Unutulmuş Diyarlar Hikayeleri – Kara Ayna (Bir Drizzt Do’Urden Hikayesi)
Yine bir kısa hikayeyle karşınızdayız, bu sefer hepinizin daha önce duyduğu ama detaylarını asla öğrenemediğiniz bir hikayeyi çevirdik. R.A Salvatore’un 1993 yılında kaleme aldığı ve kısa öykülerden oluşan Realms of Valor antolojisinde yayınlanan Kara Ayna hikayesi, pek çok Drizzt romanında adı geçen Nojheim isimli goblinle Drizzt Do’Urden’in karşılaşmasının detaylarını anlatıyor aslında. Zaten ana kitap serisi boyunca da Drizzt’in “her ırk konusunda peşim hükümlü olmamalıyız” etiği de aslında Nojheim ile olan o meşhur karşılaşmasına dayanmaktadır. Bu hikâyeyi okurken oldukça duygulanacak ve kendi dünyamızı ve etiğimizi sorgulama ihtiyacı hissedeceksiniz… Öyleyse sizleri fazla bekletmeyelim!
Bu hikaye, ilk olarak 1993 yılında Realms of Valor kitabında yayınlandı. Sonrasında 2011 yılında yayınlanan The Collected Stories: The Legend of Drizzt kitabında da hikayeye yer verildi. 2008 yılında yayınlanan The Worlds of Dungeons & Dragons Volume 2 çizgi roman derlemesinde de çizgi hikaye olarak yer almıştır.
R.A. Salvatore’un önsözü…
Kişisel gelişim perspektifinden baktığımda “Kara Ayna”yı yazarlık kariyerimin en önemli eserlerinden biri olarak görüyorum. Piyasadaki en talepkâr ve özenli editörlerden Jim Lowder’ın bu hikâyede benimle birlikte çalışmış olmasının da etkisi var tabii. Jim, bir yazarın kolaya kaçmasına ya da üstünkörü yazmasına asla izin vermez. Daima “Neden?” diye sorar.
Bu öykü yayınlandıktan hemen sonra o ilk heyecanım geçmişti bile. Ve en sonunda 1990 yılında, tam zamanlı işimden istifa ettiğimde de durmak bilmeden yazdığım günler –neyse ki- son bulmuştu. Bu antolojiye dâhil olmaya karar verdiğimde tek amacım kişisel keşiflerde bulunmaktı ve bu hikâyeyi de Drizzt Efsanesi’ni yazarken karşılaştığım o merak uyandırıcı paradoksu incelemek için kaleme aldım. Pek çok okuyucu bana mektuplar göndererek kara elf romanlarındaki ırkçılık öğesini irdelememi istemişti. Gerçekten de Drizzt’in yüzleştiği sınavlar ve zorluklar boyunca birkaç ırkçı kinayesini keşfedip açığa vurma şansım oldu; dünyamıza açılan antolojileri atlatmak mümkün değildi ve ben de aksini düşünmemiştim.
Ama bir sorun vardı; geleneksel “Tolkienci” fantezi akımı zaten sadece ırkçılıkla ilgili değil miydi? Elfler cücelerden, cüceler buçukluklardan, buçukluklar insanlardan, insanlar orklar ve goblinlerden farklıydı. Evet, orklar ve goblinler, pürüz de burada başlıyor. Kötülüğün vücut bulmuş hali olarak tanıtılan bir ırk fikri, klasik bir ırkçılık tanımı değil midir zaten? Elbette öyle! Öyleyse sık sık ırkçılığın kurbanı olan Drizzt’in tam da suratının ortasına, kendi ön yargılarından oluşan bir yumruk atsaydım ne olurdu? Ya fantezi edebiyatının ana hatlarının konfor bölgesini, drow kahramanımla, daha önce yaptığımdan daha sert bir şekilde –yanlışlıkla olsa da- sarssaydım?
“Kara Ayna”nın yazılış amacı da bu. Aynı zamanda yazım tarzımda da bir değişimi simgeliyor. Genç ve arzulu, heyecanlı ve enerji dolu ve anlatacak pek çok hikâyesi olan bir yazar olarak, tüm cevaplara sahip olduğumu sanıyordum. Aslında gerçekleri anlatmanın, insanlara her şeyin gerçek doğasını göstermenin benim işim olduğunu düşünmüştüm. Her şeyi bildiğimi sanıyordum –ve zamanla neredeyse tüm genç yazarların benzer bir kibre sahip olduğunu fark ettim. Yaşım ilerledikçe hiçbir şey bilmediğimi ve işimin insanlara cevaplar sunmak olmadığını, okuyucuları, kendileriyle ilgili sorular sormaya teşvik etmek olduğunu fark ettim. Basitçe anlatmak gerekirse, “Kara Ayna”nın açığa vurduğu ırksal paradoksun cevaplarını bilmiyorum. Eğer baskı altına kalırsam sizlere tatmin edici bir açıklama sunabilirim, bundan eminim ve hatta Joseph Campbell’den ya da başka bir yazar “tanrısı”ndan alıntılar yaparak “gerçeklerime” arka çıkabilirim. Muhtemelen sizlere oldukça etkileyici gelecektir.
Ama her ne kadar parayla çalışan bir kurgu yazarı olsam da, sizlere yalan söylememeye çalışacağım.
KARA AYNA
Gündoğumu. Yeni bir günün can bulması. Yeryüzü dünyasının uyanışı, milyonlarca yüreğin umutlarıyla ve hayalleriyle dolu. Ve acı verici bir şekilde öğrendiğim üzere pek çok diğerinin çaresiz sıkıntılarıyla da dolu.
Kara elf mirasım olan o ışıksız Karanlıkaltı’nın hiçbir yerinde, doğu ufkunda santim santim yükselen güneşin güzelliğiyle aşık atacak bir şey yoktu. Ne gündüz, ne gece, ne de mevsimler.
Elbette ruh, sabit sıcaklık ve değişmeyen karanlık içinde bir şeyler yitiriyor. Karanlıkaltı’nın ebedi karanlığında hiç kimse, ufukta gümüş gibi parlayan ve ulaşılabilir gözüken sabah güneşinin boy göstermesiyle yükselen umutların nasıl bir şey olduğunu tecrübe edemez. Karanlığın sonsuz olduğu yerde, alacakaranlığın kasvetli ruh hali kısa sürede yok olur ve yeryüzü gecesinin kıpırdayan gizemleri, Karanlıkaltı’nın gerçek düşmanlarıyla ve tehlikeleriyle yer değiştirir.
Karanlıkaltı’nın mevsimi de ebedidir. Yeryüzünde kış mevsimi derin bir tefekkürü ve çoktan göçüp gitmişlere ait fani düşünceleri beraberinde getirir. Ama bu, yeryüzünde sadece bir mevsimdir ve bu melankoli çok derinlere yerleşmez. Hayvanların baharla birlikte can bulduğunu, ayıların uyandığını ve balıkların hızlı akıntılara karşı yüzüp yumurtlama bölgelerine ulaşmaya çalışmalarını izledim. Kuşların havada dans edişlerini, yeni doğan bir tayın ilk koşuşunu izledim…
Karanlıkaltı’nın hayvanları dans etmezdi.
Sanırım yüzey dünyasının döngüleri daha değişken. Burada, yüzeyde, hiç sabit bir ruh hali yok, ne karamsar ne de hayat dolu. Doğan güneşle birlikte yükselen duygular, ateşten kürenin batıda gözden yok olmasıyla aynı oranda düşebiliyor. Bu, daha iyi bir yol. Bırakalım korkular geceye sunulsun ve gündüzler güneşle, umutla dolsun. Bırakalım öfkeler kış karlarıyla dinsin ve baharın sıcaklığıyla unutulsun gitsin.
Değişmez Karanlıkaltı’nda öfke, intikam hissi tatmin edilene kadar kabarmaya devam ederdi.
Bu değişmezlik, kara elf soydaşlarımın hayatının merkezi olan dini inancı da etkiliyor. Doğduğum şehri rahibeler yönetiyor ve herkes acımasız Örümcek Kraliçe Lloth’un iradesi karşısında diz çöküyor. Ama drowların dini, çıkarcı bir kazanım yolundan, güç elde etmekten başka bir şey değil ve tüm seremonilerine ve ritüellerine rağmen, halkım aslında ruhani olarak ölü. Çünkü ruhaniyet bir duygu karmaşasıdır; drow elflerinin asla bilmeyeceği gece ve gündüzün tezatlığıdır. Çaresizliğe düşüş ve en yüksek zirveye tırmanıştır.
İniş ne kadar derinse, zirveler de o kadar yüksek gözükür.
* * *
Cüce dostum Bruenor Battlehammer’ın bir kez daha kral ilan edildiği Mithril Salonu’ndan ayrılmak için daha güzel bir gün seçemezdim. Cüce anayurdu, iki yüz yıl boyunca şeytani gri cücelerin, yani duergarların ve kudretli liderleri gölge ejderha Kasvetparıltısı’nın ellerindeydi. Şimdi ise Bruenor ejderhayı bizzat öldürmüştü ve gri cüceler sürülmüştü.
Kar, cüce kalesinin etrafındaki dağlara iyiden iyiye yerleşmişti ama şafak öncesi gökyüzünün derin mavisi berraktı ve gece, bu topraklar üstündeki hükmünden vazgeçerken son inatçı yıldızların da ateşi sönmeye yüz tutmuştu. Zamanlamam çok talihliydi çünkü yüzü doğuya dönük ve üstündeki karlar rüzgâr yüzünden süpürülmüş düz bir kayaya denk gelmiştim; tam da hiç kaçırmadığım günlük dua seansımdan hemen önce.
Faerun’un güneşi, ufkun parlayan hattının üstünde sarı bir çizgi halinde yükselmeden önce göğsümde vuku bulan sızıyı, yüreğimin yükselişini tarif edemem. Neredeyse yirmi yıldır yüzey dünyada yürüyor olsam da gündoğumlarından asla sıkılmayacaktım. Bana göre, Karanlıkaltı’nda geçirdiğim sıkıntılı zamanların antitezi gibiydi; ışıksız dünyadan ve halkımın şeytani yollarından kaçışımın bir sembolüydü. Güneş tamamıyla yükselip doğu gökyüzüne hızlıca tırmandığında bile, sıcaklığının abanoz rengi tenimi deldiğini ve dünyanın derinliklerinde hiç tecrübe etmediğim bir zindelik verdiğini hissediyordum.
İşte bu kış gününde, Dünyanın Omurgası Dağları’nın en güneyindeki dağ kolundaydım. Mithril Salonu’ndan çıkalı daha birkaç saat olmuştu, hedefim olan Gümüşay şehrine, dünya üzerindeki en büyüleyici şehirlerden birine daha yüz elli kilometre yolum vardı. Madenlerde yapılacak onca iş varken Bruenor’u ve diğerlerini bırakmak bana acı veriyordu. Aynı kış mevsiminin daha ilk günlerinde salonları ele geçirmiştik, duergar pisliklerinden ve iki yüz yıllık Battlehammer Klanı yokluğunda madenleri mesken tutmuş diğer canavarlardan temizlemiştik. Şimdiden cüce fırınlarının dumanları dağların üstünde yükseliyor, cüce çekiçleri değerli mithril madenini ararken çınlıyordu.
Bruenor’un işi daha yeni başlamıştı, özellikle de evlatlık insan kızı Catti-brie’nin, barbar insan Wulfgar’la nişanlanmasından sonra. Bruenor daha mutlu olamazdı ama tanıdığım pek çok kişi gibi cücenin mutluluğu da düğün hazırlıkları yapılırken ki yaşadığı öfke krizlerinin yanında sönük kalmıştı. Özellikle de kuzey topraklarının göreceği en harika düğünü yapmak gibi gerçekçi olmayan şiddetli arzusu yüzünden.
Bunu Bruenor’a belirtmedim. Ortada bir amaç görmüyordum, gerçi cücenin inanılmaz iş yükü de salonları terk etme arzumu ateşlemişti.
Ama Alustriel’den, Gümüşay’ın muhteşem Leydisinden gelen davetler kolay kolay reddedilemezdi, özellikle de türünden korkan insanların arasında kabul görmeye kararlı olan kaçak bir drow tarafından.
İlk gün ki yürüyüşüm yavaş tempodaydı. Surbrin Nehri’ni ve en büyük dağları arkamda bırakmak istiyordum. Nehir kenarındaki izlere denk geldiğimde vakit öğleden sonrayı biraz geçmişti. Karışık bir grup, belki yirmi kadar kişi, bu taraftan geçmişti ve fazla vakit olmamıştı. En büyük ayak izleri ogrelere aitti. Bölgede bu tarz yaratıkların varlığı alışılmamış olmadığı için dikkatimi küçük çizme izleri çekmişti. Boyutlarına ve şekillerine bakılırsa bu izlerin insanlar tarafından bırakıldığını düşünüyordum ve birkaç iz de bir insan çocuğa aitti. Daha da rahatsız edici olanı, bazı çizme izleri canavar izleriyle kapatılırken, canavar izleri de insan izleriyle karışmıştı. Hepsi aşağı yukarı aynı anda buradan geçmişti. Öyleyse kim esir almıştı ve kim esir alınmıştı?
İzleri takip etmek zor değildi. Yol boyunca parlak kırmızı lekeleri fark ettiğimde korkum daha da arttı. Ama taşıdığım ekipmanı düşününce biraz rahatladım. Catti-brie bana Taulmaril’i, Yürekavcısını Gümüşay’a olan yolculuğumda kullanmam için ödünç vermişti. Bu efsunlu yay ellerimdeyken, karşıma ne tür bir tehlike çıkarsa çıksın baş edebileceğimi biliyordum.
Dikkatlice adımladım, mümkün olduğunca gölgelerde kaldım ve orman yeşili pelerinimin kapüşonunu iyiden iyiye yüzüme çektim. Buna rağmen arayı kapattığımı biliyordum, nehir kenarından ayrılmayan grup en fazla bir saat önümdeydi. En güvenilir müttefikimi çağırma vaktim gelmişti.
Guenhwyvar’la aramdaki bağlantı olan panter heykelciğini kesemden çıkardım ve yere yerleştirdim. Kediyi yüksek sesle çağırmadım ama gerek de yoktu, çünkü Guenhwyvar’ın sesimi tanıyacağından emindim. Sonra o gizemli gri sisler geldi, bir an sonra sisler yerini siyah bir pantere, üç yüz kiloluk savaş makinesine bıraktı.
“Özgür bırakacak bazı esirlerimiz olabilir,” dedim kediye, yerdeki karışık izleri göstererek. Her zamanki gibi Guenhwyvar’ın anladığını belirten hırıltısı beni rahatlattı ve gece çökmeden düşmanı görebilme umuduyla yola çıktık.
İlk hareket, beklenmedik şekilde Surbrin Nehri’nin öte tarafından geldi. Bir kayanın arkasına eğildim, Taulmaril’i çekmiş ve hazırdım. Guenhwyvar’ın tepkisi de benzer bir şekilde savunmacıydı, panter nehre yakın bir taşın arkasına eğilmiş, arka bacakları yeri beklenti içinde dövüyordu. Guenhwyvar’ın on metrelik nehri kolayca atlayabileceğini biliyordum. Benim geçmemse o kadar kolay değildi ve kediye nehrin bu tarafından yeterince destek veremeyeceğimden korkuyordum.
Gruptan bazılarının savsakça yürümeye başlamasından, bizim de fark edildiğimizi anladım, bir an sonra bir ok başımın üstünden geçip gidince de bu düşüncem doğrulandı. Ben de benzer şekilde karşılık vermeyi düşündüm. Okçu, bir kayanın arkasında eğilmişti ama Taulmaril sayesinde muhtemelen o taş siperi delip geçecek bir ok gönderebileceğimi biliyordum.
Ama atışımı tuttum ve Guenhwyvar’a yerinde kalmasını söyledim. Eğer takip ettiğim grup buysa, neden ilk okun ardından başka ok gelmemişti? Neden aptal goblinsoyları o tipik savaş naralarını atmamıştı?
“Ben düşman değilim!” diye seslendim, sonuçta konumum bir sır değildi.
Gelen cevapla, yay kirişindeki tutuşumu gevşettim.
“Düşman değilsen kimsin?”
Bu cevap beni, sadece yüzeydeki bir kara elfin anlayabileceği bir ikileme soktu. Elbette, yağmacı bir canavar grubunu avlamak amacıyla yola çıkan bu insanlar için –muhtemelen çiftçiydiler- düşman değildim. Fark etmeden aynı amacı izliyorduk ama bu basit halk, kayanın arkasından bir drowun çıktığını görürse nasıl tepki verirdi?
“Adım Drizzt Do’Urden, bir kolcu ve Mithril Salonu kralı Bruenor Battlehammer’ın dostuyum!” diye seslendim. Kapüşonumu indirdim ve dışarı çıktım, bu tipik, gergin ilk buluşmanın bir an önce bitmesini istiyordum.
“Kokuşmuş bir drow!” diye çıkarımda bulundu adamlardan biri ama bir başkası, yaklaşık elli yaşlarında bir adam, ona ve diğerlerine atışlarını tutmalarını söyledi.
“Bir grup ork ve ogreyi avlıyoruz,” diye açıkladı yaşlı adam – sonradan adının Tharman olduğunu öğrenecektim.
“Öyleyse nehrin yanlış tarafındasınız,” diye cevap verdim. “İzler burada, nehir kıyısı boyunca devam ediyor. Sanıyorum izler, bu noktadan fazla uzak olmayan bir yola çıkıyor. Geçebilir misiniz?”
Tharman kısa bir süre adamlarıyla istişare etti –toplamda beş kişiydiler- sonra olduğum yerde beklemem için bana işaret verdi. Kısa bir süre önce nehrin bu tarafına, nehrin donmuş ve büyük kayalarla lekelenmiş bir kısmından geçmiştim ve çiftçilerin yanıma gelmesi sadece birkaç dakikalarını aldı. Yamalı giysiler giyiyorlardı ve çok kötü silahlanmışlardı. Basit bir gruptular ve bu taraftan geçen acımasız orklarla ve ogrelerle baş edemezlerdi. Tharman, grup içinde otuzdan fazla kış gören tek insandı. Çiftçilerden iki tanesi daha yirmisini görmemişti ve bunlardan bir tanesi, uzun zamandır yollarda olan bir insanın yüzünde görmeyi beklediğiniz sakala bile sahip değildi.
“Ilmater’ın gözyaşları!” diye bağırdı biri şaşkınlıkla. Bir kara elfin görüntüsü sinirlerini germeye yetmiyorsa bile, Guenhwyvar’ın varlığının gerdiği kesindi.
Adamın bağırarak ettiği küfür Guenhwyvar’ı kızdırdı. Panter, Izdırap Tanrısı’na yapılan yakarışı bir tür tehdit olarak algılamış olmalıydı, çünkü kulaklarını düzleştirmiş ve heybetli dişlerini çıkarmıştı.
Adam neredeyse bayılıyordu, yanındaki yoldaşı da çekinerek elini sadağına götürdü.
“Guenhwyvar bir dost,” diye açıkladım. “Ben de öyleyim.”
Tharman, yanındaki kaba saba bir adama baktı, yarı yaşındaydı ve bir savaş grubundan ziyade bir demircinin eline yakışacak bir çekiç taşıyordu. Genç adam, hızlı ve sert bir şekilde gergin okçunun elini tokatlayarak yayından uzaklaştırdı. Bu iri adamın ekibin lideri olduğunu şimdiden anlamıştım, muhtemelen en başta diğerlerini ormana zorla sokan da oydu.
İddialarım görünürde kabul görmüş olsa da gerginlik bir anda son bulmamıştı, hem de hiç. Tharman da dâhil olmak üzere hepsinden yayılan korkunun ve endişenin kokusunu alabiliyordum. Nispeten daha genç olan çiftçilerin silahlarını daha sıkı kavradıklarını fark ettim. Bana karşı bir hamle yapmazlardı, bunu biliyordum, mirasımın getirdiği vahşi namın faydalarından biri de buydu. Çok az kişi kara elflerle savaşmak isterdi. Ve ben egzotik bir drow olmasam bile, çiftçiler yanımda diz çöken kudretli panter varken bana saldırmazlardı. Üstünlüğün onlarda olmadığını biliyorlardı ve takiplerinde kendilerine yardımcı olacak bir müttefike ihtiyaçları olduğunu da biliyorlardı.
Beş adam, hepsi çiftçi, kötü bir şekilde silahlanmış ve zırhlanmış. Dokuz Cehennem adına, içinde ogrelerin de bulunduğu yirmi kişilik bir canavar güruhuna karşı ne yapmayı bekliyorlardı? Yine de cesaretlerini takdir etmeliydim ve onlara ahmak damgası da yapıştıramazdım. Yağmacıların esir aldığına inanıyordum. Eğer o talihsiz esirler bu adamların aileleriyse, hatta belki çocukları, öyleyse çaresizlikleri mazur görülebilir ve eylemleri takdir edilebilirdi.
Tharman öne çıktı, toprakla kirlenmiş elini uzattı. Kabul etmeliyim ki gergin de olsa samimi bir şekilde sunulan bu karşılama beni duygulandırmıştı. Kışkırtıcı sözler ve kınından çekilmiş silahlarla o kadar çok karşılanmıştım ki! “Seni daha önce duymuştum,” diye çıkarımda bulundu.
“Öyleyse avantaj sende,” diye cevapladım nazikçe, bileğinden kavrayarak.
Arkamdaki iri adam gözlerini öfkeyle kıstı. Nedense şaşırmıştım; sevecen cevabım görünüşe göre gururunu incitmişti. Acaba kendini ünlü bir savaşçı olarak mı görüyordu?
Tharman kendini tanıttı ve iri liderleri de aynısını yapmak için hemen öne atıldı. “Ben Rico,” diye ilan etti, cesur bir şekilde üstüme yürüyerek. “Pengallen köyünden Rico Pengallen, buranın yirmi beş kilometre kadar güney doğusunda.” Sesindeki bariz gurur, Tharman’ın ürkmesine ve canavarlarla karşılaştığımızda bu Rico’nun sorun çıkartabileceğine dair kafamda alarm çanlarının çalmasına sebep oldu.
Pengallen’i duymuştum, gerçi köyün varlığını sadece uzaktan gördüğüm akşam ışıklarıyla fark etmiştim. Bruenor’un haritalarına göre köy, birkaç çiftlik evinden oluşuyordu. Düzenli bir ordunun yakında varacağı umutlarım da buraya kadarmış.
“Geçen gece, gün batımından hemen sonra saldırıya uğradık,” diye devam etti Rico, yaşlı adamı kabaca kenara iterek. “Dediğimiz gibi, orklar ve ogreler. Birkaç esir aldılar…”
“Karımı ve oğlumu,” diye araya girdi Tharman, sesi endişe doluydu.
“Benim de kardeşimi,” dedi bir diğeri.
Bu vahim haberleri uzun bir süre değerlendirdim, bu çaresiz adamları bir şekilde teselli etmenin yolunu aradım. Umutlarını yükseltmek istemiyordum, özellikle de ogreler ve orklar sevdiklerini esir tutarken ve sayıca ağır bir şekilde ezilirken.
“Aramızdaki mesafe bir saatten daha az,” diye açıkladım. “Gün batmadan gruba yetişeceğimi umuyordum. Gerçi Guenhwyvar yanımdayken onları gece gündüz fark etmeksizin bulabilirim.
“Savaşa hazırız,” diye ilan etti Rico. Muhtemelen ifadem hoşuna gitmemiş olacak ki –tamamıyla kasıtsız bir küçümsemeydi- çekicini açık avucunun içine vurdu ve hırlayarak dişlerini gösterdi.
“Umalım da iş savaşa varmasın,” dedim. “Ogreler ve orklarla biraz tecrübem var. İkisi de nöbetçi dikmek konusunda usta sayılmaz.”
“İçeri öylece sızıp ailelerimizi kurtarmayı mı düşünüyorsun?
Rico’nun çok az gizlemeye çalıştığı öfkesi beni şaşırtmaya devam ediyordu ama sessiz bir açıklama için Tharman’a döndüğümde ellerini yıpranmış yolculuk pelerinin ceplerine soktu ve bakışlarını kaçırdı.
“Esirleri özgür bırakmak için ne yapmamız gerekiyorsa yapacağız,” dedim.
“Ve canavarların Pengallen’e dönmesine engel olacağız,” diye kabaca ekledi Rico.
“Onlarla sonra da ilgilenilebilir,” diye cevapladım, onu problemleri adım adım aşmaya ikna etmeye çalışarak. Bruenor’a haber uçurduğum an düzinelerce cüceyi bölgeyi araştırmaya gönderirdi, inatçı ve savaşa hazırlıklı savaşçılar bu tehdit ortadan kalkana kadar avlarına asla ara vermezlerdi.
Rico dört yoldaşına döndü, daha doğrusu benden uzak tarafa döndü. “Görünüşe göre lanet olası bir drow elfini takip ediyoruz,” dedi.
Alınmadım. Daha önce bu sert tehditlerden daha kötü muamele görmüşlüğüm vardı ve bu çaresiz grup –Rico hariç- ten rengim ne olursa olsun bir müttefik bulduklarına sevinmiş gibi görünüyordu.
Düşman kampının yerini tespit etmek çok zor olmadı. Alacakaranlık çökerken nehrin bu tarafında bulduk. Doğal olarak –ya da aptallık eseri- canavarlar kış gecesi soğuğunu uzak tutabilmek için kamp ateşi yakmışlardı. Ateş ışığı kampın düzenini de görmemi sağladı. Hiç çadır yoktu, sadece ateş ve oturma amacıyla kayaların üstüne yerleştirilmiş birkaç dağınık kütük vardı. Toprak oldukça düzdü, nehrin parlattığı taşlarla, birkaç bodur kayayla ve sağda solda birkaç ağaç ve çalılıkla kaplıydı. Domuz suratlı ork nöbetçileri kamp ateşinin kuzeyine ve güneyine yerleştirilmişti, kirli ellerinde kaba ama kötücül silahlar taşıyorlardı. Benzer nöbetçilerin nehirden uzak tarafa, batıya yerleştirildiğini tahmin ettim. Ağır yaralı gözükmeyen esirler, ateşin arkasına istiflenmişti, sırtları büyük bir taşa dayanmıştı. Dört kişiydiler üç değil; iki oğlan çocuğu ve çiftçinin karısının yanı sıra şaşırtıcı derecede iyi giyinimli bir goblin vardı. O an bu beklenmedik eklentinin varlığını sorgulamadım. İçeri girmenin ve çıkmanın bir yolunu düşünmekle meşguldüm.
“Nehir,” dedim fısıldayarak. “Guenhwyvar ve ben görünmeden nehrin karşısına geçebiliriz. Karşı taraftan kampı daha iyi izleyebiliriz.”
Rico da aşağı yukarı aynı şeyi düşünüyordu. “Sen nehrin diğer tarafından, doğudan gel, biz de onları bu cepheden vuracağız.”
Başımı sağa sola sallarken kaş çatışı iyice derinleşti. Bu Rico, esirleri hiç savaş başlatmadan oradan çıkarma niyetimi bir türlü anlayamıyor gibiydi.
“Guenhwyvar’la birlikte nehrin karşısından onlara ulaşacağım,” diye anlatmaya çalıştım. “Ama ateş küçülmeden olmaz.”
“Işık daha parlakken onlara saldırmalıyız,” diye karşı çıktı Rico. “Senin gibi değiliz drow.” Son kelimeyi tükürürcesine söylemişti. “Karanlıkta göremeyiz.”
“Ama ben görebilirim,” diye sertçe cevap verdim, çünkü Rico giderek daha çok canımı sıkmaya başlıyordu. “İçeri girebilir, esirleri serbest bırakabilir ve umuyorum ki diğerlerine fark ettirmeden nöbetçileri indirebilirim. İşler yolunda giderse, canavarlar esirlerin kaçtığını fark etmeden buradan çok uzaklaşmış oluruz.”
Tharman ve diğer üç adam bu basit planıma katılırcasına başlarını salladılar ama Rico inatçı kalmaya devam etti.
“Peki işler yolunda gitmezse?”
“Guenhwyvar ve ben, siz ve özgür kalmış aileleriniz buradan uzaklaşana kadar canavarları oyalayabiliriz. Canavarların sizi takip edeceğini bile sanmıyorum, özellikle de esirlerinin kara elfler tarafından çalındığını düşünürlerse.”
Tharman ve diğerlerinin tekrar hevesli bir şekilde başlarını salladıklarını gördüm. Rico yeni bir sav ortaya atmaya çalıştığında yaşlı adam bir elini güçlü omzuna koydu. Rico omzunu silkip eli uzaklaştırdı ama daha fazla konuşmadı. Sessiz kalması beni fazla rahatlatmadı, özellikle de nefretin derince yerleştiği o sakallı yüzüne baktığımda.
Yarı donmuş nehri geçmek oldukça kolaydı. Guenhwyvar basitçe, tek hamlede karşıya sıçradı. Ben de buzların arasından kendime dikkatli bir yol seçerek takip ettim. Böyle kırılgan bir köprüye bel bağlamak istemiyordum, bu yüzden karşı kıyıya geçerken sadece sağlam gözüken taşların üstünden bir yol izledim.
Düşman kampına farklı bir açıdan bakma fırsatı bulduğumda bazı potansiyel sorunlar gördüm, daha doğrusu devasa ogreleri gördüm, boyumun iki katıydılar. Ateş ışığının altında tenleri solgun bir şekilde parlıyordu, gözle görülür siğilleri karanlıktı ve uzun, keçe gibi olmuş saçları mavimsi siyah bir renkteydi. En az iki tane vardı, esirlerin kuzeyindeki kaya yığınının arasına çömelmişlerdi. Esirlerin yüzü nehre, yani bana dönüktü ve sırtları da büyük bir taşa yaslanmıştı ve şimdi başka bir nöbetçi ork görüyordum, aynı taşın kuzey yüzüne sırtını dayayarak oturuyordu. Kınından çekilmiş bir kılıcı dizlerine yerleştirmişti. Orkların vahşi taktiklerini pek çok kez görmüş biri olarak, bu nöbetçinin, olası bir sorun durumunda esirleri katletmek üzere emir aldığını anlamıştım. En büyük tehlikeyi bu orkun teşkil ettiğine karar verdim. Bu akşam keseceğim ilk boğaz onunki olacaktı.
Artık yapmamız gereken tek şey sessizce ateşin küçülmesini ve kampın sıkıntıdan uyumasını beklemekti.
Yarım saat geçmemişti ki nehrin karşı tarafından öfkeli fısıltılar çalındı kulağıma –ama düşman kampından gelmiyordu. Duyduklarıma inanamadım; Rico ve diğerleri tartışıyordu! Neyse ki adamların saklanma yerine en yakın konumda bulunan iki ork hemen bir tepki vermedi. Benim kadar keskin olmayan kulaklarının bu alçak sesi algılamadığını umabilirdim ancak…
Birkaç saniye daha geçti ve neyse ki sesler tekrar kesildi. Rahatlayamadım. İçgüdülerim sert bir şeyin vuku bulacağı konusunda beni uyardı ve Guenhwyvar’ın alçak sesli hırlaması da bu hissi doğruladı.
O kritik anda, Rico’nun bu derecede aptal olabileceğine inanmak istemedim ama içgüdülerim ve savaşçı hislerim, zihnimin inanmayı reddettiği şeye baskın çıktı. Taulmaril’i omzumdan indirdim, bir ok taktım ve beni suyun karşısına geçirecek aynı yolu aradım.
Güneyde nöbet tutan iki ork gergin bir şekilde kıpırdanmaya ve gırtlaksı dilleriyle konuşmaya başladılar. Onları yakından izledim ama dikkatimi esirlere en yakın duran orka verdim. Ogreleri de izledim, en tehlikeli düşmanlar onlardı. 400 kilo ve üç metre boyundaki bir ogreyi palalarımla o kadar kolay ve hızlı indiremeyebilirdim ama Taulmaril’le iyi nişan alınmış bir ok atarsam bir tanesini indirebilirdim. Yine de tüm planım, ogrelerin haberi olmadan esirleri oradan kaçırmaya dayanıyordu. O iri hayvanlarla vereceğim bir savaş, benim ya da esirlerin sahip olmadığı bir zaman kaybına sebep olabilirdi.
Sonra planım, gözlerimin önünde çözüldü.
Ork nöbetçilerden birisi bağırdı. Yanındaki ork, çiftçileri gizleyen çalılıklara bir ok gönderdi. Tahmin edileceği üzere çaresiz esirlerin yanı başındaki kılıç kullanan ork da ayaklanmıştı. Kayaların arasındaki ogreler kıpırdanmaya başlamıştı ama endişeli olmaktan ziyade sadece meraklı gözüküyorlardı. Durumun hâlâ toparlanabileceğine dair umutlar besliyordum ki Rico’nun hücum çığlığını duydum.
Savaş sırasında bir savaşçının bilinçli düşüncelerini terk edip, içgüdülerinin hareketlerini yönlendirmesine izin vermesi gereken bir an vardır. O içgüdülere tamamıyla güvenmeli ve değerli vaktini onları sorgulayarak harcamamalıdır. Kılıç taşıyan orkun en yakındaki esiri, Tharman’ın karısını öldürmesini engellemek için sadece tek bir atış şansım vardı. Yaratık kılıcını havaya kaldırdığında kirişi saldım. Ok, Surbrin nehrini geçerken güçlü efsunu arkasında gümüş bir iz bırakıyordu.
Sanırım onu gözünden vurdum ama ok her neresine isabet ettiyse orkun kafası tam anlamıyla patladı. Yaratık karanlığın içine gömüldü ve ben de dikkatimi karşı kıyıdan uzaklaştırmayacak adımlar atarak nehri geçmeye başladım.
Çiftçilere en yakın duran orklar yaylarını tekrar ateşlediler, sonra yakın dövüş silahlarını çektiler. Ve bakmaya zahmet etmemiş olsam da, hücuma Rico’nun önderlik ettiğini biliyordum. Kuzeydeki üç ork bağırdı ve nehre doğru bakarak az önce yoldaşlarını neyin öldürdüğünü anlamaya çalıştı. İçimdeki boşlukla, dikkatlice ve yavaşça yolumu bulmaya çalışırken ne kadar da savunmasız hissediyordum! Bu korkularım haklı çıktı, çünkü orklar beni anında fark etti. Yaylarını kaldırdılar.
Belki de orklar beni net göremiyorlardı ya da nişancılıkları benimki kadar iyi değildi. Sebebi ne olursa olsun, aceleyle ateşledikleri ilk atışları beni açık ara ıskaladı. Heyecanlı hücumumu yarıda kesip iki ok da ben gönderdim; bir tanesi hedefini buldu ve kudretli büyüsü üç orktan bir tanesini yere yıktı. Bir okun kulağımın birkaç santim yanından geçtiğini duydum. Bir sonraki oku muhtemelen aniden önüme atlayan Guenhwyvar yemişti, çünkü oku ne duymuştum ne de –tanrılara şükür ki- hissetmiştim.
Guenhwyvar önümdeki kıyıya indi ve momentumunun yönünü tamamıyla değiştirdi, biçimli kasları sonuna kadar kasıldı ve serbest bıraktı. Guenhwyvar’ın buna benzer manevralar sergilediğini yüz kez izlemiştim ama her zamanki gibi yine nefesimi kesti. Kedi doğrudan batıya uçtu ama pençeleri yere dokunur dokunmaz bir kez daha sıçradı ve kuzeye doğru inanılmaz bir şekilde yön değiştirip, okçular sadaklarından başka ok çekemeden tepelerine çöktü.
Rico ve diğerleri güneydeki orklarla buluştuğunda çıkan savaş seslerini duyunca rahatladım. Arı kovanını dürtmüşlerdi. En azından işleri düzeltmek için üstlerine düşeni yapabilirlerdi.
Ogrelerin ayağa kalktığını gördüm, iki değil dört taneydiler ve bir ok daha gönderdim. En öndeki ogrenin kirli post zırhını delip sapına kadar göğsüne saplandı. Pis kokulu yaratığın birkaç adım daha atmasını hem şaşkınlık hem de korku içinde izledim. Sonra dizlerinin üstüne düştü, sersemlemişti ama ölmemişti. Yere yığılırken etrafına merak içinde baktı, hücumunu neyin kestiğini fark etmemiş gibiydi.
Kıyıya ulaşmadan önce bir atışlık daha vaktim vardı ve çaresizce bir ogreyi daha öldürmek istiyordum. Ama esirlerin arkasında başka bir ork belirdi ve kaba kılıcını çocukların başının üstünde kaldırdığında şeytani niyeti bariz ortadaydı.
Ork yan döndü. Onu, bana yakın omzundan vurdum ve ok diğer omzuna kadar patlayarak geçti. Ork yere düştüğünde hâlâ hayattaydı, iki kolunu da kullanamaz halde yerde çırpınıyordu.
Şu an bana garip gelse de, o gün en sonunda karşı kıyaya ulaşıp, yayımı yere bırakıp palalarımı çektiğimde, Taulmaril’i kaybedebileceğim düşüncesi beni gerçekten endişelendirmişti. Hatta kıymetli silahı olmadan Mithril Salonu’na döndüğümde Catti-brie’nin yüzünün alacağı ifadeyi bile hayal etmiştim. Ama bu görüntüler geçiciydi, savaş tekrar başlayana kadar gerekli olan bir dikkat dağınıklığıydı.
Sağ elimdeki kılıcım Parıltı, öfkeli, mavi bir renkle parlıyordu, içimde yanan ateşi uygun bir şekilde yansıtıyordu. Diğer palam da kış ayazına hürmetini gösterircesine mavimsi bir beyaz renkte parlıyordu, çünkü kılıç yalnızca hava çok soğuk olduğunda ışıldardı.
Kalan üç ogre dağınık bir şekilde üstüme geldi. Bu güçlü ama aptal yaratıklarla her savaştığımda, doğal kaotik düzenlerini yenip organize bir şekilde hareket edebilirlerse ne kadar yenilmez olabileceklerini tekrar fark ediyordum.
Hücumları hatalıydı, çünkü en öndeki ogre, yoldaşlarını geride bırakmıştı. Canavarın beklediğinden daha hızlı hareket edip alçaktan hücuma kalktım. Parıltı diz kapaklarından birine sertçe vurdu ve diğer kılıcım da ben yaratığın devasa bacaklarının arasından geçip ileri doğru takla atmadan önce zıt yöndeki kalçasını yardı. Ogre aniden durmaya çalıştı –çok ani- ve parlak nehir taşlarının üstüne düşerek durabildi.
Tam arkasında ayağa kalktığımda ogre oturur pozisyondaydı. Bir ogrenin kafasına bu kadar rahat vurabilme şansı kişinin eline kolay kolay geçmezdi ve ben de fırsatı değerlendirip Parıltı’yı yaratığın kafatasına sertçe indirdim ve bir kulağını tam ortadan ikiye kestim.
Darbe devi öldürmedi ama sersemletti. Ogre kendini toparlayamadan havaya sıçradım, omuzlarından birini tutup bir sonraki devin suratına doğru kendimi ittim. Hamlem bu ikinci devi tamamıyla hazırlıksız yakaladı. Göz korkutan devasa sopası alçak bir savunma yapmak için yere yakındı. Ağır silahını beni bloklamak için yeterince hızlı kaldıramazdı.
Parıltı, yaratığın kalın boynunu keserken diğer kılıcım da yanağına saplandı, yıldız ışığında parlayan siyah dişlerini gösterecek şekilde etini kopardı. İki yarası da ölümcül değildi ve yaratık boştaki eliyle beni arkamdan yakalayıp devasa göğsüne yapıştırdığında da başımın ciddi bir belada olmasından korktum. Neyse ki sağ kolum açılı bir şekilde bükülmüştü, bu sayede Parıltı’yı geri çekip ucu önüme gelecek şekilde uzatabildim. Tüm gücümle ileri doğru ittim; hem kendimin hem de çaresiz esirlerin iyiliği için hızlı bir ölüme ihtiyacım vardı.
Büyülü kılıç, ogrenin etini yarıp geçti ve küçük bir ağacın gövdesi büyüklüğündeki kaburgalarının arasından sıyrılıp daha derine indi. Ogrenin kalbini bulduğunda Parıltı’nın damar gibi attığını hissetmiştim, bu şiddetli titreşim neredeyse kılıcın kabzasını bırakmama sebep oluyordu.
Hızlı bir ölüme ihtiyacım vardı ve elde etmiştim. Ogre tek bir nefes çekti ve birlikte yere yuvarlandık. Anında yerden kalkıp uzaklaşmıştım, çünkü son ogrenin bana vurmak için savurduğu devasa sopasını ölmekte olan ogre karşılamıştı.
Ama yine de savaş kazanılmaktan çok uzaktı. Son kalan ogre eğildi ve savaşa hazır bir şekilde bekledi. Daha da kötüsü okla vurduğum ve kulağını kestiğim iki dev ölmemişti. İnatçı bir şekilde ayağa kalkmaya ve savaşa dahil olmaya çalışıyorlardı.
Guenhwyvar tekrar önüme atlayıp son düşmanımla arama girdiğinde biraz rahatladım. Kedinin yaralı ogrelerden birinin işini bitireceğini düşünmüştüm ama Guenhwyvar debelenen yaratıkları geçip, bir araya toplanmış ve dehşete düşmüş esirlerin üstünden atladı. Yay kirişlerinin sesini duyduğumda sebebini anladım; batıdaki ork nöbetçileri gelmişti. Sonra yer sarsan bir kükreme geldi ve akabinde beklenildiği üzere dehşet dolu çığlıklar…
Kudretli Guenhwyvar’ı yavaşlatmak için birkaç ork okundan fazlası gerekirdi.
Yan tarafa baktığımda goblin esirin ayağa kalktığını ve gecenin karanlığına doğru koştuğunu fark ettim. Yaratığa pek dikkat etmedim, o goblinin hayatımı ne kadar derinden etkileyeceğinden bir haberdim.
Yara almamış ogre beni tekrar savaşın içine çektiğinde korkak goblinlere ait tüm düşüncelerim bir anda kayboldu. İlk darbesini savurdu, aslında üç darbesinden ilkiydi. Savunmada kaldım ve dikkatlice açık vermesini bekledim. Beklediğim üzere ogrenin öfkesi her kaçırdığı darbeyle daha da arttı. Saldırıları giderek daha da vahşileşti ve verdiği açıkları daha zor kapatmaya başladı. Deve dört kez vurdum, çok ciddi olmasa da postunda acı verecek kesikler açtım; sonra kulağını kestiğim ogrenin ayağa kalktığını gördüm.
Rakibim silahını tekrar ve tekrar savurdu, beni sürekli hareket halinde kalmaya zorladı. Hızlı ve öfkeli bir dizi darbe indirmek için ileri atıldım, yaratığı devasa topuklarının üstünde geri çekilmeye zorladım. Sonra döndüm ve kan revan içindeki ogreye hücum ettim. Dev, büyük sopasını acınası bir şekilde kaldırdı, silahını kaldıracak gücü bile zar zor toparlamıştı. Savuruşu yavaş ve beceriksizdi, geri çekilerek tehlikeyi kolayca atlattım. Sopa önümden geçip tekrar yükselirken onu takip ettim ve iki palamı vahşice savurdum. Ogrenin suratında kaç tane kandan iz bıraktım bilmiyorum. O kısa anda yaratığın yüz hatları kanlı bir karmaşa içinde kaybolmuştu.
Dev ceset yere yığılırken kampı taradım ve cesaretlendim, çünkü göğsüne ok saplanan ogre savaşı bırakmıştı, hatta her şeyi bırakmıştı. Yüzüstü yerde yatıyordu, o kadar hareketsizdi ki öldüğünü anlamıştım.
Geriye sadece arkamdaki hafif yaralı ogre kalmıştı. Adil bir savaşta herhangi bir ogreyi yenebileceğimi, konsantrasyonumu hiç bozmazsam bana vurmaya bile yaklaşamayacaklarını biliyordum. Böyle şeytani yaratıklarla savaşmaya daima hevesli biri olarak arkamı döndüğümde ogrenin gecenin içine doğru kaçtığını görünce bir anlığına üzüldüğümü kabul etmeliyim.
Esirleri hatırlayınca üzüntüm de geçti. Neyse ki güneydeki orklar beş çiftçi tarafından alt edilmişti ve adamlardan en genç olanı hariç hiçbiri yaralanmamıştı. Rico’nun suratında kendini beğenmiş bir ifade vardı, kibirli adamın suratını dağıtarak silmeyi çok istediğim bir ifade.
Kısa süre sonra Guenhwyvar yavaş adımlarla kampa geri döndü, batı tarafı temizlenmişti. Ork oklarının açtığı birkaç yara dışında ciddi bir şey yoktu. Böylece savaş bitti, üç ogre ve sekiz ork ölmüştü, diğer ogre ve yarım düzine ork gecenin içine kaçıyordu. Mutlak bir zaferdi, tek bir yoldaşım bile katledilmemişti.
Yine de bu savaşın hiç vuku bulmaması gerektiğini düşünmeden edemiyordum. Tharman ve ailesinin buluşmasını ve başka bir çiftçinin de kayıp küçük kardeşiyle buluşmasını izlerken, Rico’yu azarlamakla ilgili düşüncelerim yok oldu gitti.
“Nojheim nerede?” diye sordu Rico. Katı ses tonu beni şaşırttı. Bir akrabasını, çocuğunu ya da kardeşini kaybettiyse, kederli olmasını beklerdim. Ama adamın sorusunun arkasında hiç keder yoktu, sanki hakarete uğramış gibi çaresiz bir öfke vardı.
Çiftçiler kafaları karışmış bir şekilde birbirlerine baktılar ve sonunda tüm bakışlar bana döndü.
“Nojheim kim?” diye sordum.
“Bir goblin,” diye açıkladı Tharman.
“Esirlerin arasında bir goblin vardı,” dedim onlara. “Savaş sırasında sıvıştı, kuzeybatıya kaçtı.”
“Öyleyse devam ediyoruz,” dedi Rico, hiç tereddüt etmeden ve serbest kalmış esirlere hiç dikkat etmeden. Talebini çok absürt buldum; tek bir goblin, bir kadının ve küçük çocukların çektiği bunca acıya ve zorluğa değer miydi?
“Gece uzuyor,” dedim ona, ses tonum anlayışlı olmaktan çok uzaktı. “Ateşi tekrar yakın ve yaralarınızla ilgilenin. Ben kayıp goblinin peşinden gideceğim.”
“Onu geri istiyorum!” diye hırladı Rico. Benim afallamış ve öfkeyle derinleşen yüz ifademi anlamış olacak ki bir anda sakinleşti ve açıklamaya çalıştı.
“Nojheim, birkaç hafta önce Pengallen’e saldıran bir grup gobline liderlik yapıyordu,” dedi ve diğerlerine baktı. “Goblin bir lider ve muhtemelen müttefikleriyle dönecek. Yeni yağmacılar geldiğinde onu mahkeme için esir tutuyorduk.”
Rico’nun iddialarını kabul etmemem için ortada bir sebep yoktu. Tabii bu vahşi bölgenin canavarları tarafından sıkça rahatsız edilen bu küçük köyün çiftçilerinin, tek bir goblini yargılamak için onu esir tutma zahmetine girmeleri bana garip gelmişti. Diğer çiftçilerin tereddütlü yüz ifadeleri –yoksa korku dolu muydu?- özellikle de Tharman’ın ki duraklamama sebep oldu; ama bu belirgin tereddütlerini, Nojheim’in büyük bir birlikle geri dönüp savunmasız köylerini yok etmesi ihtimalinden kaynaklanan korkuya verdim.
“Gümüşay’a gitmek için acelem yok,” diye onları temin ettim. “Nojheim’ı yakalayacak ve onu yarın sabah Pengallen’e getireceğim.” Gitmeye yeltendim ama Rico omzumdan yakalayıp onunla yüzleşmem için beni döndürdü.
“Canlı,” diye hırladı. Ses tonu hoşuma gitmemişti. Goblinlere karşı adaleti sert bir şekilde yerine getirmekte hiçbir zaman tereddüt etmemiştim ama Rico’nun acımasız ses tonunda intikam açlığı vardı. Yine de irikıyım çiftçiden ya da Pengallen’in kabul görmüş adalet yasalarından tereddüt etmem için hiçbir sebep yoktu. Guenhwyvar ve ben kısa süra sonra yola çıkmıştık, kuzeybatıya doğru ilerleyip kaçak Nojheim’ın izini kolayca bulmuştuk.
Kovalamaca beklediğimden uzun sürdü. Başıboş dolaşan birkaç orkun ayak izi, Nojheim’ın izlerine karışmıştı ve bu orkların inlerine dönüp destek getirmesine mani olmanın daha önemli olduğuna karar verdim. Kısa süre sonra onları bulduk, sadece üç kişiydiler. Yürekavcısı’nı, o muhteşem yayı kullanarak, üç hızlı atışla canavarların işini uzaktan bitirdim.
Sonra Guenhwyvar’la adımlarımızı geri takip edip Nojheim’ın izine katıldık ve bir kez daha karanlığın içine daldık. Nojheim’ın zeki bir hasım olduğu ortaya çıktı ki bu da Rico’nun, o sefil ırkın içinde bir lider olduğu iddiasını doğruluyordu. Goblin, adımlarını sürekli geri takip ediyor ve birkaç ağacın genişçe uzanan dallarına tırmanıp, en son iz bıraktığı yerin çok uzağında tekrar yere iniyor ve farklı bir yöne gidiyordu. Sonunda nehre ulaşmıştı, bu takibi bitirebilecek tek engel.
Goblin güvenliğe ulaşmadan önce aradaki mesafeyi kapatabilmek için kolcu olarak aldığım tüm eğitimi ve Guenhwyvar’ın hassas kedi hislerinin tamamını kullanmamız gerekti. Tüm içtenliğimle kabul ediyorum ki eğer Nojheim acımasız yağmacıların elinde işkence gördüğü için yorgun olmasaydı, bizi tamamıyla atlatabilirdi.
Sonunda nehir kıyısına vardığımızda, doğuştan gelen yeteneğimi kullanarak –tüm Karanlıkaltı ırklarının ortak özelliğiydi- nesneleri yansıttıkları ışıkla değil, yaydıkları ısıyla görmeye başladım. Kısa süre sonra kayalardan oluşan bir köprüde dikkatlice adım atmakta olan bir şeklin sıcak parıltısını fark ettim. Şekilleri belirsiz ve detayları sadece ısı kalıntıları olarak gösteren kızılötesi görüşün bariz sınırlamalarına güvenmediğim için Taulmaril’i kaldırdım ve arkasında iz bırakan bir ok gönderdim. Bir kayayı sıyırıp goblinin birkaç adım önündeki suya çarptı ve goblinin tek ayağının kayıp, kalçasına kadar buz gibi soğuk suya gömülmesine sebep oldu. Gümüş okun yarattığı yıldırımvari ışık patlaması goblinin kimliği konusunda şüphe bırakmadı. Taşların oluşturduğu köprüye doğru koştum.
Guenhwyvar yanımdan uçarak geçti. Panterin ilerideki karanlıkta hırladığını ve goblinin korku çığlığı attığını duyduğumda köprünün daha yarısına gelmiştim ve cesaret edebildiğimce hızlı koşuyordum. “Bekle Guenhwyvar!” diye seslendim, panterin yaratığı parçalamasını istemiyordum.
Onlara ulaştığımda cılız, sarı tenli Nojheim yerdeydi, dev pençeler tarafından yere mıhlanmıştı. Guenhwyvar’ın geri çekilmesini emrettim ve panter daha geri çekilirken bile Nojheim yerde yuvarlanıp uzun sıska kollarıyla çizmemi kavradı, elleri hâlâ deri bağlardan izler taşıyordu.
Ona neredeyse palamın kabzasıyla vuruyordum ki ben tepki veremeden Nojheim sızlanarak çizmelerimin her yerini öpmeye başladı.
“Lütfen, iyi efendim,” diye sızlandı, goblinlerin o tipik, rahatsız edici ince sesiyle. “Lütfen, yapmayın! Nojheim kaçmıyor. Nojheim korktu, büyük sopalı, çirkin ve iri ogrelerden korktu. Nojheim korktu.”
Aklımı başıma toplayabilmem için birkaç saniye geçti. Sonra goblini ayağa kaldırdım ve sessiz olmasını emrettim. Orada durup Nojheim’ın çirkin, düz suratına, bombeli alnına, parlayan sarı gözlerine ve ezilmiş burnuna bakarken, silahlarımı geride tutabilmek için tüm kontrolümü kullanmam gerekti. Ben bir kolcuydum, Faerun’un pek çok kötü ırkına karşı iyi ırkların savunucusuydum ve o kötü ırkların içinde en nefret edilen düşmanımı goblinler olarak addediyordum.
“Lütfen,” diye tekrarladı acınası bir şekilde.
Silahlarımı kınına soktum ve Nojheim’ın geniş ağzı gergin bir gülümsemeyle açılarak pek çok küçük keskin dişini gösterdi.
Şimdiden şafak söküyordu ve hemen Pengallen’e yollanmak istiyordum ama Nojheim nehre düştüğü için yarı donmuş vaziyetteydi. Çarpık duruşundan görebildiğim üzere goblinin suya düşen bacağında ya çok az his vardı ya da hiç yoktu.
Söylediğim gibi, goblinlere karşı sevgi beslemiyordum ve normalde onlara merhamet göstermezdim. Nojheim benim topluluğuma bir istila düzenliyor olsaydı, daha bacağını nehirden çıkartamadan ikinci okumu da gönderir ve tüm bu işi bitirirdim. Ama şu an çiftçilere verdiğim söz beni bağlıyordu, bu yüzden bir ateş yaktım ve goblinin uyuşmuş bacağını ısıtmasına müsaade ettim.
Onu ilk yakaladığım zaman Nojheim’ın sergilemiş olduğu eylemler beni rahatsız etmeye ve zihnimde ikilemler yaratmaya devam etti. Ertesi sabah, Guenhwyvar’ı Astral Düzlem’e dinlenmeye geri gönderdiğimde, onu sorguladım. Goblin hiçbir şey söylemedi. Teslim olmuş bir ifade takındı ve ne zaman ona hitap etsem benden uzağa baktı. Öyle olsun, dedim kendi kendime. Beni ilgilendirmiyordu.
O gün öğleden sonra Pengallen’e vardık; ağaçlardan temizlenmiş bir alanın ortasına dizilmiş bir düzine kadar tek katlı ahşap evden ve köyü çevreleyen alçak duvardan oluşuyordu. Diğerleri birkaç saat erken gelmişti ve belli ki Rico, duvarda bekleyen iki kapı nöbetçisini gelişim konusunda uyarmıştı. Hemen girmeme izin vermediler ama tamamıyla soğuk da değillerdi, ben de bekledim. Rico kısa süre sonra yanımıza geldi. Görünüşe göre ben varır varmaz kendisini çağırmalarını söylemişti.
İri adamın yüz ifadesi önceki geceden çok farklıydı. Kare çenesi artık öfkeyle gerilmiyordu, olayların gidişatından mutlu olduğu belliydi. Hatta beni ve esirimi incelerken geniş mavi gözlerinin içi gülüyor gibiydi, al suratındaki tüm çizgiler iyice gevşemişti.
“Yardımını sunarak cömertlik gösterdin,” dedi bana, bazı köylülerin köpeklerini tasmalamak için kullanacağı türden bir halatı Nojheim’ın boynundan geçirirken. “Gümüşay’da işin olduğunu biliyorum, o yüzden Pengallen’de her şeyin tekrar yoluna girdiği konusunda seni temin etmeme müsaade et.”
Özetle oradan kovulduğuma dair bir his vardı içimde.
“Lütfen hanımızda bir şeyler ye,” diye hemen ekledi Rico, beni az önce ağzına kadar açılmış kapıdan geçirirken. Kafa karışıklığım bu kadar mı belliydi? “Bir yemek ve bir içki,” diye ekledi neşe içinde. “Hancı Aganis’e benim ödeyeceğimi söyleyin.”
Niyetim, esiri teslim edip hemen yola çıkmaktı, Gümüşay yolculuğuma erkenden başlamak istiyordum. Rauvin Nehri’ndeki o muhteşem şehri görmek, şehri yöneten Leydinin desteğiyle o büyüleyici şehrin kıvrılan caddelerinde serbestçe yürümek, pek çok müze ve eşi benzeri görülmemiş kütüphaneyi ziyaret etmek istiyordum. Ama içgüdülerim bana o yemek için kalmamı söylüyordu. Bu senaryoda doğru olmayan bir şeyler vardı.
Fıçı göğüslü, kalın sakallı ve sürekli gülümseyen bir adam olan Aganis, bir kara elfin mülküne girdiğini gördüğüne gerçekten şaşırmıştı. Bina, köyün arka duvarının ortasına inşa edilen, köy evlerinden daha büyük, iki katlı bir yapıydı. Mekân hem han, hem ticaret merkezi hem de çeşitli köy hizmetleri için kullanılıyordu. İlk tepkisini atlattıktan sonra –ki tepkisini tanımlamak için en uygun sözcük “dehşete kapılmak” olurdu- beni memnun edebilmek için telaşa kapıldı; en azından barın diğer ucunda oturan bir çiftçinin önüne koyduğundan daha büyük porsiyonlar vermesinden öyle anlaşılıyordu.
Cevabı bariz olan sorunun yorumsuz kalmasına izin verdim. Uzun bir gece olmuştu ve acıkmıştım.
“Demek sen Drizzit Do’Urden’sin,” dedi barın sonundaki çiftçi. Seyrelmekte olan gri saçlara ve güneşin altında geçirdiği sayısız günler yüzünden buruşmuş bir surata sahip yaşlı bir adamdı.
Aganis, soruyu duyunca sarardı. Soruya alınıp iş yerini darmaduman edeceğimi mi düşünüyordu?
“Drizzt,” diye düzelttim, adama bakarak.
“Jak Timberline,” dedi adam. Elini uzattı, sonra geri çekti ve tekrar uzatmadan önce üstüne sildi. “Seni duymuşluğum var Drizzt.” İsmimi telaffuz ederken ekstra özen gösterdi ve kabul etmeliyim ki gururum okşanmıştı. “Bir kolcu olduğunu söylüyorlar.”
Uzattığı eli sıkıca kavradım ve şu an eminim ki o anki gülümsemem oldukça genişti.
“Bak sana şu an ne diyeceğim Drizzt…” ismimi yine özenle telaffuz etmişti “…kimsenin ten rengi umurumda değildir. Hem seni ve hem de dostlarınla birlikte Mithril Salonu’nda yaptığınız güzel şeyleri duydum.”
İltifatı biraz küçümseyiciydi ve zavallı Aganis tekrar sapsarı kesildi. Ama alınmadım ve Jak’ın patavatsızlığını tecrübesizlik olarak kabul ettim. Karşılaması oldukça ince düşünceliydi ve yüzey dünyaya geldiğimden beri karşılaştıklarımın çoğundan daha iyiydi; o karşılaşmaların çoğu kınından çekilmiş bir silahın ucunda sonlanıyordu.
“Cücelerin salonlara tekrar yerleşmesi iyi bir şey,” diye ona katıldım.
“Ve Rico’nun grubuna denk gelmen de iyi bir şey,” diye ekledi Jak.
“Tharman bu sabah çok mutlu bir ruh halindeydi,” diye ekledi gergin hancı.
Bana normal geldi ve çeşitli yüzey ırklarıyla olan münasebetlerimde “normal”e oldukça alıştığımı anlayabiliyorsunuzdur.
“Kölesini Rico’ya geri verdin mi?” diye sordu Jak birden.
Son lokmam boğazımdan geçmeyi reddetti.
“Nojheim,” diye açıkladı Jak. “Goblin olan.”
Doğduğum şehir olan Menzoberranzan’da köleliğe tüm şiddetiyle şahit olmuştum. Kara elfler pek çok farklı ırktan köle bulundururdu, kullanılmaz hale gelene kadar onları çalıştırırlardı; sonra onlara işkence eder, katleder ve ruhlarını bozdukları gibi bedenlerini de bozarlardı. Köleliği daima eylemlerin en iğrenci olarak görürdüm; her ne kadar sözde bağışlanamaz ırklar olan orklara ve goblinlere karşı uygulansa bile.
Cevap olarak Jak’ı başımla onayladım ama ani surat asışım adamı duraksatmıştı. Aganis gergin bir şekilde aynı tabağı defalarca temizledi, tüm bu süreç boyunca bana bakıyordu ve arada sırada havlusunu kaldırıp terlemiş alnını siliyordu.
Daha fazla sohbet etmeden yemeğimi bitirdim, tabii masum bir şekilde hangi çiftlik evinin Rico’ya ait olduğunu öğrendikten sonra. Bu ikisinden cevap almak istemiyordum. Ne yaptığımı kendim gidip görmek istiyordum.
Gün batımında Rico’nun çitlerle çevrili avlusundaydım. Çiftlik evi, kalaslardan ve kütüklerden yapılma basit bir binaydı, çatlaklar, rüzgârı uzak tutmak için kurumuş çamurla kaplanmıştı ve çatısı, kış karlarıyla baş edebilmek için eğimli yapılmıştı. Nojheim günlük işlerini yapıyordu –artık bağlı olmadığını fark ettim- ama görünürde başka kimse yoktu. Çiftlik evinin bu tarafına bakan tek penceresindeki perdelerin birkaç kere kımıldadığını gördüm. Rico ya da ailesinden birisi muhtemelen gobline göz kulak oluyordu.
Evin yanına bağlanmış bir keçiyle ilgilenmeyi bitirdikten sonra, Nojheim kararmakta olan gökyüzüne baktı ve evden kısa bir mesafe uzaklıktaki barakadan bozma küçük ahıra girdi. Kısa süre sonra bu kaba yapıdaki çatlaklardan içeride yükselen ateşin ışığını gördüm.
Tüm bunlar ne anlama geliyordu? Hiçbirini yorumlayamıyordum. Nojheim, en başta Pengallen’e yağmacı bir birliğin lideri olarak geldiyse, nasıl böyle bir özgürlüğe sahip olabiliyordu? Ahırda yakmakta olduğu ateşi kullanarak evi ateşe verebilirdi.
Cevapları Rico’dan almamaya karar verdim, çünkü yüreğimde neler olduğunu biliyordum ve ondan dürüst cevaplar alamayacaktım.
Zayıf bir şekilde aydınlanan ahırın gölgelerine yürüdüğümde, Nojheim yine o acınası sızlanışına başladı.
“Lütfen, lütfen,” diye inledi, ince goblin sesiyle, tombul dili dudaklarını yalıyordu.
Onu geri ittim ve öfkemi bariz bir şekilde belli etmiş olacağım ki bir anda sustu ve ateşin zıt tarafına oturup turuncu-sarı alevlere bakmaya başladı.
“Neden bana anlatmadın?”
Merak içinde bakışlarını kaldırdı, yüzünde mutlak bir teslimiyet ifadesi vardı.
“Pengallen’e bir istila düzenledin mi?” diye bastırdım.
Bakışları tekrar alevlere indi, suratı kuşkucu bir şekilde kasıldı, sanki bu sorunun bir cevaba ihtiyacı olmadığını düşünüyor gibiydi. Ve ona inandım.
“Öyleyse neden?” diye talep ettim, omzundan yakalayıp gözlerimin içine bakmaya zorlamak için onu döndürerek. “Neden bana Rico’nun seni asıl isteme sebebini anlatmadın?”
“Sana anlatmak mı?” diye duraksadı. Goblin aksanı birden yok olmuştu. “Bir goblin, Drizzt Do’Urden’e sorunlarını mı anlatacaktı? Bir goblin, bir kolcunun merhametine değecek miydi?”
“Adımı biliyor musun?” Tanrılar adına, üstelik doğru telaffuz etmişti.
“Drizzt Do’Urden’e, Bruenor Battlehammer’a ve Mithril Salonu’nu geri almak için verilen mücadeleye dair hikâyeleri duydum,” diye cevapladı. Ortak Dil üzerindeki ses hâkimiyeti inanılır gibi değildi. “Aşağı vadilerdeki çiftçilerin günlük konuşması haline geldi artık, köylülerin hepsi yeni cüce kralının, büyük servetiyle cömert davranmasını umuyor.”
Ondan uzağa oturdum. Alevlere boş boş bakmaya devam etti, bakışları inmişti. O sessizlikte ne kadar süre geçti, tam olarak bilmiyorum. O zaman ne düşünüyordum, onu bile bilmiyorum.
Ama Nojheim kavrayışlıydı. O anladı.
“Kaderimi kabul ediyorum,” diye cevap verdi dile getirilmemiş soruma, gerçi sesi pek ikna edici değildi.
“Sen sıradan bir goblin değilsin.”
Nojheim ateşe tükürdü. “Bir goblin miyim onu bile bilmiyorum,” diye cevapladı. O sırada yemek yiyor olsaydım eminim yine boğazımda kalırdı.
“Tanıştığım hiçbir gobline benzemiyorum,” diye açıkladı umutsuz bir kıkırdamayla. Çaresiz durumuna yakışır bir şekilde daima her şeyi kabullenir bir ruh halinde olduğunu düşündüm. “Annem bile… Babamı ve küçük kız kardeşimi öldürdü.” Sesindeki iğnelemeyi vurgulamak için parmaklarını şıklattı. “Goblin standartlarına göre bunu hak etmişlerdi, çünkü yiyeceklerini uygun bir şekilde paylaşmamışlardı.”
Nojheim sessizleşti ve başını sağa sola salladı. Fiziksel olarak gerçekten bir goblindi ama sadece sesindeki içtenliğe dayanarak bile şeytani soyundan mizaç olarak çok farklı olduğunu anlayabiliyordum. Bu düşünce beni gereğinden fazla sarstı. Kolcu olarak geçirdiğim yıllar boyunca, goblinlere karşı eylemlerimi sorgulamak için ne duraksamıştım, ne de tipik olarak kötü olduğunu bildiğim bu yaratıkların, farklı bir tavır sergileyip sergilemeyeceklerine karar vermek için palalarımı indirmiştim.
“Bir köle olduğunu bana söylemeliydin,” dedim tekrar.
“Bu gerçekle gurur duymuyorum.”
“Neden burada oturuyorsun?” diye üsteledim, gerçi cevabını zaten biliyordum. Ben de bir zamanlar bir köleydim, meşum zihin yüzenlerin, Karanlıkaltı’nın en şeytani yerleşiklerinin esiriydim. Bundan daha sakatlayıcı, daha etkili bir işkence olamazdı. Anayurdumda, yüz orktan oluşan bir köle grubunun sadece altı drow askeri tarafından idare edildiğini görmüştüm. Ortak bir cesaret toplayabilselerdi, o orklar sahiplerini yok edebilirlerdi. Ama cesaret, bir köleden sökülüp alınan ilk şey olmasa da en önemlileri arasındaydı.
“Bu kaderi hak etmiyorsun,” dedim hafifçe.
“Bu konuda sen ne biliyorsun ki?” diye üste çıktı Nojheim.
“Yanlış olduğunu biliyorum,” dedim. “Bir şeylerin yapılması gerektiğini biliyorum.”
“Kaçmaya çalışırsam asılacağımı biliyorum,” diye cevap verdi, dobra dobra. “Hiç kimseye ya da hiçbir şeye hiç zarar vermedim. Ne de bunu arzuluyorum. Ama bu hayatta payıma düşen de bu.”
“Irklarımız bizi bağlayamaz,” dedim ona, sonunda Menzoberranzan’ın karanlık hayatından çıkan o uzun yolculuğumu hatırlayıp biraz güven kazanarak. “Benimle ilgili hikâyeler duyduğunu söyledin. Bir kara elften duymayı bekleyeceğin hikâyeler miydi?”
“Sen drowsun, goblin değilsin,” dedi, sanki bu her şeyi açıklıyormuşçasına.
“Söylediklerine bakarsak, senin nasıl goblinlerle bir alakan yoksa benim de drowlarla yok,” diye ona hatırlattım.
“Bunu kim anlayabilir?” diye cevapladı omzunu silkerek, bu çaresiz hareket beni derinden yaraladı. “Rico’ya, kalben ve eylemlerim dahilinde bir goblin olmadığımı, sadece acımasız kaderin bir kurbanı olduğumu mu söylemeliyim? Bana inanacağını mı sanıyorsun? Bu basit çiftçi halkın, bu tür bir anlayışı kavrayabileceğini mi sanıyorsun?”
“Denemeye korkuyor musun?” diye sordum ona.
“Evet!” Keskin cevabı şaşırtıcıydı. “Rico’nun ilk kölesi ben değilim,” dedi. “Daha önce goblinleri, orkları hatta bir keresinde bir bugbearı tutsak etmişti. Başkalarına işini zorla yaptırmaktan zevk alıyor, görüyorsun. Yine de Rico’nun mülküne geldiğinden beri kaç köle gördün Drizzt Do’Urden?
Hiç görmediğimi biliyordu ve bu açıklaması beni şaşırtmamıştı. Bu Rico Pengallen’den giderek daha fazla nefret etmeye başlıyordum.
“Rico’nun onlarla işi bitti,” Nojheim devam etti. “Hayatta kalma yeteneklerini kaybettiler. İşe yararlılıklarını kaybettiler. Ön kapıdaki yüksek direği fark ettin mi?”
O direğin ne amaçla oraya koyulduğunu hayal ettiğimde ürperdim.
“Hayattayım ve hayatta kalacağım,” diye ilan etti Nojheim. Sonra ilk kez, bu kararlı goblin, gardının inmesine müsaade etti; kasvetli ifadesi, sözlerine tezat oluşturuyordu.
“Yağmacı ogrelerin seni öldürmüş olmasını diliyorsun,” dedim ona ve karşı çıkmadı.
Bir süre sessizce oturduk, ikimizin de omzuna ağırca çöken bir sessizlikti. Bu adaletsizliğin devam etmesine izin veremeyeceğimi, yardıma bu kadar muhtaç birine –bir goblin bile olsa- sırtımı dönemeyeceğimi biliyordum. Önümdeki mevcut yolları düşündüm ve bu adaletsizliği tamamıyla telafi etmek için, tüm nüfuzumu kullanmak zorunda olduğuma karar verdim. Bölgedeki çoğu tarım köyü gibi Pengallen de bağımsız bir topluluk değildi. Burada yaşayan insanlar, yakındaki daha büyük şehirlerin korumasına sahiptiler ve yasalarına tabiiydiler. Gümüşay’ı yöneten Alustriel’e ve en yakın mesafedeki kral olan, en kıymetli dostum Bruenor Battlehammer’a başvurabilirdim.
“Belki bir gün, Rico’ya karşı gelebilecek güce sahip olurum,” dedi Nojheim beklenmedik bir şekilde, beni düşüncelerimden uzaklaştırarak. Sonraki sözlerini çok net hatırlıyorum. “Ben cesur bir goblin değilim. Hayatta kalmayı tercih ediyorum ama sık sık hayatımın değerinin ne olduğunu merak ediyorum.”
Bu sözleri babam da söylemiş olabilirdi. Babam Zak’nafein de bir köleydi, gerçi farklı türden bir köle. Zak’nafein, Menzoberranzan’da rahat bir hayat yaşıyordu ama kara elflerden ve şeytani yollarından tiksiniyordu. Ama drow şehrinden hiçbir kaçış görememişti. Cesaret eksikliğinden dolayı hayatını bir drow savaşçısı olarak yaşamış ve o çok tiksindiği kanunları takip ederek hayatta kalmıştı.
Nojheim’a benim de benzer bir kaderden kaçtığımı, çaresiz bir durumdan çıktığımı hatırlatmaya çalıştım. Mirasımın kara namı yüzünden benden nefret eden ve korkan insanların arasında yolculuk yaptığımı açıkladım.
“Sen drowsun, herhangi bir goblin değil,” diye tekrar cevapladı ve bu sefer sözlerinin gerçek manasını anlamaya başlamıştım. “Benim, kalben kötü olmadığımı asla anlamayacaklar, diğer goblinler de öyle. Ben bile anlamıyorum!”
“Ama inanıyorsun,” dedim emin bir şekilde.
“Onlara bu goblinin kötü biri olmadığını mı söylemeliyim?”
“Kesinlikle!” diye karşı çıktım. Bana yeterince mantıklı geliyordu. İhtiyacım olan açığı bulduğumu düşündüm.
Nojheim bana o kapıyı kapattı ve bana hem kendimle hem de dünyayla ilgili daha önce hiç düşünmediğim bir şey öğretti.
“Aramızdaki fark ne?” diye bastırdım, benim hakikat anlayışımı kavraması umuduyla.
“Zulüm gördüğünü mü sanıyorsun?” diye sordu goblin. Sarı gözleri kısılmıştı; kendini kurnaz biri olarak gördüğünü biliyordum.
“Artık o tanımı kabul etmiyorum, tıpkı zulüm görmeyi de artık kabul etmediğim gibi,” diye ilan ettim. Sonunda gururum, bu acınası yaratığın bana kavratmaya çalıştığı anlayışın önüne geçmişti. “İnsanlar kendi yargılarını savunmaya devam edecekler ama ben artık onların adaletsiz vargılarını kabul etmeyeceğim.”
“Sana yanlış yapanlarla savaşacak mısın?” diye sordu Nojheim.
“Onları görmezden geleceğim, reddedeceğim ve kalbimde, kendi doktrinimin haklı olduğunu bileceğim.”
Nojheim’ın gülümsemesi, doğru yolu bulduğum için samimi bir sevinç vadediyordu; ve sonradan anladığım üzere kendisi için de derin bir keder barındırıyordu.
“Durumlarımız aynı değil,” diye ısrar etti. Karşı çıkmaya başladım ama kaldırdığı eliyle beni durdurdu. “Sen drowsun, egzotiksin ve tanıştığın halkların büyük bir çoğunluğunun henüz tecrübe etmediği birisin.”
“Ama neredeyse yüzeydeki herkes drowların korkunç hikâyelerini duymuş,” diye ara yolu bulmaya çalıştım.
“Ama hiçbiri, drow elfleriyle doğrudan yüz yüze gelmedi!” diye sertçe cevapladı Nojheim. “Onlar için bir tuhaflıksın, hatta onların güzellik standartlarına göre bile güzelsin. Yüz hatların güzel Drizzt Do’Urden, gözlerin ise derine nüfuz ediyor. Oldukça siyah ve parlak olan tenin bile yüzey dünyasının halkları tarafından güzel kabul ediliyor olmalı. Ben bir goblinim, çirkin bir goblin, ruhen olmasa da bedenen.”
“Onlara ruhunun gerçeklerini gösterirsen…”
Nojheim’ın kahkahası endişelerimi tiye aldı. “Onlara gerçeği mi göstereyim? Hayatları boyunca bildiklerini sorgulatacak olan gerçeği mi? Onların vicdanlarına tutulan kara bir ayna mı olmalıyım? Bu insanlar, Rico da dâhil, pek çok goblin öldürdü, muhtemelen haklı sebeplerle,” diye hızlıca ekledi ve bu açıklama, Nojheim’ın kör gözlerime göstermeye çalıştığı her şeyi açıklığa kavuşturdu.
Sık sık goblinlerle savaşan bu çiftçiler ve goblinleri köle olarak alan diğerleri, kafalarında bu kötü ırkın tanımına uymayan, bilinç ve vicdan emareleri gösteren, kendilerine benzeyen bir zekâ ve ruha sahip tek bir goblinle dahi karşılaşmış olsalardı, tüm varoluşları kaosa sürüklenebilirdi. Ben bile Nojheim’ın gerçek yüzünü gördüğümde suratıma tokat yemiş gibi hissetmiştim. Şeytani namlarını sonuna kadar hak eden kara elf soyumla yaşadığım tecrübeler olmasaydı, bu ilk duygu karmaşasını ve suçluluk duygusunu atlatamazdım.
Ama bu çiftçiler, Nojheim’ı bu kadar kolay anlayamayabilirdi. Ondan kesinlikle korkar ve daha da çok nefret ederlerdi.
“Ben cesur bir varlık değilim,” dedi Nojheim tekrar, buna katılmıyor olsam da düşüncemi kendime sakladım.
“Benimle birlikte geleceksin,” dedim ona. “Bu gece. Batıya, Mithril Salonu’na döneceğiz.”
“Hayır!”
Ona baktım, kafamın karışmasından ziyade incinmiştim.
“Tekrar avlanmayacağım,” diye açıkladı ve gözlerindeki uzak, acı dolu bakışından, Rico’nun kendisini ilk kez kovaladığı zamanı hatırladığını tahmin ediyordum.
Nojheim’ı zorlayamazdım ama bu adaletsizliğin devam etmesine de izin veremezdim. Rico’yla doğrudan yüzleşmeli miydim? O yolda olası bazı sonuçlar vardı, muhtemelen ölümcül sonuçlar. Pengallen’in, sadakatini hangi büyük lidere sunduğunu bilmiyordum. Bu köy, Nesme gibi sıfır toleransıyla tanınan bir şehir tarafından gözetiliyorsa, bu köyün vatandaşlarına karşı alacağım herhangi bir eylem, o şehirle Mithril Salonu arasında bir soruna sebep olabilirdi, çünkü teknik olarak Bruenor Battlehammer’ın bir elçisiydim.
Böylece Nojheim’ı orada bıraktım. Sabah güçlü bir at seçip ödünç aldım ve önümdeki tek yolu izledim. Önce Gümüşay’a gidecektim, çünkü Alustriel bu topraklarda en çok saygı gören liderdi. Sonra, gerekirse Bruenor’un güçlü adalet anlayışına başvuracaktım.
Ve tam da o an, Alustriel ya da Bruenor’un, Nojheim’ın lehine bir eylemde bulunmaması durumunda bu sorunla bizzat ilgileneceğime karar verdim, bedeli ne olursa olsun.
Gümüşay’a ulaşmak için üç gün boyunca yoğun tempoda at sürmem gerekti. Şehrin batı yüzünde bulunan Kırkapısı’ndaki karşılama, alışılmamış bir şekilde nazikti, muhafızlar beni Leydi Alustriel’in iyi dilekleriyle buyur ediyorlardı. Onlara görmem gereken kişinin Alustriel olduğunu söyledim ve onlar da Gümüşay Leydisinin iş için doğudaki Sundabar şehrine gittiğini söylediler. İki haftadan önce dönmeyecekti.
Bekleyemedim, bu yüzden muhafızlara veda edip, on ya da yirmi gün içinde döneceğimi söyledim. Sonra yola çıktım, geldiğim yoldan döndüm. Bruenor’un harekete geçmesi gerekiyordu.
Dönüş yolculuğu hem neşelendiriciydi hem de işkence gibiydi. Beklentimden oldukça farklı olan Gümüşay’daki o karşılama, dünyadaki yanlışların düzeltilebileceğine dair bana neredeyse uçarı bir umut vermişti. Aynı zamanda Nojheim’ı terk ettiğimi hissediyordum; uygun etiği takip etme arzumun aslında korkakça bir yol olduğunu da… Goblinin bana eşlik etmesi için ısrar etmeliydim, Nojheim’ı acısından kurtarıp, bu durumu diplomatik yollardan düzeltmeye çalışmalıydım.
Hayatımda pek çok hata yapmıştım ve bu konuda da hata yaptığımı biliyordum. Doğrudan Bruenor’un Mithril Salonu’ndaki konağına gitmek yerine, Pengallen’e doğru döndüm.
Nojheim’ı, Rico’nun direğinde sallanırken buldum.
Bunlar sonsuza kadar hafızama kazınan anlardır, mutlak bir aurayı dışarı yayan hisler, kalıcı ve güçlü bir anı. O korkunç anda esmekte olan rüzgârı hatırlıyorum. O gün, alçak bulutlar oldukça yoğundu, mevsim normalleri dışında sıcaktı. Ama ara ara kuvvetli esen rüzgâr ısırıcı bir soğuk taşıyordu; yüksek dağlardan aşağı iniyor ve derin karların sızısını beraberinde getiriyordu. O rüzgâr arkamdan esiyordu, kalın ve uzun beyaz saçlarımı suratıma doğru savuruyor, atımın üstünde oturup çaresizce o direğe bakarken pelerinimi sırtıma yapıştırıyordu.
Sert esen rüzgâr aynı zamanda Nojheim’ın katılaşmış ve şişmiş bedenini de yavaşça döndürüyordu, kenevir halatı tutmakta olan çivi ise çaresiz, ağıt dolu bir itirazla gıcırdıyordu.
Onu sonsuza kadar o haliyle göreceğim.
Rico ve birkaç iri destekçisi, silahlı bir şekilde benimle buluşmak üzere evden çıktıklarında –muhtemelen meydan okumak için- zavallı goblini aşağı indirmek için daha kımıldamamıştım bile. Arkalarından Tharman geldi, silah taşımıyordu ve suratında ümitsiz bir ifade vardı.
“Lanet goblin beni öldürmeye çalıştı,” diye açıkladı Rico ve kısa bir an ona inandım, Nojheim’ı böyle vahim bir hata yapmaya zorladığımdan korktum. Rico, hikâyesine devam edip goblinin kendisine gündüz vakti saldırdığını ve ortada bir düzine tanık olduğunu iddia ettiğinde, hepsinin özenle hazırlanmış bir yalan olduğunu fark ettim. Tanıklar, bu adaletsiz komplodaki suç ortaklarından başka bir şey değildi.
“Sinirlenmek için bir sebep yok,” diye devam etti Rico ve kendini beğenmiş gülümsemesi, cinayetle ilgili tüm sorularımı cevapladı. “Pek çok goblin öldürdüm,” diye hızlıca ekledi, aksanı hafifçe değişmişti, “muhtemelen haklı sebeplerden.”
Neden Rico özellikle “muhtemelen” kelimesini seçmişti? Sonra, tamı tamına aynı sözcüklerin daha önce de telaffuz edildiğini hatırladım, hem de aynı aksanla. Nojheim’ın bunları söylediğini duymuştum ve belli ki Rico da duymuştu! Goblinin o akşam ahırda dile getirdiği korkuları bir anda uğursuz bir şekilde doğru çıkmıştı.
Bir an palalarımı çekip atımdan atlamayı ve Rico’yu öldürüp, bu katile yardım etmeye çalışan herkesi defetmek istedim.
Tharman bana baktı, niyetimi tamamıyla anladı ve başını sağa sola salladı ve bana, silahlarımın Nojheim da dâhil olmak üzere kimseye bir fayda getirmeyeceğini sessizce hatırlattı.
Rico konuşmaya devam etti ama artık dinlemiyordum. Nasıl bir yol izleyebilirdim ki? Alustriel’in hatta Bruenor’un bile Rico’ya karşı harekete geçmesini bekleyemezdim. Ne olursa olsun Nojheim basit bir goblindi ve bunun aksini kanıtlayabilsem bile; Alustriel ya da Bruenor’u, bu goblinin barışçıl olduğuna ve adaletsiz bir şekilde zulüm gördüğüne inandırsam dahi, Nojheim, tüm iddialarına rağmen sadece bir goblin olarak kalacaktı. Goblinlerle yapılan kanlı savaşların yaygın olduğu, neredeyse herkesin en az bir akrabasını bu yaratıklara kurban verdiği bu bölgedeki hiçbir adalet mahkemesi, Nojheim’ı, yani bir canavarı astığı için bu adamları suçlu bulamazdı.
Olayın vuku bulmasına yardım etmiştim. Nojheim’ı tekrar yakalayıp, sefil Rico’ya teslim etmiştim, hem de ortada yanlış bir şeylerin olduğunu hissetmeme rağmen. Ve sonra kendimi tekrar goblinin hayatına zorla sokmuş ve tehlikeli düşüncelerimi ona anlatmıştım.
Ödünç aldığım atımdan inip, Taulmaril’i omzuma asıp Mithril Salonu’na doğru yürümeye başladığımda Rico hâlâ konuşuyordu.
* * *
Günbatımı. Mithril Salonu’ndan fazla uzakta olmayan bu dağın eteğinde bağdaş kurduğumda, başka bir gün, geceye teslim oluyordu.
Gecenin gizemi başlamıştı ama Nojheim artık daha büyük bir gizemin sırrını mı öğrenmişti? Benden önce ölenleri, kendi ölümüme kadar tecrübe edemeyeceğim şeyleri keşfeden kişileri düşündüm. Nojheim şu an, Rico’nun kölesi olduğundan daha iyi bir durumda mıydı?
Sonraki yaşam, adaletin temellerinden biriyse, kesinlikle öyleydi.
Bunun doğru olduğuna inanmak zorundayım ama yine de onu yakaladığım için ve yanına kaldıramayacağı ağırlıkta umutlarla gittiğim için bu sıra dışı goblinin ölümünde rol oynadığımı bilmek beni yaralıyordu. Her ne kadar iyi niyetli de olsam Nojheim’ı terk edip gittiğimi unutamıyorum. Gümüşay’a gittim ve onu savunmasız bıraktım, onu insafsız bir acıya terk ettim.
Ve böylece hatamdan ders aldım.
Bundan böyle asla böyle bir adaletsizliği görmezden gelmeyeceğim. Olur da tekrar Nojheim’la aynı ruha sahip, aynı sıkıntıları yaşayan birine denk gelirsem, habis efendisi arkasını kollasa iyi eder. Bölgenin karar mercileri eylemlerimi değerlendirip, bunun doğru yol olduğuna kanaat getirirlerse beni aklasınlar. Aksini düşünürlerse…
Fark etmez. Yine de yüreğimin sesini dinleyeceğim.
Yazan: R.A. Salvatore
Çeviren: Sencer Coşkun
Editör: Kayra Keri Küpçü
Kitap: Realms of Valor (1993), The Collected Stories: The Legend of Drizzt (2011)