Call of Cthulhu Bilgi
İlk Söz Gotik dehşetin ancak üstü kapalı anlatılabilecek isimsiz sanrıları tüm duyularınızı birbirine karıştıracak yumuşaklıkta üflediğinde gözbebeklerinizin içine; kendinizi tam ortasında bulacağınız, buzlar altında yükselen kükürt dağlarının doruğundaki – altınızda ya da üstünüzde hissedilebilecek hiç bir yolun beyninize gerçekliğin sıradan kokularını ulaştıramayacağı – bir çukurdur Cthulhu… ve sanılanın aksine Cthulhu Evreni’nin, oluş(turul)masıyla günümüze değin geçen süreçte içinde barındırdığı en cezbedici özellik etrafımızı çevreleyen gerçeklikte maddesel bir somutluk içerip içermediğiyle ilgili koparılan bunca gürültü değildir. Cthulhu Çukuru’nun kilit noktası, kendine özgü evreniyle yarattığı sınırlar-ötesi etki ve bu etkinin altında yatan, gerçek ve/veya düşsel (ki bu iki olgunun kuramsal sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği sorusu hiçbir zaman, tatmin edici biçimde, cevaplandırılamamıştır), tarihi, psikolojik, ulaştığı kitlelerde meydana getirdiği birbirinden fevkalade farklı yankılanmalar nedeniyle biraz da sosyal, oluşumlardır. Bu üç temel sebebe de yer ve zaman elverdiğince değinilecek olmasıyla birlikte, şu anda okumakta olduğunuz yazının esas amacı Cthulhu Çukuru’nun dibini – başlangıç noktası ya da noktalarını – bulmaya çabalamaktır. Şüphesiz, Lovecraft Cthulhu’yu yaratırken – ya da, yalnızca gerçekten olanı yansıtırken , diğer tüm eserlerinde görüldüğü üzere Gotik öykünün temel kuramsal sınırları gereği, olayları bir “bilin(e)mezlik perdesi” ardından anlatmayı tercih etmiştir. Fakat ne yazık ki, yukarıda bahsedilen sınırlar-ötesi etki, Gotik edebiyatın doğası gereği Cthulhu’yu örtmesi gereken bu “bilin(e)mezlik perdesi”ni, bir dereceye kadar, aralamaya çalışmış ve bunun sonucunda da Cthulhu Evreni’nde büyüklü küçüklü pek çok ikincil, ama eşit ölçülerde kutsuz, çukurlar açmıştır. Ne var ki, bu ikincil çukurlar ne kadar ilginç ve cazip olurlarsa olsunlar, ancak doğru biçemde birleştirildiklerinde asıl heybetli Cthulhu Evreni’ni oluşturabilen irili ufaklı pek çok noktanın değişik imgelem sahipleri tarafından, oldukça öznel ve birbirlerinden bağımsız biçimde, yorumlanmasından başka bir şey değillerdir. Tam da bu nedenledir ki, milyon yıllık dehşet çukurunun içine düşebilmek, oradan kurtulmak için çabalamaktan bile, kat be kat daha zordur. BAŞLANGIÇ Lovecraft’ın yazın hayatında Cthulhu ismini başlığında taşıyan ilk ve tek hikaye (The Call of Cthulhu, Cthulhu’nun Çağrısı) 1926 yılında yazılmış/yansıtılmış olsa da, gerçeklikteki tüyler ürpertici dalgalanmaya yol açacak olayların izini yukarıda ismi geçen öyküden çıkartmak neredeyse imkansızdır. Bu izleri bulabilmek için Lovecraft’ın “…giriştiğim en ciddi işi temsil etmekte idi…”1 dediği Delilik Dağları’nda (At The Mountains of Madness, 1931) isimli; ana konusu Antartika’nın insan ayağı değmemiş buzullarında şans eseri ortaya çıkartılmış yabancı bir medeniyetin sahipleri olup, hükümranlıklarının doruğundayken, Lovecraft’ın yarattığı/yansıttığı evrende bulunan genç dünyamız üzerindeki hayatın yaratıcıları ve efendileri olmaları sebebiyle, bu sayfaların yazarının tamamen öznel görüşleri doğrultusunda, Cthulhu’dan daha derin bir uçurum sayılması gereken “Eskiler”in2 henüz oluşumunu tamamlamamış dünyamıza inişleri sonrasındaki kültür, medeniyet, bir bağlamda da “küresel liderlik” açılarından yükselişlerinin ve düşüşlerinin anlatılması olarak – acemice de olsa – özetlenebilecek, kısa romanda Cthulhu’nun yer aldığı bölümlerin gösterilebilecek tüm özenle incelenmesi gerekmektedir. İsmi geçen kısa romanda kesin olarak belirtilmemiş olmasına rağmen, Cthulhu’nun oluşumunu sürdürmekte olan genç dünyamıza inişi, pek de azımsanamayacak bir olasılıkla Trias Dönemi’ne3 rastlar. Bu noktada – biraz ayrıntıya girmek gerekirse – en çok dikkat çekmesi gereken şey, kronoloji gözönünde tutulduğunda Wells’in Dünyalar Savaşı’ndan sonra ortaya konmuş olsa bile, genre’dan bütünüyle farklı bir “uzaylı ziyaretçiler” olgusunun Gotik dehşetin sınırlarını aşarak bilim-kurgu dünyasının zeminini, öyle büyük gürültüler koparmaksızın, oynattığı olmaktadır. “Eskiler”in uzayın bilnmezliğinden kopup gelmeleriyle dünya üstündeki hayatı başlatıp, tarihte bir döneme kadar yönetmiş olması ise, popüler kültürle tanışabilmek için Erich von Daniken’in çabalarına gelinceye kadar uzun ve anlamsız bir süre geçirmiş, hatta kaybetmiş, olan “Tanrı Uzaylılar” kavramının gerçek temsilcisinin belirlenebilmesi açısından büyük değer taşımaktadır. Bu küçük ama şiddetli fenomenler, onları enine boyuna tartışabilmek için yeterli yer ve zamanı gelecekte bulabilme umuduyla, bir kenara bırakıldığında ise; Cthulhu’nun bir yerleşim birimi olarak gördüğü genç dünyamızı istila etme politikasının önünde geçit vermez bir dağ gibi yükselen “Eskiler” medeniyetine, işin doğası gereği, açtığı ezeli ölüm kalım mücadelesinin incelenip, çözümlenmesi sorunu kendini göstermektedir. Burada kısaca, büyük ihtimalle de verimsizce, özetlenmeye çalışılacak olan ama aslında başlı başına sayfalar dolusu bilimsel-edebi analizlerin yazılmasına yol açabilecek bu sorunun temeli, iki türün de geliştirmiş olduğu medeniyet ve iktidar sistemlerine dayanmaktadır. “Eskiler”, insanoğlunun kullandığı terimlerle, biyolojisi gereği amfibyan – bir anlamda kökten değişime bağışıklı – bir toplum ve kültür yaratmıştır ki, bu oluşumda genç dünyamız üzerinde o zamanlar bulunan kara parçalarının oranının suyla kaplı bölgelere kıyasla daha az oluşunun da etkin bir rol oynadığı yadsınamaz bir gerçektir. Cthulhu ise temelde bir kara ırkıdır ve henüz meydana gelmemiş muazzam olaylar silsilesi, ait oldukları türe göre normal sayılabilecek bir yolda ilerleyegelmiş biyolojik evrimlerini tümüyle zıt bir kutba çekene kadar bu özelliklerini sürdüreceklerdir. Şu anda her iki türün de dış görünüşleri konusunda üstünkörü çırpınışlarla aceleye getirilmiş izlenimi uyandırabilcek bir imgelem yaratmaya çalışmak, hem bu işe sayfalarca emek dökmüş Lovecraft’a büyük saygısızlık olacağından, hem de ileride yansıtılmaya çalışılacak ayrıntılı tasvirlere kısır temeller oluşturacağından hayallerin ötesinde bir sorumsuzluk içeriyorsa da, ana nesne durumundaki Cthulhu ırkının, en basit tanımıyla ve yine insanoğlunun algılayış kalıplarına bağlı kalarak, ahtapotları andırdığını söylemek, herhalde, sevimsizlik sınırlarını aşan bir düşüncesizlik sayılmayacaktır. Yukarda özetlenmeye çalışılan gelişmelerden anlaşılacağı üzere, artık, her iki ırkın da genç dünyayı tümüyle elde edebilmek için, yokolma pahasına da olsa, birbirlerine üstünlük sağlama çabalarının Gotik dalgalanmalar içinde yerini alma zamanı gelip çatmış ve üzerinden milyonlarca yıl geçmesine karşın sadece iki ezeli düşmanınkini değil, aynı zamanda ilahi şanssızlıklar sonucu bu ikisinden haberdar olmak bahtsızlığına erecek homo sapiens’in de kozmik kaderini onarılmaz biçimde yolundan saptıracak mücadele, hatta “Eskiler”i “…bir süreliğine tamamen denizlere çekilmek zorunda bırakacak…”4 Tanrıların Savaşı başlamıştır… Notlar: |
Yazan: Deniz “Argorath” Öygür |