Köşe Koltuğu #11 – Mutlaka Okunması Gereken Fantastik Kitaplar
Köşe Koltuğu bu hafta kaldığı yerden devam ediyor. Çayımızı, kahvemizi yudumlayıp, en sevdiğimiz, mutlaka okunması gerektiğini düşündüğümüz fantastik kitaplarımızı koltuğumuza getirip, yayıldık. Bu hafta mutlaka okunması gereken fantastik edebiyat kitaplarını konuk ediyoruz.
Köşe Koltuğu’nun 11. haftasını Gürkan Öz, Ece Yılmaz, Kayra Keri Küpçü ve Özay Şen yazdı.
Gürkan Öz
Hangi kitap hakkında yazabilirim diye kitaplığıma bakarken gözüme birden Asi takıldı. 2005’te yayınlanan bu kitap, gözünüzden kaçmış olabilir. Yeni yeni fantastik evrenlere giriş yapanların mutlaka göz atması gerektiğini düşünüyorum. Bu kitabın yeri benim için ayrıdır. Fantastik diyarlara ilk adımımı attığım zamanlarda elime geçmişti bu kitap. Ayrıca yerli bir yazar tarafından yaratılmış bir dünyaya bakmak da güzel oluyor.
Asi, 12 kitaplık Derzulya serisinin ilk üçlemesi olan Habis üçlemesinin ilk kitabıdır. 2013 yılında Sin isimli serinin devam kitabı da yayınlanmıştır.
Kitabın konusuna gelecek olursak, Janus liderliğindeki Gri Havariler olarak adlandırılan bir grup, şeytan çağırma ayininde Sürgündeki ile iletişime geçerler ve planlar yapmaya başlarlar. Ayin sırasında gri ışığı soluyan 33 gri havari ölümsüz olmuşlardır. Günümüzden 500 yıl sonra büyük karmaşa olarak adlandırılan ve uygarlıkları yok edip, bütün kıtaları yok eden, Derzulya ismi verilen yeni kıtanın oluşmasını sağlayan bir kıyamet gerçekleşir. Bu kaotik Derzulya’ya hükmeden ise Janus’tan başkası değildir. Derzulya’da kaos hüküm sürerken, kıtanın kaderi çölün ortasında doğan bir bebeğin ellerindedir. Bu bebeğin müttefikleri ise Şeytan ve eski bir Gri Havari olan Sarp’tır.
Okumayanlara spoiler vermemek için daha ileriye gitmiyorum. Yazarın diğer kitaplarını okuyanlar yazarın tarzını zaten biliyordur, okumayanlar için mutlaka tavsiye ederim. Gayet başarılı bir eser. Hem yerli yazarlarında başarılı eserler verebileceğinin kanıtı olup, benim diğer yazarlarımızı araştırmama neden olmuştur.
Sonuç olarak fantastik diyarlara yeni gireceklere ve yeni bir soluk arayanlar için güzel bir eser.
Ece Yılmaz
Neil Gaiman şüphesiz ki en sevdiğim yazardır. Yani Sandman gibi başlı başına inceleme konusu olan bir serinin yazarını sevmeyenimiz yoktur heralde. Her işinde ayrı başarıya imza atmış olan yazarın bahsedilebilecek çok kitabı var. Fakat ben bu yazımda Gaiman’ın şaheseri olarak gördüğüm American Gods’dan (Amerikan Tanrıları) bahsetmek istiyorum.
Basite indirgersek, American Gods hapisten yeni çıkmış Shadow Moon’un başına gelen bir dizi fantastik olayı konu alıyor. İsminden de tahmin edebileceğiniz gibi kitapta karakter olarak birçok tanrı ve mitolojik varlık da yer alıyor. Fantastik kurgu diyoruz, tanrılar falan pek şaşırtıcı bir şey değil bizim için. American Gods’ı benim için yazılmış diğer tüm kitaplardan ayıran şeylerden biri, tanrıların kitaptaki işlenişi.
Hikâyemiz şehirde geçiyor. Şehirdeki her şey, insanlar, yerler, hepsi gerçek. Meksikalı göçmenler, soyu Vikinglere dayananlar, kıtanın yerlileri hepsi bir arada. Bildiğimiz Amerika’dan hiçbir farkı yok. Küçük bir detay dışında, insanlarla tanrılar bir arada. Amerika çok tanrılı bir ülke. Yerlilerin tanrıları, göçmenlerin tanrıları, herhangi bir hiyerarşi olmadan hayatta kalma mücadelesi veriyorlar. İşte burada işler ilginçleşmeye başlıyor. Odin’den tutun Bast’a, eski tanrıların yerlerini almalarına ramak kalmış Teknoloji’ye, Medya’ya karşı giriştikleri hayatta kalma mücadelesine tanık oluyoruz. Gitgide unutulan, mitoloji kitaplarındaki figürlerden bir farkları kalmayan tanrılar, yerlerini almaya çalışan yeni nesil tanrılarla bir ölüm kalım savaşı içerisindeler.
Ana karakterimiz Shadow da, Mr. Wednesday’in iş teklifini kabul ederek bu savaşın tam ortasına sürükleniyor. Tabii ki kitabı okurken aklımıza geliyor “E bunlar tanrı değil mi? Hayatta kalmaya çalışmak ne demekmiş canım” sorusu. Belki Neil Gaiman değişiklik olsun diye tanrıları savaştırmayı seçmiştir? Hayır. Kitabın en önemli karakterlerini tanrılar oluştursalar da, aslında hepsi romanın bütününde sorulmak istenen sorular için kullanılan birer araç. Bir şeyi ölümsüz kılan nedir? İnsan ya da tanrı, neden hatırlanmaya ihtiyaç duyarız? Kişiler tam olarak ne zaman ölür? İnanılmaz bir kurgunun içinde kaybolurken, Gaiman bizi bu sorularla karşı karşıya bırakıyor. Sıradan insanların hayatını tüm gerçekçiliğiyle yansıtmasının yanında, American Gods yaşamla olduğu kadar yaşamdan sonrasıyla da ilgileniyor. Nereye gittiğimizle falan değil, öldükten sonra geride bırakacaklarımızla. Çünkü cennet ya da cehennem ya da bambaşka bir yer, nereye gidersek gidelim, insanların umursayacağı tek şey burada bıraktıklarımız olacak.
Kitabı bu kadar iyi yapan başka bir ayrıntı da, daha önce de yazdığım gibi gerçekçiliği. Hikâyemiz boyunca Loki, Thoth, Czernobog ve niceleriyle karşı karşıya geliyoruz. Konuşan kuzgunlar, bir anda havada beliren bozukluklar görüyoruz. Tüm bunlara rağmen, kurgu kendi içinde sağlam temelleri olan bir gerçeklik oluşturmayı başarabilmiş. Bunun bir kısmını tabii ki gerçek bir şehirde geçiyor olmasına borçlu. Bir yandan da, Gaiman tüm noktaları öyle bir ustalıkla birleştirmiş ki, bu kadar absürtlüğün arasından biri bile sırıtmıyor. Her adım üzerinde en ince detayına kadar düşünülmüş
American Gods’ın fantastik Amerika’sında, en fantastik olayın bile mantıklı bir açıklaması var. Bu, fantastik romanlarda pek sıklıkla karşılaştığımız bir şey değil. Çünkü, zaten bu romanları gerçeklikten kaçmak için okumuyor muyuz? Neden kendi içinde bir mantık sistemi oluştursun ki? Kitabı okumadan önce ben de bu fikre katılabilirdim. Ama bu bahsettiğim gerçeklik duygusu sizi öyle bir sarıyor ki, etrafınızda böyle bir şeylerin olabileceğini hayal etmek, şehrin bir yerlerinde çok da sıradan olmayan bir şeylerin döndüğünü düşünmek, sizi Shadow Moon’un öyküsüne daha da çekiyor.
Tabii ki bir kitapta öncelikli olarak baktığımız özellikler, kaliteli bir hikâye ve atmosfer de American Gods’da fazlasıyla mevcut. Daha önce karşılaşmadığınız türden bir öykü ve daha önce karşılaşmadığınız türden bir ana karakteri okuyacağınızın garantisini verebilirim. Zaten Neil Gaiman’ın en iyi yaptığı şeylerden biri de bu. Öyle hikâyeler yazıyor ki, bir yandan orijinalliği karşısında hayrete düşüyorsunuz, bir yandan da daha önce defalarca okumuşsunuz gibi tanıdık geliyor. Sıradışı bir hikâyeye tanık oluyorsunuz, evet, ama bunun yanında bir şeyleri kaybetmenin ve kazanmanın ne demek olduğunu, güç vaadinin kişinin gözünü nasıl döndürebileceğini, gerçek aşkın insana neler yaptırabileceğini, insanın doğasında zamanın başlangıcından beri var olan bencilliği ve hayatta kalmak için ne kadar ileri gidebileceğinizi de okuyorsunuz.
American Gods, bitirdikten sonra sırf aynı deneyimi tekrar yaşayabilmek adına okuduklarınızı unutmayı dileyeceğiniz bir kitap. Eğer çoktan bu harika kitabı okumuşsanız, neyden bahsettiğimi biliyorsunuz. Hala okumayanlarınız için de, Shadow parmaklarının arasında bir türlü oynamayı bırakamadığı bozukluğuyla, Mr. Wednesday elinde bir bardak viskiyle sizleri bekliyor.
Özay Şen
Fantastik edebiyat denildiği zaman beynim bir süreliğine duruyor. O kadar çok diyarla, farklı zamanlarda haşır neşir olmuşum ki, hangi birinden başlayabileceğimi ya da hangi seriyi bir başka okuyucuya önerebileceğimi bilemiyorum. Bu haftanın konusunu seçerken de, aynı durumu yaşayacağımı biliyordum. Neyse ki, geçmişe doğru bir yolculuk yaptığımda önermem gereken bir iki kitap ismi sihirli bir biçimde kafamın içerisinde belirdi.
Harry Potter
Çok mu klişe? Yoksa çok mu çocuksu? İkisi de değil. Harry Potter dünyası, çocuk ya da erişkin göz ardı etmeksizin aslında elimizi uzatıp ulaşabileceğimiz bir dünyanın kapılarını arıyor. Bugüne kadar yatağımızın altında yatan yaratıkları, gökyüzünü fetheden ejderhaları, çocukları öldüren kötü büyücüleri gerçek kılıyor. Kitaplar, sandığınızdan da karanlık bir dünyayı anlatıyor.
Fantastik edebiyat ile tanışmam Harry Potter ile olmuştu. Sürekli olarak kitabın reklamının televizyonlarda döndüğünü hatırlıyorum. Kitap okuma alışkanlığı olan bir çocuk da değildim. İlkokulda verilen ödevler dışında, keyfi amaçla kitap okuduğumu hatırlamıyorum. Harry Potter, halamdan gelen bir hediye olduğunda bana külfet gibi gelmişti. O dönemde daha serinin film haline getirileceğine dair bir bilgi yoktu. Sayfaları çevirdim ve büyülendim. Bunu takip edecek diğer kitaplarla büyürken, J.K. Rowling’e ne kadar teşekkür etsem azdı.
Öncelikle filmlerin kitabın atmosferini çok yanlış gösterdiğini söylemeliyim. Sadece Chris Colombus tarafından çekilen ilk iki film, kitapların o karanlık ve melodramatik havasını sunabilmişti. Ayrıca serinin 90’lı yıllarda geçtiğini de unutmamak gerekiyor. İnsanlık teknolojiyi evlerine yavaş yavaş sokmaya başlamışken, perdelerle kapatılmış öte diyarda süpürgeler ile uçan büyücüler ve daha iyi bir büyücü olmak için Hogwarts’da eğitim alan öğrenciler vardı.
Harry’nin biraz şaşkın bir karakter olduğunu itiraf edebilirim. Ama seriyi bu kadar tutkulu hale getiren, her zaman için yan karakterler ve onların hikayeleri olmuştu. Kıçı kırık bir büyücü çocuk için adeta tüm İngiliz büyücüleri bir araya geliyordu. Birbirinden farklı bu kadar çok karakterin neden aynı amaç uğruna savaştıklarını gördüğünüzde, soğan doğrayan ninjalar tarafından saldırıya uğrayacağınızın garantisini verebilirim.
Romantik bir havada yazılmış Harry Potter’a olan ön yargınızı en kısa sürede kırmanızı diliyorum. Pişman olmayacaksınız.
Kayra Keri Küpçü
J.R.R. Tolkien, Ursula Le Guin, David Eddings, Robert Jordan ve daha niceleri… Fantastik edebiyat gerçekten birbirinden başarılı ve hayalgücümüze çok şey katan yazarlarla dolu. Bunların hepsini anlatmaya ansiklopediler yetmez. Burada size Yüzüklerin Efendisi veya Yerdeniz Serisi’ni anlatmayacağım çünkü onları zaten okudunuz veya okumanız gerektiğini biliyorsunuz. ;) Ben biraz daha geri plana atılmış ancak herkesin okuması gereken bir seriyi ele almak istiyorum.
Narnia Günlükleri
Clive Staples Lewis’in kaleme aldığı, tamamlanması 6 yıl süren 7 kitaplık bir seri olan Narnia Günlükleri, pek çok okur tarafından çocuk kitabı gibi nitelendirilse de aslında her fantastik eser gibi göründüğünden çok daha fazlasıdır. İlk olarak Narnia’nın kuruluşuna tanık oluruz, sonrasında da oraya giden Peter, Susan, Edmund ve Lucy isimli kahramanlarımızın Narnia’ya yolcuğuna eşlik ederiz.
Narnia’nın büyülü topraklarında pek çok fantastik canlı ile karşılaşırken hem iyiliğe hem de kötülüğe hizmet eden yaratıklar da görürüz. Burada karşımıza Aslan çıkar. Evet kendisi hem bir aslan hem de adı Aslan. Kahramanlarımız Narnia’nın geleceği için Aslan’a yardım ederler fakat sonrasında bunun çok daha fazlası ile tanışırız. Dört kardeş olan Peter, Susan, Edmund ve Lucy artık büyümüş ve ergenliğe erişmişlerdir. Bu nedenle Narnia’ya bir daha gelemezler çünkü büyüyen insanlar artık hayalgüçlerini kaybetmeye başlarlar. Bu da Narnia’yı tehlikeye sokar. Bu dakikadan sonra yeni karakterlerle tanışıp ve yeni maceralara yelken açarız.
Birkaç kitabı sinemaya da uyarlanan bu eseri lütfen filmini izleyerek değerlendirmeyin. Çünkü bu eser de tıpkı Yüzüklerin Efendisi gibi aslında pek çok referans ve önerme içeriyor. Zaten Tolkien ile Lewis çok yakın arkadaşlar ve ikisi de 2. Dünya Savaşı’nın büyük yıkımına tanık oluyorlar. Bunun üzerine Tolkien ve Lewis, “Bu büyük yıkımı kendimizce anlatmalıyız,” diyorlar ve Tolkien, Yüzüklerin Efendisi’ni yazarken Lewis de Narnia Günlükleri’ni yazıyor. Düşünün artık bu eserler ne referanslar içeriyor…
Size tavsiyem, bir çırpıda bitireceğiniz 7 kitaplık seriyi okuyun. Daha detaylı inceleme için sizi buraya da alabiliriz.
Okumanız gereken daha fazla fantastik kitap için sizi buraya alalım.