları andırıyor. Bu benzerlikten dolayı da Heptapod olarak bahsedildi film boyunca.
Yer yer, çekim açısına göre, parmakları üzerinde duran bir eli de anımsatıyorlardı. “Yazı ve el” ikilisini de düşünürsek gerçekten de o hissi vermek istemiş olabilirler. Yakınlaştıkça file benzediklerini de görebiliyorduk, ki yönetmen gerçekten de fillerden esinlenmiş. Mürekkep balığına ve örümceğe benzemesini de özellikle istemiş.
El demişken; Kurt Vonnegut‘un kült bilim kurgu romanı Slaughterhouse Five’daki Tralfamadoreianları da andırıyor. Tabii ters durmuş hallerini. Onlar için de zaman kavramı önemliydi.
Bir de; sisler içinden uzanan yaratıklar, akıllara The Mist filmini de getirmedi değil.
Bu uzaylı tasarımları ya insanımsı, ya böceğimsi ya da böyle ahtapotumsu oluyor zaten; bu konuda klişelerden kurtulamamış ne yazık ki.
Yakın bir zamanda da Europa Report’ta ahtapotumsu bir uzaylı görmüştük.
Belki de ahtapotlar hakkında, “bu dünyadan değiller gibi yapıları var” tarzındaki açıklamalar nedeniyle bu tasarımları tercih ediyor olabilirler.
Görüştükleri iki Heptapod’a Abbott ve Costello isimlerini veriyorlar. Bunlar 1940’lardaki iki ünlü komedyenin isimleri. Bizdeki Zeki Alasya ve Metin Akpınar tarzında bir ikili. Bir gün uzaylılar bizi de ziyaret ederlerse onlara Zeki ve Metin ismini veririz artık.
Gelelim filmin en önemli kısımlarına
Louise, yazıyla iletişimi akıl edince Heptapodlar da kendi yazılarını sergilemeye başlıyorlar.
Daire şeklinde, ama rastgele çizilmiş gibi duran bir şekil çıkıyor ortaya. Çözülmesi ne kadar imkansız gibi görünse de, dilbilimci olarak bilgisini ve yeteneğini konuşturuyor Louise. Adım adım çözmeye başlıyor dillerini ve öğreniyoruz ki tek bir daire koca bir cümleyi kapsıyor. Başta karmaşık görünse de bunu öğrenince çok mantıklı geliyor.
İki tür arasında güven ilişkisi güçleniyor zamanla. Louise de Abbott ve Costello’nun dilini öğrenmeye başlıyor.
Öğrenmeye başlamasıyla birlikte açıklayamayacağı deneyimler yaşıyor. İşte filmin ana fikri de burası. Sapir-Whorf hipotezini temel alan bir film olduğunu anlıyoruz. Derler ki, “Konuştuğunuz dilin yapısına göre karakteriniz ve dünya görüşünüz de şekillenir.” Latin alfabesinin soldan sağa, Arapçanın sağdan sola, Çincenin yukarıdan aşağıya olması beynimizin yapısını değiştirebiliyor bu hipoteze göre. Kulağa sert gelen dillerden birini, örneğin Rusçayı akıcı bir şekilde öğrendikten sonra o dili konuşurken daha öfkeli hissettiğini söyleyenlerin olmasını buna örnek verebiliriz. 7 dil bildiğinizi varsayalım, hangi dili konuşursanız her birinde karakteriniz değişim gösteriyor. Arrival’da ise, dilin sadece düşünce yapısını değil zaman algısını da değiştirebilecek güçte olduğundan söz ediliyor.
Bu uzaylı dili öyle bir dil ki Sapir-Whorf hipotezinden yola çıkıyor ve onu öğrenen kişinin zaman algısını bile değiştirebiliyor.(Sadece beyin yoluyla zaman kavramının bu kadar değişmesi bize bir yandan The Butterfly Effect’i de hatırlatıyor.) Evet, burası uçuk görünebilir ama ne de olsa Heptapod’ların nasıl geldikleri de uçuk görünüyor, ama gelebilmişler sonuçta. (İşte bunlar hep bilimkurgu.)
Louise bu dili öğrenen ilk kişi olduğu için sık sık verilen flashback’ler ve flashforward’lar ile zaman algısının değiştiğini görüyoruz. Tıpkı alfabemiz gibi ilerleyen zaman, dairesel bir hal alıyor; Heptapod’ların daireyi andıran cümleleri gibi.(Burası gerçekten yaratıcı bir fikir.)
Heptapodların dairesel şekli, Ouroboros çizimini de andırıyor.
Burada şunu düşünüyorsunuz: Bu kadar farklı bir dili öğrenmiş olsaydık gerçekten de zamanı algılama biçimimiz doğrusal olmayacak mıydı, şimdiki ilkel dillerimiz bizi aslında sınırlandırıyor mu?
Filmde mümkün olsa da bilim insanları bunun ne derecede mümkün olduğunu düşündüklerini detaylı bir şekilde araştırmak gerekir. Ama filmin bilime sadık kalmaya çalıştığını, bilim insanları rehberliğinde çekildiğini de biliyoruz.
İletişimin zorluğundan bahsettik; bir yandan da diğer ülkelerin kendi aralarında yaşadıkları iletişimsizlik de temel bir soruna vurgu yapıyor.
Ülkeleri geçtim, şu an Türkiye’de de iletişimsizliğin ne boyutta sorunlar yarattığını her gün tecrübe ediyoruz.
Louise, zamanın doğrusallığından çıkma deneyimlerini yaşamaya devam ederken tek başına korunmasız bir şekilde uzay gemisinin içine atıyor kendini.
Diğer tarafa geçtiğinde sadece sisten oluştuğunu sandığımız atmosferin, tahmin ettiğimizden daha yoğun olduğunu görüyoruz. Neredeyse sudan farkı yok yoğunluk olarak, mürekkep balığı esintisi daha net ortaya çıkıyor. Yani bizim mürekkep balıkları akvaryum içinde seyahat ediyorlar, teknolojinin de bu kadarı!
Louise, karşısında devasa boyuttaki Heptapod’u görüyor, filmin başından itibaren geren müzikler yine devreye giriyor ve izleyiciyi iyiden iyiye tedirgin ediyor. Bir ara Heptapod’un, tanrı olduğunu söyleyeceğini sananlar bile olmuş olabilir.
Filmin kendisi bir Heptapod cümlesinin kurgusuna sahip.
Giriş sahnesinde izlediğimiz dramatik anların geçmişte yaşandığını sanıyorduk ancak öğreniyoruz ki bütün olaylardan sonra yaşanacak olaylar dizisiymiş.(Burada bir “Vay beee!” çekmemek mümkün değildi.) Louise’in ders vermek için sınıfa girdiği sahneyi, kızını kaybettikten sonraki hali sansak da öyle değilmiş anlayacağınız. Louise, uzaylılarla temasa geçmeye karar verdiğinde, onun “nasıl olsa kaybedecek bir şeyim yok” şeklinde düşündüğü için bunu yaptığını sandık; meğer bir sanrının içindeymişiz. Geçmişte yaşandığını sandığımız “kafesteki kuş çizimi, oyun hamurundaki Heptapod” görüntülerini Louise’in kaderi olduğunu da sandık bir yandan. Oysa bu da bir sanrıydı. Yine Louise, askeri üsse gittiği zaman “Hamile misin?” sorusuyla karşılaştığında çocuğunu kaybeden anne tepkisi verdiğini sandık, oysa çocuğu olmamış bir kadının cevabıydı. Daha sonra Ian’a, kocasının olduğunu söylediğinde Louise geçmişten bahsediyor gibiydi; ama gelecekten bahsediyordu ve kocası tam karşısındaki Ian’dı. Bu da açılış sahnesinde ve flashback’ler(meğer flashforward’mış) neden kocasının görünmediğini açıklığa kavuşturuyordu. Kızının sorduğu kelime için “Baban bilim insanı, ona sor” demesi de bir ipucuydu, meğer teorik fizikçi Ian’dan bahsediyormuş.
Ian’ın, “Bunca yıldır yıldızlara bakıyorum. Beni asıl etkileyen, onlarla tanışmak değil seni tanımak oldu,” cümlesinin karşısında “Hayır!” demenin mümkünatı yoktu.
Louis’in, ilk defa sarıldığı Ian’a, “Sana sarılmanın ne kadar güzel bir his olduğunu unutmuşum” demesi bile filmi güzel kılmak için yeter de artar.
Eğer çocuğunun öleceğini bilsen, buna rağmen onu doğurur muydun? Kocanla ayrılacağını bilsen onunla ilişkiye başlar mıydın?
Zamanı algılayış biçimi çizgisel olmadığı için, bunların nasıl sonuçlanacağını bilmesine rağmen aynı şekilde devam etti Louise. Ne de olsa hiç doğmamasını istemek, onu kasten öldürmek sayılırdı. Söylediği bu cümle gayet açıklayıcıydı: “Bize düşen tek şey, yaşayacağımız her anı kucaklamak olmalı. Neler olacağını bilsek bile, bizim için ne kadar zor olsa da her ana sıkıca sarılmalıyız.”
Kızının isminin neden Hannah olduğunu da açıklamış oldu; zamanın döngüsel olması gibi ismin de sondan ve baştan aynı olmasını(palindrom) istemişti. Yani filmde olduğu gibi başlangıç ve son aynı.
Birbiri ardına, “geçmiş, şimdiki zaman, gelecek zaman” ekranda belirirken filmi takip etmesi de güçleşiyor. Louise’in zamansal dönüşümü efsane bir kurguyla izleyiciye aşılanıyor. Büyük bir işçilik yatıyor bu sahnelerin ardında.
Bu esnada Çin saldırıya geçmek üzereyken Louise’in geleceği görmesine tanıklık ediyoruz ve o cümleyle birlikte uzaylıların verdiği hediyeyle gelecekte olacakları görüyoruz.
Verdikleri hediye ise, zaman algısını doğrusal olmaktan çıkaran bu dil. Gelecekten anladığımız kadarıyla uzaylı sembollerinin olduğu bayraklar ve dostane ortam, dünya barışının sağlandığını gösteriyor. Bu da, Louis’in bu dili yayması sayesinde gerçekleşiyor. 3000 yıl sonra bu hediye sayesinde insanlık, Heptapod’lara yardım edecek ve bir win-win durumu söz konusu olacak.
Ve buharlaşıp gittiklerinde hangi gezegenden hangi teknolojik yöntemle geldiklerini öğrenemeden kalıyoruz.
Gerçi en basit ifadeleri anlamak bu kadar zaman almışken teknik detayı anlatmaları bir ömür sürebilirdi.
Peki, film hangi felsefeye dayanıyor? Cevap basit: Nedensellik ve Determenizm
Determinizmde, evrenin işleyişinin, evrendeki her bir olayın bilimsel yasalarla belirlenmiş olduğu, bu yüzden bu olayların gerçekleşmesinin zorunlu olduğu öne sürülür. Yani her şey belirlenmiştir ve değişmesi mümkün değildir. Neden-sonuç ilişkisi içinde işleyen bu düzen çözülürse daha sonra gerçekleşecek olayların bilgisini elde etmek mümkün olacaktır. İşte burada filmin felsefesi ortaya çıkıyor. Louise, nedenleri ve sonuçları bildiği için gelişecek olayları da bilebilir hale geliyor.
Burada ahlak felsefesi devreye giriyor: “İnsan ahlaki eylemde bulunurken özgür müdür?” Aldığımız her bir karar, düşünce, eylem belirlenmiş ve kesin kurallar içinde olduğu için özgür iradenin bir yanılsama olduğu söylenir. Bize özgü değildir verdiğimiz kararlar, sadece bilimsel yasaların işleyişidir. Louise’in, çocuğunu doğurma kararının vermesi onun özgür iradesi değildi, evrenin düzeni içinde gerçekleşmesi gereken bilimsel bir işleyişti. Film de bunu anlatma derdinde.
Film bittiğinde memnun olmuş bir şekilde koltuktan kalkıyor muyuz?
Önce biraz kalıp sindirmek istiyorsunuz, tam olarak anlaşılabilmesi kolay bir film değil. Sonunda ‘hediye’nin etkilerinin dünya çapında ne gibi sonuçlar doğurduğunu doya doya izletseydi daha fazla tatmin olabilirdik.
Bu kadar orijinal bir film desek de, benzediği filmler de var. Close Encounters of the Third Kind (Üçüncü Türden Yakınlaşmalar)’a benziyor özellikle.
Bu filmde de uzaylılar dost canlısıydı ve iletişimin önemi vurgulanıyordu. Buradaki dil ise “müziğin dili evrenseldir” temeline dayanıyordu ve müzikle anlaşıyorlardı.
Ayrıca Carl Sagan’ın yazdığı Contact (Mesaj) filmiyle de benzer özellikler taşıyor.
Afişinden de görüldüğü gibi Epoch adlı filmle de ciddi anlamda benzerlikleri bulunuyor. 2000 yapımı Epoch, B sınıfı bir film olsa da konusu bir hayli benzer. Hareketsiz bir şekilde duran dünya dışı cismin ne olduğu anlaşılmaya çalışılıyordu, buradaki uzaylı arkadaşlar da dost canlısıydı.
Senaryonun ilk taslağında; Heptapod’lar, özel bir dil yerine, indikleri her bölgede insanlığa çeşitli teknolojiler bırakıp gidiyorlarmış.
Yönetmen bunun değişmesini özellikle istemiş, çünkü Interstellar ve Contact ile benzer bir özellik olmasını istememiş. Hediye edilen şeyin, zaman algısının değişmesi ve dünya barışının sağlanması olmasında karar kılınmış.
Açıkçası bir gün böyle bir ‘geliş’ olursa aklıma ilk gelecek film Arrival olacaktır, olmalıdır.
Saldırmaya başlarlarsa Independence Day (Kurtuluş Günü), War of the Worlds (Dünyalar Savaşı) gelebilir tabii.
Sonuç olarak; film, inanılmaz bir şekilde zaman algınızla oynuyor ve hayata farklı bir pencereden bakmanızı sağlıyor. Ufkunuzu katbekat artırıyor.
Kaynak: Onedio
bi de neden 12 adet uzay aracı geldiğine değinseydiniz
Güzel yazı olmuş.
Fahrettin oanada sen deyinseydin.