Sigil Kızılı
* Bu yazı bir hayran hikayesidir. Sigil’de gerçekten yaşanıp yaşanmadığı bilinmemektedir…
İçinde sıkışıp kaldığı, gittikçe daha da küçülen odasının duvarlarını sessizce izledi birkaç dakika daha. Kapalı kepenkler arasındaki küçük boşluktan kirli sokakta gezinen Dabusları görebiliyordu. Bu anı her gün aynı şekilde yaşıyor olmasına rağmen bugün farklı hissediyordu. Sorguluyordu etrafındaki tekdüzeliği, fakirliği, annesine öfkesini ve buna rağmen onu nasıl sevebildiğini… Hesabını henüz yapamasa da koskoca bir hayat geçirmişti, her günü birbirinin aynı başlayan ve aynı biten. Bugün de onlardan biri olacaktı işte. Ancak aynı azarı yine işitmek zorundaydı evden çıkmadan.
Asi düşüncelere gömüldüğü sırada odasının kapısından içeri girdi gri önlüklü tombul kadın. “Günaydın yavrum, bugün de çıkacak mısın illa?” Yine başlıyordu işte.
“Evet anne, söz verdim Helen’e her gün yardım edeceğime. O da bana kapıları görebilmeyi öğretecek.” Ezberden konuşuyordu küçük kız çünkü her sabah annesinin aynı sorusuna aynı cümleyle karşılık veriyordu. Bahsi geçen Helen, şehrin tüccarlar kısmında yaşayan bir mücevherciydi. Küçük kızın bu koca şehirde yok olup gitmesine razı olamayarak kendisine çırak olmasını istemişti. Karşılığında da onu yeterince heyecanlandıracak bir şey teklif etmişti; Sigil’in gizli kapılarını nasıl görebileceğini öğretmeyi… Henüz bunu ona nasıl öğretebileceğini kendisi de bilmese de, ufaklığı meşgul tuttuğu sürece çok önemsemiyordu.
Bak Arya, çok dikkatli ol, sağına soluna çok bakma. Hızlı git gel. Hanım yine çıkabilir sokağa…” dedi annesi her zamanki endişesiyle.
Hanım… Sigil’deki yaşamın kilit noktasıydı Acıların Hanımı. Onlarca lakabı olmasına rağmen hiçbirini kullanan duymamıştı henüz Arya. Ancak herkes hepsini bilirdi. Yüzüne bakmak yasaktı Hanım’ın. Bunun da yazdığı bir kitap veya kanun yoktu ama gün sonunda evine dönemeyen kişiler sayesinde öğrenmişlerdi. Hanım’ın yüzüne bakılmaz, karşısına çıkılmaz, adı çok sık anılmaz, varlığı fazla kurcalanmazdı. Sessiz, kuralsız, kendi halinde biriydi Hanım aslında. Doğduğundan beri sadece bir iki defa Hanım’dan haber gelmişti şehrin bu kısımlarına. Kendisi asla konuşmuyor, etrafındaki ‘Dabus’ denilen garip yardımcıları ile işlerini görüyordu. Nadiren sokağa çıkıyor, sessizce süzülerek yok olup gidiyordu. Bazı komşuları onun bir Tanrıça olduğuna inanıyor, uğruna farklı ritüeller gerçekleştiriyorlar, dualar ediyorlardı.
Arya ise onu çok daha normal biri gibi düşünüyordu. İçine yerleştirilmiş korkuya rağmen, zaman zaman Hanım’ın da yalnız olduğunu, belki de kendisi gibi kapana kısılmış hissediyor olabileceğini düşünüyordu. Elbette bu karşısına çıkmaya cüret edenlerin yok oluşlarını veya sokağın o kısmında oluşan kan havuzlarını açıklayabilecek türden bir düşünce değildi. Acıların Hanımı; karşılaşmak bir yana, bilmek dahi istenmeyecek türden bir varlıktı. Arya buna rağmen bir gün sokakta onu görebilmeyi çok istiyordu. Elbette onunla konuşmayacaktı veya karşısına çıkmayacaktı. Sadece uzak bir köşeden gözünün ucuyla görebilmek istiyordu bu ihtişamlı, korku salan, yalnız yaratığı.
Annesinin üstünü başını düzelten ellerinden kurtularak kapıya doğru fırladı küçük kız. Bugün, Helen’le dün döktükleri kalıpları düzelteceklerdi. Parçaları teker teker hatırlayıp yapılacakların listesini aklına yazarak sokakta umarsızca koşturmaya başladı. Şehrin bu kesimi yoksullara ayrılmıştı. Ve de göze batmak istemeyenlere… Bu yüzden her an bir katille, hırsızla veya çok başka yerlerden gelmiş farklı yaratıklarla karşılaşmak mümkündü. Sigil, yüzük şeklinde garip bir şehirdi. Acıların Hanımı tarafından yönetilen, farklı boyutlar arasında ve diğerlerinin işlerinden özenle uzak tutulan, bir güneşe sahip olmayan ve yerçekiminin bastığınız yere doğru çalıştığı bir bölge… Her gün yüzlerce hatta binlerce farklı varlık başka boyutlardan gelerek Sigil’in büyülü kapılarından giriyordu. Giriş çıkışlar Hanım’ın kontrolü altındaydı fakat Hanım iyi ve kötüyü ayırmakla ilgilenmezdi. Kapılardan geçmek sadece başka tanrılara ve politikalara yasaktı. Bu yüzden her yer gibi Sigil de suç ve şiddetten nasibini alıyordu. Ancak Arya burada doğduğu için hepsi ona normal geliyordu. Dikkat ettiği birkaç küçük şey vardı sadece. Hanların etrafındaki dar ara sokaklara asla girmemek, şehir yapay günışığıyla aydınlatılmadığı saatlerde evinden çıkmamak ve hepsinden daha önemlisi ve belki de hepsinin altındaki ana sebep olan; nerede ve ne zaman olursa olsun tüm Baatezu ve Tanar’rilerden uzak durmak. Abyss’in asla bilmek istemeyeceğiniz derinliklerinden gelen bu iblisler çoğunlukla bir amaç uğruna ortalığı karıştırsalar da, Tanar’rilerin bir kısmı sadece kötülük için olay çıkartabiliyorlardı. Ölümlülerle uğraşmayı seven, akıllarını çelmek için türlü yollar bilen bu yaratıklardan, 13 yaşındaki bir kız çocuğunun kendini koruyamayacağı aşikâr olduğundan, Arya yolunu ne zaman değiştirmesi gerektiğini iyi öğrenmişti.
Fakat bugün sorunsuzca geçebilmişti şehrin tüccar kısmına. Bu kısım daha derli toplu, bir nebze daha huzurlu görünen bir alışveriş bölgesiydi. Sokaklarda kurulu pazarlar dışında hemen hemen tüm binalarda farklı bir dükkan vardı. Arya pazarın kenarından sıyrılarak hızlı adımlarla Helen’in dükkânına koşturdu. Kendisini kapıda karşılayan Helen 30’lu yaşlarında olmasına rağmen şehrin hızlı hayatından nasibini almış, 50’li yaşlarda görünen sarışın, tatlı bir kadındı. Kocası yan sokaktaki hanı işletirken, ona aşçılık yapmayı reddetmiş ve babasından öğrendiği mücevhercilik zanaatıyla kendini meşgul etmeyi seçmişti. Çocuk sahibi olamadığı için de Arya’yı zanaatını devam ettirebilecek biri olarak görüyordu.
“Günaydın sevimli pire,” dedi tatlı tatlı gülümseyerek. Pire, Helen’in Arya’ya taktığı lakaptı. 13 yaşında olmasına rağmen yaşıtlarından daha küçük ve sıska yapılı olan Arya, ilk bakışta kendisinden beklenmeyecek kadar da hızlı ve atikti. Anlık düşünceleri ve heyecanlı karakteri yüzünden de tüm hareketleri normal bir çocuktan daha ani ve beklenmedik oluyordu. Onu sadece birkaç dakika izleyen herhangi biri bile kendiliğinden bu lakabı yakıştırabilirdi.
“Helen! Kalıplar hazır! Ben masayı temizleyeyim! Sen onları getir, sonra taşları da ayıracağız değil mi?” fırıl fırıl gözlerle kadının yanağına doğru hoplayarak bir öpücük kondurup içeri daldı küçük kız.
Günü her zaman olduğu gibi yerinde durmadan çalışarak hızla geçiriyordu Arya. Gün batımına henüz birkaç saat varken Helen yanına geldi, “Yeni kalıplarla denemek istediğim bir şey var, hana gidip eşimden bir paket getirebilir misin, Arya?”
“Elbette!” diyerek kapıya doğru koşturmaya hazırlanırken Helen’in kikirdemesiyle duraksadı küçük kız.
“E dur ama, ne olduğunu söylemezsen sana ne paketi vereceğini bilemeyebilir, değil mi?”
Küçük kız kadına sırıtarak kafasını salladı.
“Pekâlâ, son aldığım kırmızı sahte taşları paketleyip vermesini söyle. Bir de elma koyuversin yanına.” gülümseyerek göz kırptıktan sonra başıyla kapıya doğru işaret etti.
Yayından fırlayan bir ok gibi kapıdan dışarı koşturan küçük kız birkaç adım sonra biraz daha kontrollü bir hızda ilerlemeye özen göstererek yandaki sokağa doğru yollandı. Sokağın diğer ucunda şehre ticaret için gelen, çoğunlukla paralı iş adamlarının kaldığı, Helen’in kocasının hanı vardı. Evleri de hanın arka kısmındaydı. Böylece hem kiradan kâr ediyorlar hem de gün içinde evi başıboş bırakmamış oluyorlardı. Hafif bir gıcırtıyla, cüssesine göre ağır kapıyı itekleyerek hanın içine girdi Arya.
Taş duvarlarla uyum içinde döşenmiş ahşap mobilyalara sahip olan han, Arya’nın eviyle karşılaştırıldığında adeta göz alıcıydı. Burası kentin daha zengin bir kısmı olduğu için ve gelen gidenler daha az kavgacı olduğundan, eşyalar kırık dökük değildi. Köşedeki piyanonun üzerinde şık bir şamdan, üst kata çıkan merdivenleri kısmen örten hoş kırmızı kadife bir perde, masaların üzerinde işlemeli siyah örtüler ve barda bazıları gümüşe benzeyen zarif kadehler duruyordu. Küçük kız utangaç adımlarla bardaki gür siyah saçlı tombul adama yaklaştı;
“İyi günler Bay Barkis! Beni Helen yolladı da…”
“Bak sen! Uğrar mıydın sen buralara yahu?” Barkis babacan bir ifadeyle gülerken bir yandan barın içerisinden bir bardak çıkartarak kızın önüne koydu. “Söyle bakalım, ne istiyormuş sarışın bomba?”
Arya’nın gözleri bardağı izlerken, adamın Helen için kullandığı kelimeleri duyunca yanakları kızardı. “Eee… şey…” Tombul adam arkasındaki raflardan birinden aldığı şişeyi bardağa doldurmaya başladığı sırada Arya hâlâ utangaçlığını gizlemeye çalışarak geveliyordu. “Taş varmış, kırmızı… Onları paket edecekmişsiniz elmayla…”
Barkis şişeyi yerine koyarken kocaman bir kahkaha patlattı, “Taşlarla elma paketleyecekmişim öyle mi! Pekala bakalım, sen içeceğinin tadına bakarken ben halledeyim şunu,” diyerek barın ardındaki kapıdan mutfağa geçerek uzaklaştı.
Arya yüksek bar sandalyelerinden birine hoplayarak oturup bardağa uzandı. İçerisindeki içecek Bay Barkis’in yaptığı özel bir içecekti. Vişne ve birkaç baharatla yaptığı karışım, her gün taze servis ediliyor ve özellikle de gecenin devamını ve sabahını hatırlamak isteyen müşterileri arasında oldukça rağbet görüyordu. Küçük kız içeceğinden büyükçe bir yudum aldıktan sonra çevresine göz gezdirmeye devam etti. Duvarlardaki tablolar hep ürkütmüştü onu. Hele ki şu kırmızı alevler içerisinde olan… Barkis’in dediğine göre bu, iblislerin evi Abyss’in bir tasviriydi. Resimde alevler dışında hiçbir şey net değildi ancak “Bakan herkesin gözünde farklı bir şey görünüyor alevlerin arasında,” diyordu adam. “Belki de herkesin ruhunu yansıtıyordur,” demişti bir defasında da… O günden sonra birkaç defa uzun uzun kendi ruhunu görmeye çalışmıştı küçük kız tabloda fakat devasa alevler dışında hiçbir şey netleşmiyordu gözlerinde. Belki de benim ruhum yoktur, diye düşünmüştü son seferinde. Şimdi yeniden buradaydı ve o tablo hâlâ hiçbir şey yansıtmıyordu kendisine. Hafifçe omuz silkti ve içeceğinden bir yudum daha alarak pencereden dışarıyı izlemeye koyuldu.
Market alanı her zaman olduğundan daha sakin değildi bugün de. Ne istediğini bilen kurnaz tüccarların ardında, yarı bilinçli bir halde onları takip eden uşaklarına baktı bir süre kız. Önlerindeki gayet sağlıklı görünen, parlak ve şık giyimli adamların aksine, bu kişiler incecik yapılı, iskeletleri rahatsız edici bir biçimde çarpık duran, yüzlerinden isyankârlık bir yana, düşünmeyi dahi bırakmış olduğu belli olan boş bakışlı insanlardı. Kimi omuzlarında taşıdıkları, cüssesinin birkaç katı yükler altında ezilerek işverenlerini takip ederken, kimi tekerlekli pazar arabaları sürüklüyordu. Araba sahibi tüccarların, daha mı zengin yoksa daha mı insaflı olduklarını merak etti bir süre küçük kız.
Birkaç dakika ardından, içeriden gelen adım sesleriyle son yudumunu da içerek yerinden kalktı. Bay Barkis elinde özensizce katlanmış bir paket ve bir elma ile içeri girip paketi Arya’ya uzattı. “Al bakalım, yalnız dikkat et, tamam mı?” Gözleri küçük kızın gözlerine farklı tür bir endişeyle bakıyordu. Arya bu beklenmedik huzursuzlukla istemsizce tabloya bakıverdi tekrar. Bu handa ona huzursuzluk veren tek şey hep o olmuştu ne de olsa. Gözleri kızın gözlerini takip eden adam, tabloya baktığında dalgınca gülümsedi. “Merak etme ufaklık, bir süre daha orada bir şey göremeyeceksin… Ta ki bu yaşam, seni de her birimizi soktuğu bataklıkta boğmayı deneyene dek. İşte o gün vereceğin kararlar ile kendi tablonu görmeye başlayacaksın.” Barın diğer tarafından yavaşça uzanarak küçük kızın omzunu nazikçe sıvazladı. “Hadi bakalım, Helen’i daha fazla bekletme.”
Küçük kız huzursuzluğundan bir an önce kurtulmak isteyerek kendini dışarı attı. Hanın kapısı girerken olduğu kadar zorluk çıkarmamıştı sanki bu sefer ona. Tam geldiği yöne başını çevirdiği anda sokağın ilerisinden ona doğru yürüyen iblisle göz göze geldi. Bu bir Tanar’ri idi. Büyük ihtimalle market kısmına dişine göre bir şeyler almaya gelmişti ve şu an parlak kırmızı gözleri küçük kızın elindeki pakete doğru iniyordu… Arya panikle paketine sarılıp arkasını dönerek ters yönde koşmaya başladı. Arkasına dönüp bakmasa da zihninde adımları gittikçe hızlanan dev iblisi hayal edebiliyordu. Belki annesi veya Helen olsaydı, o kadar da büyük görünmeyecek olan bu iblis, Arya’nın minik bedeninin ardında yaklaştıkça daha da büyüyordu adeta. Omzunun üzerinden baktığında, sokağın geri kalanını tamamen kaplamış olan Tanar’ri’nin haince sırıttığını gördü. O an, peşindeki dev avcıdan kaçmak için bir ağacın kovuğuna saklanan sincaplar gibi kendisini sağdaki daracık sokağa attı. Hızını kesmeden koşarken Helen’in dükkanının aksi yönünde ilerlemekte olduğunun farkına varamamıştı henüz. Dar sokağın sonlanmasıyla beraber daha genişçe bir sokağa saptı. Panikle koşmaya devam ederken kucağında sımsıkı sarıldığı paketin baskıya dayanamayarak bir kenarından açılmasıyla aniden donakaldı kız. Tam o anda, zaman adeta yavaşlamış, paketin içinden sokağa dökülmeye başlayan damla şekilli kırmızı taşlar, almaya çalıştığı derin nefeslerin aksine ağır ağır dökülmeye başlamıştı. Taşların parlak kırmızılıklarını gördüğünde kötü bir gerçeğin daha farkına varmıştı; bunlar sahte taşlar değildi… Barkis’e sahte olanlar demeyi unutmuştu… Kan kırmızısı taşlar dönerek yere düşerken, bitmekte olan günün son ışıklarını gözlerine yansıttılar. Çok güzellerdi… Çok değerlilerdi…
Küçük kız her şeyi unutarak hızla yere kapandı. Az önceki ağır çekim bir anda sonlanmış, taşlar kaldırıma küçük kırmızı noktacıklar şeklinde dağılmış duruyorlardı. Minik elleriyle hızla toplamaya çalıştı hepsini teker teker. Acele işe karışan şeytan, şu an peşinde değil tam önünde, topladığı taşları ellerinden düşürerek eğleniyordu onunla adeta. Bu düşünceyle aniden arkasına baktı korkuyla. Tanar’ri yoktu fakat… bu sokakta kimse yoktu… Etraftaki dükkanlara bakmak istedi ancak şehrin bu kısmı marketlerin gerisinde kalan, lonca evlerine ayrılmış bir bölümüydü. Görünürde bir iki binanın üst katlarında hızla çekilen birkaç perde dışında hiçbir hareket yoktu. Arya bir yandan önündeki değerli yakutları toparlamaya çalışırken içinde bulunduğu tekinsiz durumu anlamaya çalıştı. Oh… yoksa…
Küçük kız kafasını kaldırıp bir kez daha arkasına baktığında onu gördü… Acıların Hanımı, birkaç metre ardında süzülüyordu ona doğru. Gözbebekleri büyüdü önce çocuksu bir heyecanla ve hemen ardından hayatında hiç hissetmediği bir korkuyla. Avuçlarındaki yakutlar teker teker kaldırıma geri dökülürken son bir defa yutkundu küçük kız. Hanım’ın belli belirsiz ona doğru dönen maskesiyle buluştu gözleri…
Soğuktu önce… Ardındansa bir sakinlik belirdi içinde. Ve yalnızlık… O tek bir saniye içerisinde bugüne dek Hanım hakkında düşündüğü her şeyin doğruluğunu gördü. Tek farkı, Hanım’ın bunu istediği ve bozulmasına izin vermeyeceğiydi. Sonra kısa bir an bir sürü parlama gördü çevresinde ve tekrar soğuk. Hiç hissetmediği kadar derinlerinde…
Dakikalar sonra, kapı ve pencerelerini açan insanlar, sokağın ortasındaki kan göleti ile karşılaştılar. İçinde onlarca küçük parıltı saçan yakut kızılı damlacıklarla…
Yazan: Mastema Ayşe Türkay
ya nameless one ı görünce bi değişik oldum.anlatılmaz bir oyundur PST edebiyat müzik resim birleştirilmiş bir sanattır.
yazan arkadasında emegine saglık
Çok teşekkür ederim =))) beğenmenize çok sevindim!
varsa daha yollayın okuyalım.