Köşe Koltuğu #13 – Sevdiğimiz Çizgi Roman Karakterleri
Köşe Koltuğu tüm hızıyla devam ediyor. Bu hafta en sevdiğimiz çizgi roman karakterlerini, bir çayımızı içmesi için davet ettik. Baktık çok kalabalık olduk, bazılarımız yere oturmak zorunda kaldı. Ama güzel muhabbet döndü.
Köşe Koltuğu’nda bu hafta En Sevilen Çizgi Roman Karakterleri var. Aykan Balkan, Gürkan Öz, Kayra Keri Küpçü, Ece Yılmaz, Özay Şen ve Ömer Şentürk yazdı.
Aykan Balkan
En sevilen çizgi roman karakteri denilince aklımıza çok fazla seçenek gelse de herkesin çocukluğundan beri kendini onun yerinde hayal ettiği biri vardır. Benimki de Gambit. Tabi sadece Gambit’i yazmak olmaz. İki büyük aşığı ayırırsak saygısızlık etmiş oluruz. O yüzden her ikisini de tek başlıkta değerlendirmek en doğrusu olacak.
Çocukken tüm kıyafetlerimin içine zorla cep diktiren ve oraya iskambil kağıdı koyup sağa sola fırlatan biri olarak, Gambit Rogue’a ne kadar aşıksa bende o kadar aşığım. Sırf bu çift için oturup bir kitap yazılabilir. Fakat önce aşklarının ne kadar dramatik olduğunu anlatabilmek için ikisinin de güçlerinden biraz bahsetmek lazım.
Gambit yani gerçek adıyla Remy Lebeau, biokinetik enerjiyi kontrol edebilen, dokunduğu nesneleri patlatabilen ve aslında çok sıra dışı yetenekleri olmayan bir mutant. Onu sıra dışı yapan şey ise karakteristik özellikleri. X-Men severler genelde Logan hayranı olurlar ve üstüne tanımazlar. Fakat bir arkadaşınız mavi taytla bile dolaşsa onun karısına kızına yazmanız doğru değil. Ne Cyclops, ne de Gambit Wolverine’i sevmez. Çünkü Gambit’in çizgi romanlarda ilk göründüğü yer Wolverine ile kumar masasında ettiği kavgadır. Öyle kendine hayran bırakan bir karaktere ve tarza sahip ki Remy kardeşimiz. Hem tam bir beyefendi hem de çapkındır. Karizmasının yarattığı etkiden bahsetmiyorum bile. Belki de bundan dolayı çevresi tarafından çok sevilmez. Sanırım etrafındaki insanları komplekse soktuğundan kaynaklı.
Uzun kahverengi paltosunu gördüğünüz an bir tane almak isteseniz de, bir de sivil kıyafeti vardır ki akıllara zarar. Genelde akademi dışında veya resmi olaylar içindeyken takım elbise ve fularıyla kızların canını yakar. Bir diğer önemli özelliği ise çok soğukkanlı olmasıdır. Kendisi ve arkadaşları büyük tehlike içinde bile olsa o ince mizah yeteneğini kullanır ve asla panik yapmaz. Belki panik yapacağı tek durum Rogue’un tehlikeye girmesidir. Birçok kadını etkileyebilecek bir tarza sahip olsa da aklında her zaman tek bir kadın vardır. Sadece onun için bir çok şeyden vazgeçmiştir. Oldukça karanlık bir geçmişe sahip olan Gambit’i böyle bir aşka sürükleyebilen bir kadına da saygı duymak gerekir.
Şimdi de Gambit’in aklını başından alan dünya güzeli Rogue’dan biraz bahsedelim. Rogue’un gerçek adı Anna Marie’dir. Hem büyük bir armağana hem de aynı büyüklükte bir lanete sahiptir Rogue. Dokunduğu kişinin hem gücünü hem de hafızasını, çok hızlı bir şekilde kopyalar. Tabi bu hafıza ve güçlerin zihninde bıraktığı izler kalır. Bir de bunların üstüne Ms. Marvel’ın güçlerini emmesiyle birlikte uçabilen ve çok yüksek güce sahip olan devasa ağırlıkları kaldırabilen bambaşka bir mutant olmuştur.
Kendi jenerasyonunun en güçlü ve en güzel mutantlarından biridir. Fakat Rogue bütün bu güçlerden nefret eder. Çünkü aşık olduğu adama ne dokunabilir ne de onu öpebilir. Gambitle birbirlerini çok sevseler de, Rogue elinde eldiveni olmadan Gambit’e dokunamaz bile. Gambit Rogue’u uyurken yakaladığı çoğu zaman onun dudaklarına yapışır ve sonrasında bayılır. Tüm gücü bir süreliğine Rogue’a geçer. İlişkileri bu kadar zor olmasına rağmen birbirlerine karşı çok büyük bir aşk beslerler. Anna Marie ve Remy Le’Beau bir tedavi bulup aşklarını yaşamayı bir çok kez deneseler de başarısız olmuşlardır.
Bütün bunların içinde en büyük özellikleri ise hiçbir zaman birbirlerinden vazgeçmemiş ve vezgeçmeyecek olmalarıdır.
Gürkan Öz
Süper kahramanlarla tanışmam küçükken televizyon aracılığıyla oldu. O zamanlar tanıdığım ilk kahramanlar televizyonlarda en yaygın olanlardı. Çizgi filmlerini severek izliyordum. Sonra araştırınca daha adını duymadığım çok süper kahraman olduğunu öğrendim. Hepsine biraz göz attım. Bu iki kahramanla karşılaşınca değişik tarzları hemen beni kendilerine bağladı. Tarzlarının biraz daha karanlık olması ve büyü ögesini kullanmış olmaları belki de ilgimi en büyük etkenlerdir. Farklı tarzda çizgi roman karakteri arayanlar için mutlaka bakmalarını tavsiye ederim.
Dr. Strange
Kahramanımız Stephen Vincent Strange, biraz egoist ve kariyerine çok önem veren bir beyin cerrahıdır. Geçirdiği trafik kazasından sonra ellerindeki kemikler kırılıyor ve elleri istemsizce titremeye başlıyor. Tedavi için bütün dünyayı dolaşıyor ama nafile. Bu arada bütün parasını da harcıyor. Himalayalar’da Ancient One adında bir keşiş buluyor ve tedavi istiyor. Ancient One başlangıçta yardım etmeyi reddediyor. Ancient One’ın yanında yavaşça Strange’in içindeki iyilik ortaya çıkıyor. Baron Mordo’nun Ancient One’ı öldürme planları bozuyor ve Baron Mordo’nun en büyük düşmanı oluyor. Bu olaylardan sonra Ancient One Dr. Strange’e mistik sanatları öğretiyor. Eğitimini bitirdikten sonra New York’a dönüyor ve dünyayı doğaüstü tehlikelerden koruyor.
Dr. Strange’e maceralarında yardımcı olan bir takım büyülü eşyalar var. Bunlardan kısaca bahsedecek olursak, Cloak of Levitation uçmasını sağlayan pelerin, Eye of Agamotto karanlık büyüleri etkisizleştiren bir ışık yayan kolye, Book of the Vishanti isimli büyü kitabı, Orb of Agamotto isimli bir de sihirli küresi bulunmaktadır. Marvel kitaplarının bazılarında en güçlü büyücü diye geçmektedir.
2016 yılında Benedict Cumberbatch’ın başrolde olduğu filmde vizyonlarda olacak.
Constantine
Hellblazer olarak da bilinen John Constantine, kendine güvenen ve karanlığa karşı duran bir dedektif. Ayrıca karanlık sanatlarda da usta. Düşmanlarını zekası ve kurnazlığı sayesinde yeniyor. Bu yüzden yendiğinden daha çok düşman edinir genelde. Daha büyük iyilik amacına yaptığı hareketler bazen ahlaki açıdan sorgulanabilir. Her türlü durumda hayatta kalmasını bilen biridir. Ne kadar yanındakileri korumaya çalışsa da, maceralarının çoğunda etrafındaki insanlar zarar görür.
Constantine’in hikayesi, arka planda doğaüstü olaylar ve büyünün olduğu günümüz dünyasında geçiyor. Hikayenin başında John, şeytan çıkarma ayini için Amerika’ya gidiyor. Bu sırada bir tarikatla karşılaşıyor ve bu tarikatı araştırırken yolu Nergal isimli bir iblisle kesişiyor. Sonradan bu iblisin eski arkadaşı olan Gary Lester’ın ölümünden sorumlu olduğu ortaya çıkıyor ve iblisin peşine düşüyor. Maceramızda böyle devam ediyor.
Constantine, DC’nin diğer çizgi romanlarında da görünmüştür. Televizyon dizisinin de 1. Sezonu bitti. Dizisinin devamının gelmeyecek olması çok üzücü.
Kayra Keri Küpçü
Uzun zamandır çizgi roman okurum. Yanlış hatırlamıyorsam ilk okuduğum çizgi roman da, fasikül halinde yayınlanıp bir gazete ile birlikte verilen Batman: Öldüren Şaka (Batman: Killing Joke) çizgi romanıydı. O zamanlar 9-10 yaşları civarındaydım. Bu tabii ki hemen bir tutkuya dönüşmedi ancak yıllar sonra Batman: Killing Joke eserini tekrar okuduğumda küçüklük dönemim aklıma gelmişti ve o anları hatırlayıp hüzünlenmiştim. O yüzdendir ki Batman’in bende özel bir yeri vardır.
Batman
Bob Kane, 1939 yılında Batman’i yarattığında bu karakter Detective Comics’in 27. sayısında ilk kez ortaya çıktı. Batman, DC Comics kahramanı olmasına rağmen Superman, Wonder Woman, Flash gibi süper güçlere sahip değildir. Bu nedenle pek çok kişi -ben de- Batman karakterine süper kahraman demektense süper dedektif demeyi tercih ediyor.
Batman çizgi romanlarının atmosferi genellikle karanlık ve korkutucudur. Evet, Batman gecelerin yaratığı kabul edilen yarasadan esinlenmiş bir karakter, bu nedenle de çizgi romanlar da çoğunlukla karanlıktır. Mesela Superman evreni kurtarmakla meşgulken o sırada Batman, Gotham’ın suçlularının peşine düşmüştür. Her ne kadar ünü tüm dünyaya yayılmış olsa da kendisi diğer kahramanlara oranla daha lokal bir kahramandır.
Dün gece, “Batman’i acaba her yaştan kişiler okuyabilir mi?” diye düşünürken kendimce şu cevabı verdim: “HAYIR!” Batman çizgi romanları gerçekten bazen korkutucu bir hal alabiliyor. Mesela Joker karakteri; kendisi deli, rahatsız ve tam bir manyak. Ne zaman ne yapacağı hiç belli olmuyor ve bu kaotik hali bile insanları korkutmaya yetiyor. Bununla birlikte Korkuluk (Scarecrow). Zaten amacı korkutmak olan bir karakter. Kendisi her ne kadar bir bilim insanı olsa da Korkuluk haliyle gerçekten kimyasallar kullanmadan bile korkutucu olabiliyor. Bunun dışında Penguen, Poison Ivy, Two-Face gibi ilginç ve karanlık karakterler de bu korkutucu atmosfere fazladan delilik ve ürperti katabiliyorlar. Bu nedenle bence Batman çizgi romanları en azından 13 yaş üzerine okutulmalıdır diye düşünüyorum.
Batman artık popüler kültürümüzün de bir parçası haline geldi. İnsanlar Batman’i daha çok filmlerden tanır oldu. Sokakta birisini çevirseniz ve “Batman’i biliyor musun?” deseniz mutlaka bildiklerini söyleyeceklerdir çünkü ya televizyonda ya sinemada görmüş ya da yakınlarından duymuşlardır. Fakat çizgi roman satışlarına bakarsanız her ne kadar Batman çizgi romanları iyi satışlara sahip olsa da herkes tarafından okunmadığı görülüyor. Batman artık çizgi romanların ötesine geçmiş, başlı başına bir marka olmuş önemli bir karakterdir. Dedektif olarak da Sherlock Holmes ile yarışır!
Eğer daha önce okumadıysanız Batman okuyun. Onunla tanışın; sonra oyunlarda Batman’i yönetip Gotham’ı kurtarın, sinemada onunla birlikte heyecanlı anları yaşayın.
Bigby Kurt
Biz bu kurtu nereden tanıyoruz? Öncelikle Kırmızı Başlıklı Kız’daki kötü kurt olarak kendisini tanımıştık veya Üç Küçük Domuz hikayesinde domuzların önce samandan, sonra tahtadan, sonra da betondan evini üfleyerek yıkmaya çalışan kurt olarak görmüştük. İşte Bigby bu kurtun ta kendisi. Masallar çizgi romanının baş kahramanlarından olan Bigby, aynı zamanda diğer masal kahramanlarının da yaşadığı Masalkent’in şerifi.
Evet, biliyorum, az önce süper dedektif olan Batman’den bahsettim, şimdi de antropomorfik bir dedektiften… Bigby, bildiğimiz kurtlardan çok daha iri aynı zamanda mitolojik geçmişi olan bir kurt. Bigby’nin babası, efsanelerde de anlatılan Kuzey Rüzgarı olduğu için Bigby’nin de rüzgarı kontrol edebilme gibi yetenekleri var. Bu sayede zaten nefesi ile domuzcukların evini yıkmayı başarmıştı.
Bigby, kurt geninin kendisine kattığı keskin duyuları sayesinde pek çok olayı da duyuları sayesinde çözebiliyor. Ortada bırakılan bir kanıtın üzerindeki kokudan, orada kimlerin olduğunu anlayabiliyor. Bu sayede Masalkent’teki karışıklıkları da çözüyor. Hatta bu konsept, Telltale Games’in Masallar çizgi romanından esinlenip hazırladığı “The Wolf Among Us” oyununa da konu olmuştur.
Masallar çizgi romanını okumadıysanız ilk fırsatta okuyun. Sadece Bigby ile değil; Pamuk Prenses, Güzel ve Çirkin, Mavi Sakal, Yakışıklı Prens, Kurbağa Prens, Sinderella, Uyuyan Güzel gibi pek çok masal kahramanının da gündelik hayatına tanık olun.
Ece Yılmaz
Vertigo’nun çizgi roman dünyasına kazandırdığı efsanevi Sandman’i okuyup da sevmeyen biriyle henüz karşılaşmadım. Karakterleri, hikâyesi ve atmosferiyle “bu çizgi romansa diğerleri ne?” dedirten seri, diğer çizgi romanların arasından sıyrılmış, başlı başına bir ekol. Serinin en önemsiz gözüken karakteri ile ilgili bile paragraflarca yazı yazılabilir, ama ben bu yazımda Endless ailesinin gönlümde yerleri ayrı olan üç kardeşinden bahsetmek istiyorum.
Dream
Genellikle trajedilerde rastlayacağınız türden bir karakter olan Dream hakkında yazması gerçekten zor. Çoğu kişinin uzak bulduğu, bir o kadarının da gıcık olduğu, benimse hayran olduğum bir karakter. Seri boyunca kim olduğunu çözmeye çalışan fakat herhangi bir cevaba ulaşamayan biri hakkında nasıl bir analiz yazabilirim ki? Dream, kendi içinde çözümlenmeye çalışan ama bir bilinmeyeni hep eksik kalan bir denklem gibi. Gururunun arkasında saklanmış, kendi yorumunu bekleyen bir rüya.
Dream bir kahraman değil, o hataları olan, oldukça kusurlu bir karakter. Ama onu seri boyunca çıktığı yolculuklara iten de hataları ve kusurları. Bazen yaptığı yanlışları telafi etmek için, bazen görülmesi gereken bir hesap için, bazen de cevap bulması gereken soruları olduğu için, Dream’i hep yollarda görüyoruz. Ona ortak olduğumuz bu arayışlarda, hepimiz az ya da çok kendimizden bir şey buluyoruz. Eski bir sevgilide ya da unutulmuş bir tanrıda, Dream herkesin aklına gelmiş sorulara kendince bir cevap buluyor. Bazen de bu yolculuklar akıllarda daha çok soruyla bitiyor. Dream gibi bir ana karakteri okumanın güzelliği de burada yatıyor, onun hikâyesinde inandırıcı olmayan zaferlere yer yok. Aradıklarımızı bulduğumuz gibi, hayal kırıklığına uğradığımız da oluyor.
Bunun yanında, Dream’in hayal kırıklığına uğrattığı zamanlar da yok değil. Dream’i omuzlarından tutup sarsmak istediğim zamanların sayısını unuttum bile. Ama hikâyeler de gücünü Dream’in kusurlarından ve arayışlarından alıyor. Her cevap yeni bir soruya kapı açıyor, yeni bir macera başlıyor. Yol boyunca başına gelenlere anlam vermeye çalışan ana karakterimizle birlikte biz de hiç yabancı olmadığımız bir yolda buluyoruz kendimizi. Kalp kırıkları, yenilgiler, ihanet ve daha nice “insani” duygu lordumuzu zorlarken, biz de onunla birlikte bir kez daha insan olmanın ne demek olduğunu sorguluyoruz. Rüyalar Lordu olsanız da, kaderin oyunlarından kaçamıyorsunuz, “Kader” ağabeyiniz olsa bile.
Death
Dünya üzerinde kaç farklı inanış varsa, her birinin Ölüm Meleği için tanımı farklıdır. Kimi siyah cübbeler içinde devasa bir orak taşır, kiminin her kurbanının gözlerini yerleştirdiği dev kanatları vardır. Çoğunlukla ölümün korkunçluğunu ve karanlıklığını tasvir edecek figürler. Peki, ölüm neden korkunç ve karanlık olması gereken bir şey olarak algılanır? Sandman okumadan önce ölüm hakkında pek düşünen biri değildim. Daha doğrusu bu konu hakkında düşündüğümde herkes gibi benim de içim daralırdı ve başka şeylere odaklanmaya çalışırdım. Sandman okuyana kadar. Death ile karşılaştığım ilk hikâyede, açıkçası kim olduğunu anlayamamıştım. Bu kadar neşeli, sıcakkanlı ve sevimli bir Death görmeyi beklemiyordum. Hikâyeler ilerledikçe, şaşkınlığımın ne kadar yersiz olduğunu gördüm. Yani, ölümün korkmamız gereken bir şey olduğuna kim karar verdi ki? Death, zamanı gelenleri toparlayıp başka diyarlara götüren bir rehber olmanın ötesinde bir karakter. O “kutsal” ya da “merhametli” bir melek değil, Death olmak sadece onun işi ve Death işiyle tanımlanmak için fazla derin bir karakter.
Öncelikle Death, ölümlülerin ona karşı duyduğu korkuyu aşmış bir karakter. Bazıları için ölüm bir kurtuluştur, bazıları içinse bir lanet. Görüşünüz ne olursa olsun, Death yaptığı işle ve kendiyle son derece barışık. Ölümün bir son olmadığının, sadece bir geçiş aşaması olduğunun farkında ve bunu zamanı gelen herkese açıklamaktan bıkmayacak kadar sabırlı. İşinin aksine Death her zaman için Endless’ın en neşeli ve hayat dolu üyesi olmuştur. Ama neşesini ve canlılığını saflıkla karıştırmayın. Death’in gördüklerini görüp, bildiklerini bilip saf kalmak pek mümkün değil. Anlamsız bir iyimserliği yok, sadece değiştirilemeyecek şeylerin akışına bırakılması gerektiğinin farkında.
Peki, ölümün vücut bulmuş hali olmak yaşamı sorgulamaya ve bir anlam bulmaya çalışmaya engel mi? Death için değil gibi gözüküyor çünkü her yüzyılda bir gününü bir ölümlü olarak geçiriyor. Bazen bir insan, bazen bir kedi, tüm bu karmaşanın ve koşuşturmanın arkasındaki sebebi arıyor. İnsanların yaşamlarına neden sıkı sıkıya tutunduğunu anlamlandırmaya çalışıyor.
Death klişe Azrail tasvirlerinden sıyrılmış, kendine ait bir kişiliği olan ve okudukça insana ölümün nasıl bir şey olduğunu bir kez daha merak ettiren bir karakter. Ama onun hikâyelerinden sonra bu hayattan sonrasını düşünürken içinizi afakanlar basmıyor, bugüne kadar size anlatılan boğucu öbür dünya tasvirlerinin belki de birer yalandan ibaret olabileceğini fark ediyorsunuz. Death ile birlikte gezinirken, hayatın saçma sapan kaygılar için çok kısa olduğunu da görüyorsunuz.
Ayrıca, Mary Poppins’den alıntı yapan ve en sevdiği yiyecek sosisli olan bir Death’den korkmak kadar yersiz ne olabilir?
Desire
Etten ve kemikten yapılmış kendi heykelinin kalbinde yaşayan Desire, adının hakkını belki de tam olarak verebilen tek Endless üyesidir. Hırslı, inatçı ve öfkeli Desire’dan bahsettiğimiz zaman aklınıza aşk ve sevgi gibi duygular gelmesin. Onun tutkusunun bunlarla alakası yoktur, onun olayı istemek ve istediğini elde etmektir.
Desire için iyi biri diyemem. Özellikle Dream’e yaptıklarından sonra onu savunmak bir hayli zorlaşıyor. Ama bir karakteri sevmeniz için iyi olmasına da gerek yok. Desire Endless ailesinin en zalim üyesidir diyebiliriz. İnsanların ve kardeşlerinin, özellikle Dream’in, duygularıyla oynamaktan büyük bir zevk alır. Ama yaptıklarının sonuçlarıyla pek ilgilenmez. Neden ilgilensin ki? Desire için önemli olan zevk almaktır ve yaptığı işten aldığı zevk bittiği anda, onun için gitme vakti gelmiştir. Sonuçları izlemekle vakit kaybetmez. Bunun için onu suçlayabilir miyiz burası tartışılır. Adı üstünde o tutkunun kendisi ve tutku duyguların en bencilidir.
Desire da bu bencilliğin farkında, hatta bu bencillikten gurur duyduğunu bile söyleyebiliriz. Desire için bencillik, mutlu olmanın tek yoludur. Diğerleriyle başladığınız an kendinizden ödün vermeye başlarsınız. İşine geldiği sürece her insanla iyi geçinir Desire, faydalı olmayı bıraktıklarında da hepsini birer oyuncak gibi kutularına koyup kaldırır. Karakterinden dolayı çoğu okuyucu Desire’ı itici bulur ya da onu “Endless’ın kötüsü” olarak görür. Ama tutkusu onu, ölüm olmak Death’i ne kadar kötü yapıyorsa, o kadar kötü yapıyor. Ne istediğini bilmek ve bunun için gerekeni yapmanın nesi kötü? Tutku insana zarar verebilir, ama onu hayal edemeyeceği yerlere de götürebilir.
Kendisi gücünün bilincinde ve bu konuda hiç de alçak gönüllülük gösterecek biri değil. Dünya üzerinde yürüyen her canlının en gizli isteklerini, en derin sırlarını bilmenin verdiği gücü sonuna kadar kullanıyor. Desire bir kukla ustası gibi, kardeşleri de dâhil, etrafındaki herkesin iplerini çekiyor ve onları kendi zevkine göre oynatıyor.
Ne kadar itici bulursanız bulun ya da ne kadar kötü olduğunu düşünürseniz düşünün, Desire’dan nefret etmeniz imkânsız. O istediğiniz ve isteyebileceğiniz her şey.
Özay Şen
Görsel ve yazılı sanatın bir arada başarıyla harmanlandığı bir platform: Çizgi roman! Peki çizgi romanı okunulası kılan şey, çizimleri midir yoksa hikayesi mi? İkisi de çok önemli olmasına karşın, bence asıl önemli olan karakterleridir. Belki sadece 1 sayı gözüküp, uzun süre aramızdan ayrılan biri olabilir. Belki de hikayenin antagonistidir. Elinizden bir şey gelmez. Çizimler ve yazılı bir araya gelir, o eşsiz karakter sanki uzun zamandır tanıdığınız biridir. İşte bu yüzden çizgi roman karakterlerinin, insanlar üzerindeki etkisi de büyüktür.
Corto Maltese
Hugo Pratt’ın 60’lı yılların sonunda yarattığı Corto Maltese karakterinin maceralarını okudukça, yakın tarihten unutulmuş bir figür olduğuna inanmaya başlıyorsunuz. Öyle ki, Hugo Pratt’ın kendi düşündüklerini, yaşadıklarını ve yaşattıklarını Corto’nun maceralarında görebilirsiniz.
Malta adasından çıkma, fırlama bir delikanlı olan Corto, bir denizci olması ve tatlı diliyle beni bir anda büyülemişti. Şans eseri, Kadıköy’deki Flaneur Comics dükkanında sevgili Servet abinin bahsetmesiyle keşfetmiştim. Hayranı olmamak elde değil. Adam bir kere denizci. Hele ki, 1900’lü yıllardan itibaren, siyasi ve edebi alanda ün yapmış gerçek karakterle olan diyaloğu Corto Maltese’i okunası kılıyor.
Bir bakıyorsunuz, vodoo büyücüleri ile oturup muhabbet ediyor. Sonra bir bakıyorsunuz, Anadolu coğrafyasında dolaşıp, Enver Paşa ile tanışıyor. Jack London ile sırt sırta mücadele veriyor. Dünya tarihinin, en çetrefilli döneminde hayatta kalmayı başaran Corto Maltese, gerçek dünyanın gizemleriyle haşır neşir olmayı unutmuyor. Mu kıtasının gizemini çözmeye çalıştığı Kayıp Kıta Mu, en sevdiğim maceralarından biridir. Ayrıca dönem itibariyle Avrupa’yı ele geçirmeye başlamış Amerikan çizgilerinden çok ama çok uzakta. Kendine has, minimalistik çizimleri içerisindeki detaylarda kendinizi kaybediyorsunuz.
Özellikle Dost Yayınevi’nden basılmış olan maceralarını yakın tarihle ilgilenen ve bu yakın tarihe ince alaylarla bakan maceralarına göz atmalısınız.
Hellboy
Mike Mignola’nın bu ağzı bozuk ve ölmek nedir bilmeyen karakteri ile filminin vizyona girmesinden hemen önce tanışmıştım. Hem yazan, hem de çizen Mike Mignola sadece bir karakter anlatmakla kalmıyor, onun içinde bulunduğu mistik, korkunç ve bir o kadar garip dünyayı da bizlere tasvir ediyor. Gerek Avrupa mitleri, gerek Japon masalları, gerekse Rus öyküleri ile beslenen Hellboy serisi, sürekli yükselen bir çizgi izlemiştir.
Asıl adı Anung Un Rama olan Hellboy, Dünya’ya kıyameti getirecek olan bir iblisinken, farkında olmaksızın taraf değiştirmesi bir o kadar da ironiktir. Dev purolar içmekten hoşlanan, kedilerle olan bağını asla kopartmayan ve o kırmızı kalın derisinin altındaki kocaman kalbiyle, insanlığı öğrenmeye çalışmış; ama yeri geldiğinde de ait olduğu yerin kudreti karşısında ezilip büzülmüştür. Kafasını silkeleyip, omuzlarındaki yükü kaldıran Hellboy, önünde sonunda “onun bunun çocuğu” efektleri ile karşısına çıkacak bilimum dehşet’ül vahşet canavarı da haklamayı başaracaktır.
Birçoklarına göre Mike Mignola’nın Hellboy maceraları, oldukça yavandır. Orijinal bir hikaye ortaya koymaktan yoksundur. Ancak yukarıda da belirtiğim gibi dünya mitlerinden bu kadar beslenmiş olması, Hellboy’u bir çorba yapmaktansa, onu doyurucu bir ana öğün haline getiriyor. Elbette Hellboy’un aksi kişiliğinin ağızda hoşa giden kekremsi bir tat bıraktığını da eklemek gerek.
Ömer Şentürk
Dr. Manhattan
Alan Moore ve Dave Gibbons tarafından 1986’da yaratılan Watchmen, şüphesiz çizgi roman tarihi için büyük önem taşıyan eserlerden bir tanesi. Yaratılan evren, Ozymandias isimli bir karakter, yaratılan karakterlerin her birinin güçlü bir geçmişe sahip olması ve süper güçlere sahip tek karakter olan Dr. Manhattan benim için Watchmen’in başarısını belirleyen faktörler olmuştu.
Saatçi bir baba tarafından yetiştirilen Jon Osterman, dönemin toplumsal şekli ve babasının ısrarı üzerine fizik eğitimi alır ve ordu için fizik deneyleri yapar. Moore ve Gibbons’ın muazzam kurgusuyla Jon Osterman’ın Dr. Manhattan’a dönüşmesi müthiş bir seyir zevkiyle gösterilir çizgi romanda. Manyetik akım sebebiyle vücudu parçalanır, 3 gün sonra mavi renk bir insan formunda kafeteryada görülür. Zekası üstün, madde ve enerjiye dilediğince hükmedebilen bir varlığa dönüşmüştür.
Watchmen’deki süper güçlere sahip tek kahraman olması Dr. Manhattan’a onu diğer süper kahramanlardan ayıran realist bir yaklaşım kazandırır. Yaşamsal ihtiyaçlardan muaf olması, fiziksel özelliklerini kontrol edebilmesi, atomları kontrol edebilmesi onu üstinsan ve irade kelimelerinin karşılığı yapmıştır.
Marv
‘’Ölmeye değer, öldürmeye de cehenneme gitmeye de, amin…’’
Noir’in sinema ve edebiyatın içeriğine dair en önemli kavramlardan biri olduğunu düşünürüm. Noir adı altında çekilen filmler ve yazılan kitaplar, her iki alan içinde unutulmayacak eserler ortaya çıkarmıştır. Sin City, Frank Miller’ın hayalgücünün muazzam bir dışavurumu olmakla kalmıyor; Neo Noir’i de baştan yazıyor.
Çizgi romanı okurken üstünden çıkarmadığı paltosu, yüz hatları, vücut dili ve yapısı sebebiyle Hellboy’u anımsatan bir karakterdi Marv. Ancak Frank Miler’ın Marv için yarattığı evren ve hikâye onu Hellboy’dan ayırıp dünyaya daha çok bağlamaktaydı. Çektiği acılar, kendine has ahlaki yapısı ve yalnızlığıyla Marv; Noir ve çizgi roman dünyalarının unutulmaması gereken karakterlerinden.