Fransız Çizgi Romancı Fabien Toulmé ile Söyleştik
Tudem yayın grubunun 40. yılı etkinliği için ülkemize gelen Fransız çizgi romancı Fabien Toulmé ile konuştuk. Bize kitaplarından ve o kitapların ortaya çıkış sürecinden bahsetti.
Kitaplarınızda geçmişte mühendislik de yaptığınızdan bahsediyorsunuz. Yani iki yaşam kitabındaki Baudouin karakterinin sizin o dönemlerinize benzediğini ve biraz otobiyografik olduğunu söyleyebilir miyiz? Ve sizi ikinci yaşamınıza iten bir kırılma noktası oldu mu? Olduysa ne oldu? Çizgi romana başlama yolculuğunuzu anlatır mısınız?
İlk grafik romanım olan Beklediğim Sen Değildin’e başladığımda hala mühendislik aşamasındayım. Hala mühendislik yapıyordum ve hayatımın biraz zorlu ve karışık bir dönemiydi. Dolayısıyla biraz bu nedenle bir ortak noktamız var. Onun da hayatının zorlu bir dönemi ve benim de hayatımda zor bir dönem teşkil ediyordu. Dediğim gibi Beklediğim Sen Değildin’i yazdığımda hala mühendislik yapıyordum ve açıkçası çizgi romancılığın, yani grafik roman yapmanın bir meslek olabileceğini ve bundan para kazanabileceğimi hayal edemiyordum. Ama bir baktım, hafta içinde normalde çalıştığım iş yerinde çalışırken hafta sonu gidip kitap imzalamaya başladım ve orada çok fazla insanla tanıştım. Ve bunun mümkün olabileceğini gördüm. Bir de çocukluk hayallerini de gerçekleştiren çok fazla insanla tanıştım. Mesela avukatlık yaparken çiçekçi olma hayali olan bir insanın daha sonradan avukatlığı bırakıp çiçekçi olabileceğini de görmüş oldum. Tanıştığım kişilerden onların deneyimlerini dinlediğimde bunun mümkün olabileceğini düşündüm. Evet, iki yaşam aslında kurgusal bir roman. Ama çok fazla kendimden verdiğim çok duygulu bir eser. Dolayısıyla evet benzerlikler var diyebiliriz kendi yaşamımda.
Genel olarak yaptığınız çizgi romanlar içinde hem kurgu eserler hem kurgu dışı eserler var. Kurgu ve kurgu dışı arasındaki yaklaşım farklarınızdan bahsetmek ister misiniz?
En büyük fark olarak şunu diyebilirim. Sonuçta bir kurgu olmadığında çok fazla tanıklık hikayesi de yazıyorum, çok fazla röportaj da yapıyorum. Sizin önünüzde bir rehber oluyor böyle olunca ve o rehbere göre yani o anlatılan hikayelere göre bir hikaye yazıyorsunuz. Yani aslında bu birazcık daha kolay diyebiliriz. Ama bir yandan kurgusal bir şey yazdığınızda önünüzde de çok büyük bir açıklık ve çok büyük bir özgürlük ola biliyor ve istediğiniz yere bunu götürebiliyorsunuz. Bir yandan diyebilirim ki ikisinin de zorlukları var. Çünkü kurgu bir şey yazdığınızda sonunun veya ucunun nereye çıkacağını bilemeyebiliyorsunuz. Dolayısıyla bazen bu özgürlük bir zorluk da getirmiş olabiliyor yanında.
Kurgu dışını da ikiye bölersek hem kendi anılarınızı çizdiğiniz çizgi romanlarınız hem de başkalarının anılarını çizdiğiniz çizgi romanlarınız var. Bu iki arasında yaklaşım farkları var mı?
Tabii ki ikisi arasında büyük bir fark olabiliyor. Başkasının tanıklık hikayesini yazdığında onların anlatılarına biraz sadık kalmak ve onlara saygı duymak durumundayım. O yüzden kendi kafama göre belirli hikayeleri veya belirli kişilerin anılarını, yaşadıklarını değiştiremiyorum. Eğer bu kişi kendim ise tabii ki kendime ve yaşadıklarıma da sadık olmaya çalışıyorum. Ama sonuçta bu öznel bir şey. Yani bazen kendimle alay ettiğim de olabiliyor, bazen kendimi ciddiye aldığım da olabiliyor. İkisine de sadık kalmaya çalışıyorum ama kendi hikayemi yazarken birazcık daha özgür olabiliyorum.
Başkasının hikayesini anlatırken de her şeyi birebir olduğu gibi aktarmak imkansız. Anlatan kişinin rahatsız olduğu olaylar olabilir ya da hikayenin temposu gereği değiştirilecek veya atılacak bazı olaylar olabilir. Yaptığınız röportajın hangi kısımlarını atacağınızı nasıl seçiyorsunuz?
Birinci kriterim tabii ki o insan. Yani röportaj yaptığım, tanıklık eden insanın buna onayı var mı? Mesela Hakim’in Yolculuğu‘nda bir bölüm vardı, bir hapishanede kalıp işkence görüyordu. Tabii ki bunu ona sordum. Bunu sembolik olarak da anlatabilirdim. Çünkü bu bir belgesel veya biyografik roman vesaire değil. Her şeyi tamamen aktarmam gerekmiyor. Bunu sembolik olarak da yapabilirim. Ama tabii ki bunları onun onayını aldıktan sonra yazdım. İkinci kriter de biraz anlatım ve yazma stiliyle alakalı bir şey. Anlatımın gelişmesi, yani hikayenin gelişimi buna izin veriyorsa o sahneyi ekliyorum. Ama eğer bu küçük bir anekdotsa ve hikayenin gelişimine bir katkısı yoksa o sahneyi eklemeden de yapabiliyorum, buna göre seçiyorum.
Başkasının anılarında dinlediğiniz bazı mekanları görselleştirken, hiç görmediğiniz mekanları görselleştirmeniz gerekiyor. Bunu nasıl yapıyorsunuz? Referans mı kullanıyorsunuz? O kişinin betimlemeleri mi yardımcı oluyor? Yoksa kendi hayal gücünüzü mü kullanıyorsunuz?
Tabii ki bazı görmediğim yerler oluyor ve bunu olabildiğince iyi yansıtmaya çalışıyorum. Mesela Hakim’in Yolculuğu‘nun İstanbul’da geçen bir bölümü vardı ve daha önceden İstanbul’a gelmemiştim. Çizgi roman bir film seti gibi değil sonuçta, orayı anlatıyorsam oraya gitmem gerekmiyor. Benim en büyük kaynağım internet oluyor. Instagram bu konuda çok yardımcı oluyor, şehrin mimarisini araştırıyorum ve insanların görünümüne bakıyorum. Tabii ki bunu bazen tanıklık ettiğim insanlar üzerinde de yapıyorum. O insanların genel görüntüsünü alıp bunu biraz kendi fikrime yani kendi çizimime göre karikatürize edebiliyorum. Aldığım verileri tek bir şekilde toplayıp bunun en doğru nasıl olabileceğine bakıyorum, İstanbul için de onu yaptım. Evet, tabii ki bütün detaylarına göre yapmadım ama Google’da İstanbul sokaklarına baktığımda gördüğüm özellikleri kullandım. Her binada bir klima olması, dışarıdaki o klima kutuları veya yerlerde bazen belirli çöpler ve yerlerde kağıt parçaları vesaire olması gibi. Dolayısıyla bakan insanın da bir yakınlık kurabildiği, yani evet burası İstanbul diyebileceği bir görüntü oluşturmak istedim.
Peki bu internetten gözlemleyerek kitabınızda yarattığınız İstanbul’u şu an deneyimlediğiniz gerçek İstanbul’la kıyaslayınca nasıl buldunuz? Aslına sadık olduğunu düşünüyor musunuz?
Tabii ki belirli farklar görebildim ama sonuçta burada daha birinci günüm. Mesela en önemli gördüğüm şey erkeklerde çok fazla bıyık var. Yani erkeklerin çoğunda bıyık var ve bu çok enteresan geldi bana. Birazcık daha bıyık kullanabilirmişim. Mesela Fransa’da tam tersi, bizde genelde sakal vardır, çok fazla bıyık olmaz.
Hakim’in Yolculuğu’nun önsözünde Hakim’le bir çevirmen aracılığıyla anlaştığınızdan ve bunun yarattığı belli hikayeye sadık olma kaygılarından bahsediyorsunuz. Şu an sizinle çevirmen aracılığı ile anlaşıyoruz. Kitaplarınızın da Fransızca bilmeyen okura ulaşmak için başka bir dile çevrilmesi mecburi. Diğer okurlara ulaşması için yapılan bu çevirilerin kendi anlatımlarınızın otantikliğinden bir şey kaybettirdiğini düşünüyor musunuz? Ya da çeviriden okuyan bir okur ne kadar aynı anlatımı alabilir?
Ben çevrilerin doğru olduğuna inanıyorum ve onaylıyorum, şu andaki çevirinin de kötü olmadığına eminim.
Bu biraz da Hakim’in Yolculuğu’yla alakalı bir soruydu, çünkü orada iki kat çeviri var. Önce Hakim’den size sonra sizden Türkçe’ye çeviri olunca ekstra bir çeviri katmanı işin içine giriyor.
Şu anda da Hakim’le yaptığım gibi bir çevirmen aracılığıyla konuşuyoruz ve bunun önemi çok büyük. Hakim’le de yaptığımızda ben ilk önce esas gerçek çevirmeni bulana kadar 4 farklı kişiyle görüştüm. Çünkü o özü korumak ve aynı zamanda bunu doğru bir şekilde aktarmak çok önemliydi. Mesela bir hanımefendi vardı ve Hakim’in anlattığı şeyleri anlattıktan sonra kendi deneyimlerini de anlatmaya başlıyordu. Halbuki ona ihtiyacım yoktu. Bunun saf bir şekilde kalması gerekiyor. Veya başka biriyle konuştum, o da hiçbir duygu veya bir anlatı gücü olmadan bana anlatıyordu. Çevirmenlik, sadece birebir şekilde sen bana ne diyorsan benim sana onu aktarmam gereken bir şey değil. Biraz da kendini anlatan kişinin yerine koymakla bağlantılı bir şey. Ne kadar sahiplendiği ile alakalı. Kendinden bir şeyler vermeyerek ama aynı zamanda o kişiye de saygı gösterip doğruları söyleyerek. Mesela Hakimle konuştuğumda 5 dakikalık bir şey anlatıyor bana ama çevirmenden gelen şey 30 saniye. Diyorum ki tamam ortada kaybolan bir şeyler var o zaman yani ortada kaybolan ve belki de önemli olan detaylar var sonuçta. Evet, çevirmenliği bu noktada kullanmak biraz riskli ama ona güvenmek zorundayım.
Desen yayınlarının çevirilerini beğeniyorum zaten. Ama ne olursa olsun hiçbir çevirinin kusursuz şekilde orijinaliyle aynı olabileceğine inanmıyorum ben.
Evet, tabii ki hiçbir çeviri kusursuz olmaz. Aslında Hakim’e ben bu soruları sormaya, röportaj yapmaya, başladığımda zaten Hakim kafasında bu hikayelerin, bu anıların hepsini tekrardan inşa ediyor. Aslında ilk çeviri burada başlıyor. Çünkü o an yaşadığı şeylerden çok daha bağımsız bir şeyle başlıyor belki de. Arada kaçırdığı veya unuttuğu şeyleri ilk önce kendisi izah ediyor. Ondan sonra bu çevirmene geliyor ve çevirmen de bana anlatıyor. Sonuçta arada üç tane farklı kişi oluyor ama ben duyduğum şeye, o bana anlattıkları şeye elimden geldiğince bağlı kalarak yazmaya çalışıyorum. Ama tabii ki hiçbir çeviri mükemmel olmaz, buna katılıyorum. Aklımda tabii ki Hakim’in anlattıkları vardı ama çizmeye başladığımda bazen kendi koyduğum çizgilere Hakim’in sesini eklediğimde çok da manalı gelmedi. Bazı bölümler böyle oldu ama onları çıkardığımda yani tabii ki belirli anlamlar olmaya çalıştı ama bazen anlamın bozulduğunu da gördüğüm oldu çizimler ve anlatılanlar arasında. Sonuç olarak tabii ki şu anda benim size anlattığım gibi bir şey yapmıyoruz. Ben bir kitap yapıyorum ve dolayısıyla benim de inisiyatif aldığım belirli şeyler olabiliyor. Yani bu benim de inisiyatif aldığım bir şey, tamamen çevirmene bırakılan bir şey değil.
Hakim’in yolculuğu Fransa’da okur tarafından nasıl karşılandı? Çünkü hem Avrupa’da hem Türkiye’de göçmen karşıtı sağcı akımların yükseldiği bir dönemdeyiz. Böyle bir ortamda kitaba Fransa’daki okurun tepkisi nasıl oldu?
Öncelikle Hakim’in Yolculuğu çıktığında çok iyi tepkiler aldım. Bu aslında mülteci problemi daha Avrupa’da fazla yayılmadan çıkmış bir seriydi. İnsanların şu an göçmen ve mülteci problemi diye adlandırdığımız problemle ilgili tam bir algısı yoktu. Zaten insanların kitabı okumadan önce birisiyle ilgili bir ön yargıda bulunması mümkün değildi. Dolayısıyla okuyunca onun çektiği zorluklara ve yaşamına dair bir empati gelişmiş olabilir. Genel olarak baktığımızda eğer bu konunun çok fazla içine girip bir insanla sohbet etmediysen, çok kolay bir şekilde kötü bir yaklaşım sergileyebilirsin. Mesela aşırı sağ bir gazetede benimle alakalı bir yazı çıktı ve kitabım hakkında çok pozitif şeyler söylendi. Eğer bir konunun içine girmek ve içinde olan kişiyle konuşmak istemiyorsanız, bir şeye aşırı sağ bir şekilde yaklaşım sağlamak hiç zor değildir. Ama eğer bir kişiyle konuşup onun yaşadığı zorlukları ve onun hayatına dair şeyleri öğrenmeye başladığınızda bu konuya genel başlığı altında bakmaktan ziyade ona önem vermeye ve belki de birazcık konunun özüne inmeye çalışıyorsunuz. Dolayısıyla kitabın Fransa’da iyi karşılandığını söyleyebilirim.
Kısaca bize en sevdiğiniz, en etkilendiğiniz birkaç çizgi romandan bahsedebilir misiniz?
Hayatımda iki tane temel zaman oldu. Birincisi çocukluk zamanımdı. Çocukluğumda çok fazla Tenten, Asterix ve Red Kit okudum. Bunlar benim çizgi romana olan sevgimi başlatmış olan kitaplar. Bu çocukluk döneminden sonra 27 yaşıma kadar çizgi roman okumayı tamamen bıraktım. Ama ondan sonra Brezilya’ya taşındığım bir dönem oldu ve Brezilya’da bir tane kütüphaneye gitmeye başladım. Oradaki kütüphanede Persepolis, Fotoğrafçı, David B. kitapları gibi başka türlü grafik romanlarla karşılaşmaya başladım ve dedim ki tamam, başka bir çizgi roman kültürü de mümkün. Yani aslında benim Red Kit veya Tenten‘de gördüğüm gibi bir mükemmel seri yapacak yeteneğim olmayabilir diye bıraktığım çizgi roman formunda Persepolis veya David B. kitapları gibi değişik yaklaşımlar gördüğümde ben bunu yapabilirim demeye başladım.
Fabien Toulmé‘nin yeni kitabı Mücadele 7 Ekim’de Türk okuruyla buluşacak.