Röportajlar

Tuş Hakkında Konuştuk – Orhan Umut Gökçek ile Röportaj

2022’nin en çok ses getiren yerli çizgi romanlarından Tuş hakkında yazarı ve çizeri Orhan Umut Gökçek ile konuştuk ve kitabın sonunu da öğrendik!

Eylül’de ikinci baskısıyla raflara gelen Tuş çizgi romanı tek renkli bir hikaye olmasına rağmen 2022’yi renklendirdi. Çizgi roman aslında ilk baskısını 2019’da KaraKarga Yayınları ile yapmıştı. Ancak bu kez Doğan Şima’nın da editörlüğüyle içerik biraz değişti ve hikaye ikinci baskısında Baobab Yayınları‘na geçti.

Biz kitabı okuyup çok beğenmiştik. İncelememizi buradan okuyabilirsiniz. Bu röportajımızı da o incelemenin üzerine konuşur gibi gerçekleştirdik. İncelememiz hiç spoiler içermiyor. Dolayısıyla rahatça okuyabilirsiniz. Röportaj ise bazı bölümlerde spoiler içeriyor. Ama bunların uyarıları zaten bölümden hemen önce gözünüze çarpacaktır.

İşte Orhan Umut Gökçek ile sohbetimizden öne çıkanlar:

TUŞ HAKKINDA

Ester Boyalıkuş ve diğer karakterlerin isimleri biraz gönderme, biraz uydurma

Orhan Umut Gökçek’e karakterlerinin isimlerinin nereden geldiğini sorarak başladım konuşmaya. Bazı soyadlarının nereden geldiği barizdi. Tuş Psikologu Mazhar Uyanık gibi. Fakat bazı karakterlerin soyadları kafama takılmıştı.

Soyadlarına gizli anlamlar katmak için uğraşmadığını söylüyor Gökçek. Bazılarına kafa yormuş olsa da çoğununki bir isim bulma zorunluluğundan doğmuş. Bazen gördüğü bir nesneyi dahi soyad olarak kullanabiliyormuş. Ama genelde ilgi çekici ya da yaratıcı olmaya çalıştığını da itiraf ediyor.

Öyle bir isim soyisim kombinasyonunun toplumda bir karşılığı olmadığı isimler yaratmaya çalışıyorum.

Ester Boyalıkuş özelinde ana karaktere Ester gibi yabancı bir isim ve bir kız adı vermenin hoşuna gittiğini söylüyor. Karaktere bu ismin yakıştığını düşünmüş. Boyalıkuş ise iki gönderme içeriyor: Jerzy Kosinski’nin romanı ve Bulutsuzluk Özlemi’nin bir şarkısı.

Romanda da öyle bir şey var. Diğer renkli kuşlar boyalı kuşa saldırıyordu. Burada da karakterimizin toplumdan izole edilmiş ve farklı olması, diğer kuşlar tarafından dışlanması ve kendilerinden görülmemesi gibi bir alt metin var.

Celal Sendegör‘den çok memnunmuş yazar. Hapşırığa verilen tepkiyi soyadlaştırmaktan eğleniyormuş. Ama karakterin Celal Şengör‘e gönderme olduğunu da ekliyor.

Son olarak da Asım Tuzluçay‘ı konuştuk. Tuzluçay’ın kız istemeye gelince servis edilen tuzlu kahveden geldiğini varsaymıştım ben. Oysa Ankara’nın Tuzluçayır ilçesinden geliyormuş o soyad.

Tuş’un öngörüsünde çok da övülesi bir yan olmadığını düşünüyor

Bence yazarın pandemiden önce yazdığı bir hikayede pandemide yaşadıklarımızı bu kadar isabetli öngörebilmiş olması takdiri hak ediyor. Ancak ben bu takdiri dile getirdiğimde Gökçek övgüyü kabul etmiyor.

En çok sorulan soru bu öngörü konusu oluyor genelde. Olağandışı bir şey yaptığımı düşünmüyorum. Çünkü bizim beslendiğimiz çok iyi yazarlar, çok iyi öngörüler var. Daha önce yaşanmış birçok şey var.

Körlük. İnanılmaz bir kitap, inanılmaz etkilenmiştim. Saramago’nun Körlük romanı ve Albert Camus’nun Veba’sı var. Dolayısıyla öngörülemeyecek bir şey değildi. Distopya. Bir tür yani. Bu türü ben yaratmadım. Bu türde yazan insanlar bu konu üstüne kafa yoruyor. Ben de yordum. Her bölüme koyduğum bu medya ürünlerini bir yerde görmemiştim. Belki böyle ufak tefek etkilerim vardır, onları uzun uzun düşündüm. Yani güzel yerlerden esinlendim diyebilirim sadece.

Pandeminin bir yıl sonra başlaması ise tesadüf oldu. Hani pandemi başladı ve direkt oradan bir hikaye devşirdi gibi olsun da istemem. Hatta Doğan’a [Şima] da sormuştum basarken ‘ilk baskı 2019’da yapıldı’ diye yazsak mı diye. Ya kaynadı arada, ya da o da sıcak bakmadı. Hani öyle görünmek istemem ama öte yandan çok büyük bir öngörü de yok benim yaptığım işte. Sadece bir yerlerden beslenme var.

İlk baskı ve ikinci arasında hikayede bazı değişimler olmuş

Benim kitabın ilk baskısına erişimim yoktu. Dolayısıyla yazara tarihlerle ilgili bir soru sorduğumda bana bazı tarihlerin ikinci baskıda eklendiğini söyledi. Örneğin Ester’in doğum günü ilk baskıda yokmuş. Benzer şekilde devler hakkındaki konuşma da ilk baskıda yer almıyormuş.

Bu yüzden okurlarımız arasında ilk baskıyı okumuş olanlara hikayenin ikinci baskıda zenginleştiğini haber vermiş olalım.

[SPOILER] Kitabın sonunda Ester’in başına ne geliyor?

Bu bölüm kitabın sonu hakkında spoiler içeriyor. Dolayısıyla kitabı okumadıysanız röportajın bu başlığını okumadan geçmenizi tavsiye ederim.

Biz sohbet ederken Gökçek rolleri değiştirdi ve o bana bir soru sordu: “Sence kitabın sonunda ne oluyor?” Çoğu okur gibi ben de kitabın sonunda ne olduğu okura bırakıldı sanarak kendi hikayemi anlattım yazara. Fakat aslında kitabın sonu okura bırakılmamış.

Bence bu güzel bir şey. Kitabın sonunun anlaşılmadan da kitabın sevilebiliyor olması güzel bir şey. Demek ki bir his oluşturabilmişim okurda.

Kitabın bir sonu yok gibi görünse de aslında kitabın bir sonu var.

Bir gazetecinin her günü birbirinden farklı olmalı derdi hocam.” Bu cümlenin önemli olduğunu kitabı okurken hissedebiliyoruz ancak neden önemli olduğunu anlamak biraz zordu. Ta ki sonunu gerçekten anlayana kadar.

Ester kitabın sonunda o tuşa basıyor. Ve o tuş onu sonsuz bir döngüye sokuyor. Bu yüzden hikayenin son sayfası ile ilk sayfası birebir aynı. Simsiyah bir sayfa ve “Çıkırt!” yazısı. Yazar, çoğu tuşun bambaşka ve garip etkileri olduğunu söylüyor. Ester’in tuşu ise onu sonsuz bir döngüde, daima aynı günü yaşamaya itmiş. Doğan Şima kitabın editörlüğünü yaparken bu döngüyü daha anlaşılır kılmak istemiş. Orhan Umut Gökçek’in eşi Şeyma Kavak Gökçek de ilk günü özel bir gün yapmak için doğum günü fikrini öne atmış. Böylece ikinci baskıda Ester’in doğum günü fikri dahil olmuş hikayeye.

Herkesin anlamasını istediğimiz bir şey değildi.

Ester de farkında değil bir döngüde olduğunun. Yani Groundhog Day gibi değil. Farkında olmaması da bence olayı daha dramatik yapıyor. Fark etmiyorsa biz onun için daha çok üzülürüz. Trajik ayrıca. Gazeteci ama her gün aynı şeyi yaşıyor.

Böylece kitabın sonundaki sayfalar da daha anlamlı oldu benim için. Ester’in blog’unu neden tekrar okuduğumuzu pek anlayamamıştım. Gökçek baştaki sayfaları birebir sona eklemeyi de düşündüklerini söyledi. Ama Şima bunun bir baskı hatası olarak yorumlanabileceğini düşünmüş. Bende çok da iyi öngörmüş. Zira bu haliyle bile ben sondaki sayfaları ek materyal gibi algılamıştım.

Düğmeler neden ortaya çıktı ve basıldıktan sonra geriye ne kalıyor?

Düğmelerin neden ortaya çıktığının bir cevabı yok. Zira bunun hikaye için bir önemi de yok. Ama basıldıktan sonra geriye ne kaldığını yazar düşünmüş.

Biraz şey gibi düşünmüştüm. Sönmüş bir yıldız gibi. Çünkü öyle tasvir ediyorum. Sonsuz ağırlık taşıyabiliyor, sonsuz baskıya dayanabiliyor. Havada asılı ve hareket etmiyor. Bu tuşlar da işlevini kaybettikten sonra orada öyle kapalı bir şekilde asılı kalıyor gibi hayal ettim ama bunu çizmedim.

Benim basılmış soruları sormamın sebebi aslında benim aklıma gelen bir fikirdi. Bazı ünlü düğmelerin basıldıktan sonra müzeye götürülebileceğini veya o bölgelerin müzeleştirilebileceğini düşünmüştüm. Bunu paylaştığımda Gökçek çizgi romana dahil etmediği bir fikirinden bahsetti. Kendisi de Endüstriyel Tasarım öğrencisi olduğu için aklına dönem pitirme projesi olarak tuş kapatma projesi hazırlayan öğrenciler gelmiş. Ancak bunu çizmediğini söylüyor.

Düşündüğüm çok fazla şey oldu ama seçmem gerekiyor. Sonuçta zamanı ekonomik kullanmak lazım. Her şeyden önce derli toplu bitirebilmek gerekiyor. Bitirebilmek önemli. ‘Şunu da ekleyeyim, bunu da ekleyeyim’ yapamıyoruz.

İnsanlar o patlayan tuşa ortak iradeleriyle bastılar

Bana insanların ilk tuşun ortaya çıkmasından saatler sonra tuşa basmaları garip gelmişti. İlk tuş sabah çıktıysa insanların akşama kadar o tuşa basmayabileceklerine inanıp inanmadığını sordum yazara.

O da soruma soruyla karşılık verdi: “Bastıkları ilk tuş o muydu?

Düşünürken saate indirgememiştim ama aynı gün basarlar demiştim. Belki o gün başka biri de basmıştır.

Patlama olayında hikayenin akışı için iş çıkışını seçtim. Çünkü insanlar kalabalıklaşıyor, bir araya geliyorlar. Biraz da kalabalığın ortak bilinciyle basıyor gibiler. Kafamda o vardı. İlk basıldığı an belki biri diğerini gaza getirir dedim. Tek başına basmaktan ziyade biraz daha ortak bilinçle basarlar diye düşündüm.

Tuş’a ilham veren fikrin aslında tuşlarla bir ilgisi yoktu

Tuşa ilham veren fikri de röportajımız sırasında öğrenme şansı buldum. Aslında başka bir hikayeden çıkmış. O hikayede tuşa ilham veren element sönük yıldız gibi bir şeymiş. Bir işlevi yokmuş ama. “Bunlara bir işlev kazandırsam mı?” diye düşünürken Tuş fikri doğmuş. O hikayenin teması da psikolojik gerilim gibi bir şeymiş.

O orijinal hikaye fikrinden size bahsedemiyorum. Çünkü Gökçek onu da bir noktada hikayeleştirebileceğini söylüyor.

Kısa hikayelerden oluşan bir antoloji yapma planım var. Herkesin de vardır herhalde. Kısa hikayeler çizmeyi seviyorum. Bu fikri de kısa öykü ya da orijin hikayesi gibi çizebilirim diye düşünüyorum. Çizmeyi istiyorum ama belki de çizemem.

[SPOILER] Komşu kızın söylediklerinin bilgeliği söylediklerini dayatmayışında

Bu bölümde de kitabın sonu hakkında bir spoiler olacak. Spoiler istemiyorsanız bu bölümü atlayabilirsiniz.

Ben Ester’in televizyonda konuşmasını dinlediği adam ile komşu kızın görüşlerinin çok da farklı olmadığını düşünüyordum. Zira televizyondaki konuşmacı “Bu tuşlar günahlarımızın bir karşılığıdır” diyordu. Ester de buna göz deviriyordu. Fakat komşu kız “Bu tuşa basan biri ne hak ediyorsa onu bulur diye inanıyorum” diyince bu fikir Ester’in aklına yattı. Halbuki ikisi çok da farklı argümanlar değildi.

Yazara bunu söylediğimde karma fikrinin tüm dinlerin temelinde olduğunu söylüyor. Bu yüzden argümanların çok da farklı olmadığı konusunda bana katılıyor. Farkın o argümanların nasıl dile getirildiğinde yattığını vurguluyor.

Komşu kızı benim hikayemin bilge kişisiydi. Ama senin dediğine katılıyorum. Bence hayattaki tüm görüşler birbirine benziyor. Ama burada şöyle bir fark var bence. Burada dini eleştiriden çok dindarlığı ya da insanları kendi düşüncesine agresif bir şekilde davet edenleri eleştiriyorum. Kitapta anlattığım dindar, herkes kendisi gibi düşünsün istiyor. Sadece dinde de böyle değil. Bir insan her zaman kendi gibi düşünmesini istiyor karşısındakinin. Solcularda, sağcılarda, siyasetin çoğunda da görebiliriz bunu. Komşu kadının bilgeliği burda. Kendi düşüncesini asıl düşünce olarak görmüyor, hararetle savunmuyor. Empoze etmeye çalışmıyor. Çünkü kendisi de emin değil.

Orada karikatürize ettiğim tip sorgulayıcı bir insan değil. Komşu kızın bilgeliği “benim düşündüğüm gibi düşünmemelisin” diyebilmesinde. Bu tavrı da Ester’de karşılık buluyor. Tuşların herkes için farklı bir anlamı var. Zaten herkes için farklı bir etkisi de var. Yani herkesin doğrusu kendine. Kadın da bunun bir temsili.

Tuş’un hangi şehirde geçtiği önemli değil

Ester’in hangi şehirde yaşadığı da takılmıştı aklıma. Sorumun bir cevabı yokmuş. Ama cevapsızlığı dinlerken yazarın yaratım sürecine dair bir şeyler öğrenmiş oldum.

Orhan Umut Gökçek sonbahar aylarını sevdiğini söylüyor. Bu yüzden hikayesi için de havanın yeni yeni soğumaya başladığı eylül – ekim aylarını seçmiş. Yani mekanı düşünmemiş ama zamanı baştan belirlemiş.

Sevdiğim mevsimin benim renk paletim üstünde mutlaka etkisi vardır. Ama direkt onu düşünmemiştim renkleri seçerken.

Şehir konusunda da… Ben belli bir şehri tasvir etmiyorum. Hiçbir hikayede öyle yapmıyorum. Biraz daha mekansız bakıyorum. Bakış açım öyle oluyor. Tüm dünyadan çiziyorum. Mesela bir kenar mahalle çizilecekse Ulus’tan ya da Arjantin’den bir kenar mahalle bakıyorum. Bence çok da farklı değiller. Bence dünyayı tek bir şehir gibi düşünebiliriz. O şekilde mekansız diyebilirim. Tüm dünyadaki yerlerden etkileniyorum ama mekansız çiziyorum.

İnsanların yaşadığı şehirlerin çevresel faktörlerinin o tuşlara olan etkisini düşündüm yalnızca. Onun dışında bir mekan belirlemedim.

Arada Ester’in gittiği bakkalın üstündeki Bates Hotel’i de soruveriyorum hemen. Onun bir Psycho göndermesi olduğunu kabul ediyor. Mekan tasarımına hayat vermek için eklediği görsel bir karar olduğunu söylüyor.

[SPOILER] Umut Kampı paranın getirdiği ayrıcalığı temsil ediyor

Bu bölümde de kitabın sonu hakkında bir spoiler var. Dilerseniz direkt bir sonraki bölüme geçebilirsiniz.

Umut Kampı hikayeye bir anda dalıyor ve bizde duygusal bir etki bırakıyor. Ester’in çocuklu ve boşanmış bir adam olduğunu öğreniyoruz. Bu kampın hikayeye neden son anda dahil olduğunu sordum yazara. Ayrıca yazarın kendi isminde de Umut olduğu için isim seçimini de merak ediyordum.

İnsanlığın kısa bir sürede nereye gelebileceğini, özellikle parayı elinde bulunduran insanların kendini toplumdan ayrıştırabileceğini… O gücü göstermek önemsediğim bir noktaydı. Bunu da ana hikayeyle bağlamak istedim.

Mesela devler baharat gibiydi, çok alakasız. Hatta Doğan [Şima] devleri çıkarmak istedi. Benim o kadar kişisel bulduğum ve o kadar sevdiğim bir sahne ki… İlişkisini arttırdık sonradan. Eskiden daha da azdı. Konuşmalara falan hep sonradan ekledim devleri. Umut kampı da öyle durabilirdi, baharat gibi. Ama ana hikayeyle bir bağlantı kurmak istedim. O zaman boşanmış eşi düşündüm.

Seçilmiş insanların hâlâ bir umudu olabiliyor gibi bir sebeple adını Umut Kampı koymuştum.

Bu, çocuğunu da alıp uzaklara giden eş temasının hem Tuş’ta hem de Son animasyonunda bulunduğunu söyledim. Gökçek bunun üzerine “her ikisini de hazırlarken kızım daha yeni dünyaya gelmişti. Belki ondan etkilenmişimdir.” diyerek cevap verdi.

Tuş kesinlikle bir bilimkurgu değil, belki fantezi diyebilirsin ama aslen sosyoloji

Ben bir soru sormadan çizgi romanının türüne dair incelemede yaptığım vurguyu hatırlatıyor yazar. Hikayenin bilimkurgu ve fantezi türünde olmadığını söylemiş olmamdan memnun kalmış.

Ben bilimkurgunun bilime temellenmiş bir dayanağının olması, onun üzerine inşa edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Biraz daha ciddi bir tür olduğuna inanıyorum. Kategorilemek saçma olur ama eğer Tuş’u bir kategoriye koyacaksak fantastiğe daha yakın.

İnsanların ve toplumun bu tuşa nasıl tepki vereceklerini anlatmaya çalıştım. Bu yüzden sosyolojik bir kitap bile diyebiliriz ama bilimkurgu diyemeyiz.

ORHAN UMUT GÖKÇEK HAKKINDA

“Okurun tepkisi ve eleştiriler ister istemez aklımın bir köşesinde oluyor”

Tuş’un sonunu çoğu okurun anlayamaması üzerine konuşurken şunları söylüyor yazar:

İnsanlar nereyi anlar, nereyi anlamalı? Bunları düşünüyorum. Dengesini tutturmaya çalışıyorum, çok zor bir denge. Sık sık da kendime sorduğum ve hatta daha da fazla sormam gereken bir şey. Herkesin anlayabileceği, herkese hitap eden bir şey de yapmak istemiyorum ama kimsenin ilgi göstemeyeceği bir şey yapmaktan da kaçınıyorum.

Hikayelerini yazarken okuyucuda his yaratmaya önem verdiğini belirtiyor. Ayrıca bir alt metni olmasını da istiyor. Mesela Tuş kitabında tuşların insanların iradesini temsil etmesi fikrini seviyor.

YouTube player

“Yerli çizgi roman yaparak bu işi sürdürmek mümkün değil”

Yeni kitabından konuyu açıyorum. Kadıköy Çizgi Festivali sırasında bana yerli bir iş yapmasının mümkün olmayacağını söylemişti. Ancak Tuş okurlardan gayet güzel tepkiler aldı. Dolayısıyla kitabın popülerliği o günkü fikrini değiştirdi mi diye sordum:

O kadar çok önerilen veya satın alınan bir kitap mı, bilmiyorum. Biraz da şey oluyor… Hani çizgi romanla ilgilenen bir sayfa ya da bir ekip Tuş’tan haberdar olmayabiliyor. Buna tabii oturup kızacak değilim ‘Tuş’u nasıl bilmezler’ diye. Ama benim konusu ne olursa olsun çıkan her yerli kitaptan haberim oluyor. Çıktığı zamanlarda haberim oluyor. Takip etmek gerek diye düşünüyorum. Dolayısıyla güzel bir şey tabii Tuş’un öneriliyor olması. İkinci baskıda, Baobab’la ilginin arttığı konusuna kesinlikle katılıyorum.

Sadece çizgi roman yaparak hayatınızı devam ettiremezsiniz. Eğer tek işim çizgi roman olacaksa projemi mutlaka yurtdışındaki yayınevlerine göndermeliyim. Önceliğim o olacak maalesef. Sonra bir şekilde Türkiye’de de basılır diye düşünüyorum.

Ama imza etkinlikleri ve okurla etkileşim açısından doyurucu bir dönemden geçtiğini söylüyor yazar. Eskiye nazaran sosyal medyanın bu imza ve duyuru işlerini kolaylaştırdığına inanıyor.

İnsanlar senin imzaya değer olduğunu sosyal medyadan da anlayabiliyor. O yüzden çizerle, yazarla bir araya gelmek bence çok önemli. Yoğurtçu Parkı’nda ben de Murat Menteş’i gördüm, hemen yapıştım. Bayağı sohbet ettik. Çok güzel bir etkinlikti bence.

“Bir sonraki kitabın ilk 50 sayfası hazır”

İkinci kitap üstünde çalışıyorum. Biraz yavaş ilerliyor. Kişisel projem yurt dışından paralı iş gelince rafa kalkıyor. Ama haftada bir illa ki dönüyorum. Mutlaka bitiririm çünkü keyif alıyorum.

Kişisel projemi ilk başta yurt dışında yayınlatmak istiyorum ama çok zor. Çok fazla çizer var. Ama devamını getirebilmem için de önce yurtdışında basılması gerekiyor. Şu an başkalarının projelerini almam gerekiyor. Onlar da her zaman beni yansıtmayabiliyor.

Ama yurt dışıyla anlaşsam bile Türkiye haklarını vermemeyi düşünüyorum hikayelerimin. Hatta Türkiye yayın haklarını Baobab’a vermeyi de düşünüyorum genelde. En önemlisi bitirebilmek. Bitirdikten sonra bir şekilde basılır, size de ulaşır.

Boyanmamış 50 sayfa var şu an. Boyamak çok vakit alıyor. Ama 50 sayfa bence devamını getirmemek için yeterli motivasyonu veriyor. Üzerinde çalışıyorum. Süre vermek saçma. Yine de 1 yıldan fazla sürer ama 2 yılı da geçmez gibi geliyor.

Hatta ondan sonraki kitabın da 10 sayfası, projeyi sunacak şekilde hazırmış ama o üçüncü hikayenin şimdilik çok ham olduğunu söylüyor.

Eskiden animasyon ile uğraşmış olsa da artık çizgi romanlara ağırlık veriyor

Orhan Umut Gökçek’in özgeçmişini okuyunca daha çok animasyon ile ilgilendiğini görüyoruz. Ancak işlerini takip edince çizgi romanla ilgileniyor gibi duruyordu. Ona güncel olarak neyle ilgilendiğini sordum.

Animasyon zevkli bir iş ama zor bir iş. Ben devlete falan da işler yaptım. Yorucu. Türkiye’de biraz zor oluyor. Revizyonlar, toplantılar çok oluyor. Başlarkenki yaklaşımın sonradan çok değişiyor. Biraz zorlanmaya başlamıştım. Kendi kişisel işlerimi çok seviyorum, çok zevkli oluyor. Hâlâ da yaparım fırsat bulursam, o kapıyı kapatmadım. Ama profesyonel olarak animasyonu azalttım.

Toplantılara çok katılmadığım çizim ya da çizgi roman işleri almaya karar verdim yavaş yavaş. Bu değişimde biraz zorlandığım bir dönem oldu. Şu an tamamen çizgi romana odaklanmak istiyorum. Yani evet, şu an en çok çizgi roman.

ODTÜ’lü olmasının hikayeleri üstünde bir etkisi var mı?

Ben Orhan Umut Gökçek’in çizgi roman ve animasyonlarında ODTÜ ruhunu görür gibi oluyordum. Mesela Son adlı kısa filmi ağaç dikmenin yasak olduğu bir gelecek tasvir ediyor. ODTÜ’lülerin en gurur duydukları geleneklerinden biri de ağaç dikme bayramlarıdır. Yazarın da ODTÜ mezunu olduğunu göz önünde bulundurarak böyle bir etkilenme olup olmadığı konusundaki fikrini sordum.

Elbette ODTÜ’nün etkilerini görüyorum. Mümkün değil görmemek. Özellikle sanatçı, etrafından çok besleniyor. Endüstriyel Tasarım 1. sınıfta bir hocamız vardı. Ben hayatımda hiç kimseden o kadar çok şey öğrenmemiştim mesela. Tasarımla ve hayatla ilgili çok fazla şey öğretmişti. Oradaki sosyal hayat ve insanların farklı bakış açıları olarak da çok şey kattı. Zaten Tuş’un büyük bir kısmını ODTÜ’de kütüphanede ve Çatı’da çizdim. Hâlâ da giderim. Dolaşmak ya da çalışmak için çok sık gittiğimiz bir yer.

Mutlaka etkisi oluyordur ama zaten her şeyin etkisi oluyor. ODTÜ de benim hayatımı büyük oranda etkiledi.

“Tek renk ya da iki renk kullanarak çizmek hoşuma gidiyor”

Orhan Umut Gökçek’in sosyal medyadaki paylaşımları genelde elle çizilmiş ve bir ya da iki renkten oluşan çizimler oluyor. Bu da bence gayet şık duruyor. Ona renk seçimleri konusundaki tercihlerini sordum.

Tek renkle çizim yapmayı, hani monochromatic diyorlar ya, tek renk ve onun tonları… Bunu seviyorum. Ya da iki renk mesela en fazla. Çok hoşuma giden bir dil. Keşke tamamen öyle bir kitap yapabilsem. Son işler, özellikle dışarıya yaptığım işler, daha renkli oluyor. Para kazandığım işler mesela. Onların daha geniş bir kitleye hitap ettiğini düşünüyorum. Yani Tuş gibi tek renkli ya da mavi-kırmızı çizimler biraz daha sınırlı bir kitleye hitap ediyor.

Mesela 2 renkle falan gitsem daha hızlı çalışırım. İki yılda çıkacak kitabı belki bir yılda tamamlayabilirim. Ama bence onun için biraz erken. Bir okur kitlem oluşursa, hani her halükarda beni okuyacak, kitabımı alacak bir kitle olursa belki daha rahat hissettiğim bir görsel dil kullanırım. Ama şimdilik her paneli renkli işlerin daha çok ilgi göreceğini düşünüyorum.

Ama o iki renkli görsel dili çok seviyorum. Mevsimlerden de mutlaka etkileniyor. O paleti oluşturunca çok sevmiştim Tuş’ta da.

Çizimler konusunda da en çok kağıt ve kalem ile çizerken rahat ettiğini söylüyor. Ve çizgi roman hazırlarken her paneli baştan çizmekten, hepsine dokunmuş olmaktan da hoşlanıyormuş. Ancak iş boyamaya gelince zorlandığını itiraf ediyor.

İşler iyi gitmedikçe biraz daha agresif boyamaya ve çizmeye başlıyorsunuz. Bazen oradan yeni bir yol açılıyor. Sürekli yeni bir kopya yaratarak, bu renk olmadı diye çok sancı yaşıyorum. Bütün çizerler de yaşıyor bu tür tıkanmaları. Bazen çok alakasız bir şeyle agresif bir deneme yapabiliyorsunuz. Bazen oradan bir şey çıkıyor.

Renkli işlerimi seviyor genelde insanlar ama ben renkli iş üretirken çok zorlanıyorum, çok stres oluyorum. O da garip bir tezat.

Bir de şöyle bir şey var: İnternette gördüğünüz çizimler hep o sanatçının seçtiği, en sevdiği, en içine sinen işler oluyor. O kadar kötü çizimler oluyor ki yaptığımız… ‘Bırakıyorum, ben bu işi yapamıyorum’ dediğiniz de çok oluyor. Öyle durumlarda hemen ortamı terk etmek gerekiyor. Bazen bir kopya alıp önceki işi garantiye alıp agresif bir hareket denemek ya da kalem değiştirmek faydalı olabiliyor. Çok sancılı işler olabiliyor.

Çiziminin güzel olması çizgi roman yapmaya yetmiyor

Hemen o klişe soruyu sordum ben de. Çizgi roman ile ilgilenmek isteyen okurlarımız için tavsiye istedim kendisinden.

Direkt Türkiye veya direkt yurt dışı diye düşünmesinler. Dil öğrenmek çok önemli. Zorlamak lazım. İngilizce, Fransızca ve Japonca biraz şart gibi. Çizgi roman için çok iyi diller. En önemlisi İngilizce ama. Bir dili öğrenip yurtdışına proje ve portfolyo göndermek bence çok önemli. Antoloji ya da kısa öyküler çizip hazırlamak yine çok önemli.

Yurt dışı ile çalışacağım diyince 2 yıl hiç iş alamadım. Şu anda da çok iyi bağlantılarım var diyemem. Ama tüm dünyaya açılıp her yeri iş ortamı olarak görmek önemli. O bahsettiğim mekansızlık algısı bu konuda da geçerli.

Bir de şunu vurgulayabilirim: Ardışık olarak çizmek. Çizgi roman sadece iyi çizmek değil, hatta iyi çizmekle çok alakası olan bir şey de değil. Ardışık çizmek. O gün başına gelen bir şeyi 4 ya da 8 karede anlatabilmek çok önemli. Bu iyi bir alıştırma olabilir. İyi yayınevleri ile de görüşme yaptığınızda ardışık bir şeyler çizebildiğinizi görmek isterler. O gerçekten önemli çizgi romanda. Çok iyi çizen biri iyi bir çizgi romancı olur demek değil. Bizim için zaman önemli. Okurun zamanını tüketiyoruz sonuçta.

Yani sahnelerin güzelliğinden ziyade akışın önemli olduğunu söylüyor. Bu akış ve ardışık çizim olayını geliştirmek için de her gün başından geçen bir olayı birkaç karede anlatma egzersizleri öneriyor.

Orhan Umut Gökçek’in animasyon ve çizgi romanlarına nereden ulaşabiliriz?

Tuş, Orhan Umut Gökçek’in ilk ve tek çizgi romanı. Bunun dışında başka yazarların hikayelerini çizdiği de oluyor. Ama bunların kendisini yansıtmadığını söylüyor. Bu yüzden çizgi roman konusunda ikinci kitabını beklememizi istiyor. Yine de başka bir yazarla ortaklaşa yaptığı işlerden Hey Johnny‘den memnunmuş.

Animasyon konusunda da üç işinden bahsetti. En memnun olduğu animasyon filmi Son, ağaç dikmenin yasak olduğu bir gelecekte kamyonunun kasasında ağaçla dolaşan bir adamın hikayesini anlatıyor. Bunu kısa film festivalinde izleme şansı bulan okurlarımız olmuştur. Ancak internetten izlemek şimdilik mümkün değil.

Son’un dijital platformlarda olmamasının sebebi: Bir yerle anlaşabilirim diye düşünüyorum. Bir şekilde bir yerde yayınlarım diye inanıyorum. O yüzden internette paylaşmıyorum. Bir engel yok yayınlanmasında. Bir yerle anlaşamazsam Youtube’da da yayınlayabilirim. Mubi olabilir diye düşünüyorum. BluTV ve Disney+’a da gönderirim belki. Maddi olarak pek bir kazancı olmaz zaten. İzlenme başına ödeme yapıyorlarmış. O yüzden ücretini değil, hangi platformun doğru olacağını düşünüyorum. Doğru seyirciye nereden ulaşabilir? Mubi’ye yakışabileceğini düşünüyorum. Henüz göndermedim hiçbir yere, tamamen tembellikten…

Avcı adlı kısa filminden bahsetti. Vakitsiz Horoz‘u da YouTube’da bulmak mümkündü. Ama tüm bunlar arasında en kişisel animasyonunun Son olduğunu söylüyor.

Bunun dışında şu aralar eşiyle birlikte bir çocuk kitabı üstünde çalıştıklarını söyledi.

Ayrıca daha önce bir oyun projesine katkı verdiğini de söyledi. Light Fantastik adlı bu oyunu Steam üzerinden oynamak mümkün. (Ama simetri mekaniği zaman sınırlamasıyla birlikte oyuncuyu çok zorluyor.)

Son olarak da yeni projelerini takip edebileceğimiz en güvenilir ve güncel kaynağın şimdilik kendi sosyal medya hesabı olduğunu söyledi.

Ve bir sonraki projesi hakkında konuşmak için buluşana dek vedalaştık.

Bu İçeriğe Oy Verin

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu

Log In

Forgot password?

Forgot password?

Enter your account data and we will send you a link to reset your password.

Your password reset link appears to be invalid or expired.

Log in

Privacy Policy

Add to Collection

No Collections

Here you'll find all collections you've created before.