Dünyamızı ve içinde yaşayan bizleri gelecekte ne bekliyor sorusu, gitgide daha da karamsar bir hal almaya başladı. Belki de çekilen kıyamet sonrası filmlerin çoğu haklıdır.
Her gün yataktan kalktığımızda, tekrar aynı yere dönene kadar hayatta kalmaya çalışıyoruz. İster koca bir metropol şehrinde yaşayın, isterseniz Ege’nin ufak bir kasabasında; nefes almak, su içmek, yemek yemek, karşıdan karşıya geçerken çarpabilecek araçlara dikkat etmek ya da düşük bir ihtimal ama gökten düşecek bir örsten kaçmak hayatın gerekliliklerinden.
Yine de elimizde olmayan gelişmeler sonucunda, ki bunlar uzaylı saldırısı, suyun bitmesi, robotların ayaklanması, dünyaya meteor çarpması gibi, bu monoton hayatımız baştan aşağıya değişebilir. Umarım bu korkularımız gerçeğe dönüşmez de paşa paşa dünyadaki zamanımızı doldururuz.
Bu gibi olayların anlatıldığı, bilimkurgunun alt türü olarak nitelendirebileceğimiz kıyamet sonrası (Post-apocalyptic) türü olası afetlere karşı bizi hazırlıyor. Kıyamet sonrası en basit anlatımıyla, bu yukarıda saydığımız, elimizde olmayan sebeplerden ötürü normal insan yaşantısının değişmesidir. Günlük hayatta kolaylıkla ulaşabildiklerimiz için insanın insana düşman olduğu, korkulu bir gelecek resmidir.
Modern Prometheus’u yaratan Mary Shelley’nin, 1826 tarihli The Last Man romanı kıyamet sonrası türüne ilk örnek olarak gösterilebilir. Dünyada kalan son erkeğin hikayesini anlatan The Last Man ile birlikte, kıyamet sonrası türü literatüre girmiş olur.
Bu türü belki de en iyi kullanan alan sinemadır. Bugüne kadar bu türe adanmış onlarca film var. Eğer bu türün yakın bir takipçisi değilseniz, hangisinden başlayacağınız konusunda kafanız karışabilir. Eh, biz de bunun için buradayız.
Mutlaka izlenmesi gereken kıyamet sonrası filmlerin listesini oluştururken bir hayli zorlandığımı söylemeliyim. Türe gönül vermiş bir izleyici olarak onlarca film arasından bir liste oluşturmak, listeye girmeyen filmlere haksızlık yaptığımı düşünmeme sebep oldu. Yine de bir yerlerden başlamak gerekiyor.
Listeye geçmeden de ekleyeyim, filmleri sıralarken film kalitesi, konusu, sinematografi ve dönem üzerinde bıraktığı etkileri dikkate almaya çalıştım.
10 – Waterworld (1995)
Yönetmen: Kevin Reynolds
IMDB Puanı: 6.2
Bir dönem Türk televizyonlarında da sıklıkla dönen Waterworld, çıktığı dönemde sinema eleştirmenleri tarafından topa tutulmuştu. Aradan geçen 20 yıla rağmen filmin kötü olduğunu düşünen insanlar olabilir ama bana kalırsa, her geçen sene bu filmin değeri gözümde daha da artıyor.
Universal Studios içerisinde kendisine ait bir şovu da bulunan Waterworld, döneminin en pahalı filmlerinden biri olarak vizyonlara giriş yapmıştı. Kevin Costner’ın baş rolünde olduğu filmde, klasik kıyamet sonrası filmlerinde olan suyun tükenmesi fikrinin tam tersini işler. Bunun yerine sular dünyayı ele geçirmiştir.
Günümüzün en büyük sorunlarından biri olan küresel ısınma gerçeğe dönüşmüş, kutuplardaki buzların erimesiyle denizlerin seviyesi yükselmiştir. Haliyle tüm kıtalar sular altında kalmıştır. Toprak fazlasıyla değerlidir. Her yerin suyla kaplı olmasına karşın, temiz suya ulaşmak da bir hayli zordur.
Geriye kalan insanlar ise denizler üzerinde kurdukları şehirlerde hayatta kalmaya çalışırlar. Kevin Costner’ın yolunun geriye kalan son kara parçasını bulabileceklerine inanan Enola (Tina Majorino) ve Helen (Jeanne Tripplehorn) ile çakışmasıyla olaylar renk kazanır.
9 – Escape from New York (1981)
Yönetmen: John Carpenter
IMDB Puanı: 7.2
70’lerin ortasından itibaren beyaz perdeyi, plastik makyajları ve korku ögeleriyle dolduran John Carpenter’a, dünya çapındaki ününü Halloween getirse de Escape from New York’u da unutmamak gerekiyor.
Carpenter her ne kadar Halloween ile Hollywood eşrafına kendisini kabul ettirse de özene bezene hazırladığı Escape from New York oldukça ufak bir bütçe ile hazırlanmıştı. Aksiyonun üst seviyede tutulduğu ve Snake Plissken karakteriyle şahlanıp dört nala koşan Kurt Russell’ın oyunculuğu filmi üst noktalara çıkartmıştı.
Filmin ünlüler geçidine ev sahipliği yaptığını da unutmamak gerekiyor. Kovboy filmlerinin unutulmaz ismi Lee Van Cleef, klasik Amerikan sinemasının güleç yüzlü aktörü Ernest Borgnine ve ikonik sesiyle The Duke isimli unutulmaz kötü karakteri canlandıran Isaac Hayes filmi sırtlanan diğer isimler.
Watergate skandalının ardından filmin senaryosunu hazırlayan Carpenter, Escape from New York ile suçun inanılmaz boyutlara ulaştığı bir dünya çizmiştir. New York’un meşhur Manhattan Adası suçla o kadar dolup taşmıştır ki hükümet burayı devasa bir hapishaneye çevirmiştir. Devasa surlarla kapanan Manhattan, gözü pek yiğitlerin bile girmekten çekindiği bir suç merkezi haline gelmiştir.
Olaylar ABD Başkanı’nın kaçırılması ve Snake’in göreve çağrılmasıyla başlar. Hafif vahşi batı kokan Escape from New York, suçun göz ardı edilemeyeceği aksine ne denli kontrolden çıkabileceğinin kanıtıdır.
8 – Wall-E (2008)
Yönetmen: Andrew Stanton
IMDB Puanı: 8.4
Listemizdeki en yüksek puanlı filmlerden biri olan Wall-E, renkli bir film gibi gözükse de tüketim toplumundan, tüketim gezegenine yükselmemize ramak kaldığını gözler önüne seriyor.
Pixar’ın renkli dünyasının arkasındaki mesajları okumayı bilenlere çok ama çok korkutucu bir dünya gösteren Wall-E’de, dünyada tek başına dolaşan bir temizlik robotunun hikayesini izliyoruz. Yorulmak nedir bilmeden, çöp gezegen haline gelen dünyayı temizleyip tertipli bir hale getirmeye çalışan Wall-E’nin hayatı, çöplüklerin arasında bulacağı ufak bir filizle birlikte değişecektir.
Robotların da duygularının olabileceğini gösteren Pixar, insanların da ne kadar duygusuz ve kör olabileceğini gösteriyor. İnsanlar dünyayı kirletip tükettikleri için uzaklaşmayı tercih etmişlerdir. Zamanı gelinceye kadar da gezegenlerini tamamen unutup çılgın tüketim partilerine devasa uzay gemilerinde devam etme kararını almışlar.
Andrew Stanton’ın kaleminden ve yönetmenliğinden çıkan film, bolca ödül adayı olmuş; çoğunu eve götürmeyi başarmış, hatta Time dergisi tarafından “Yüzyılın En İyi Filmleri” listesine girmeye hak kazanmıştır. Bizim listemize girmesin de ne yapsın şimdi?
7 – Children of Men (2006)
Yönetmen: Alfonso Cuaron
IMDB Puanı: 7.9
Dünya nüfusu kontrolsüz bir biçimde yükselmeye devam ediyor. Birleşmiş Milletler’in raporuna göre 2050 yılına geldiğimizde dünya nüfusu 12 milyara ulaşacak, bırakın su ve gıda bulmayı, temiz hava bulmak bile çok zor hale gelecek.
Alfonso Cuaron’ın kaleminden ve kadrajından çıkma Children of Men, kıymeti bilinmemiş filmlerden birisi. Bu kontrolsüz artışa dik bir duruş sergiliyor. Clive Owen’ın baş rolünde olduğu Children of Men filminde, insanlar nedeni bilinmeyen bir sebepten ötürü kısırlaşmıştır. 18 yıldır hiçbir bebek dünyaya gelmemektedir.
Bu kısır dünyadaki gerilim, artan politik kavgalar ve savaşın ateşinin artmasıyla daha da yükselmiştir. İngiltere, dış dünyaya sınırlarını kapatmaya başlamıştır ve gelen mültecilere karşı özel önlemler almaya başlamıştır. Sonu görünmeyen karanlık dünyayı aydınlatması için bir bebeğin doğumu herkesin bir anlığına durmasına sebep olacak.
Sadece konusuyla değil, çekimleriyle de izleyeni doyuran Children of Men adeta gizli bir hazine.
6 – Twelve Monkeys (1995)
Yönetmen: Terry Gilliam
IMDB Puanı: 8.0
Döneminin en iyi oyuncularını bir araya toplayan Twelve Monkeys, bunu sadece renkli bir ambalaj için kullanmamış, senaryosu ile de ağızda müthiş bir tat bırakan dolguyla tamamlamıştı.
Monty Python ekibiyle komedinin sınırlarını zorlayan Terry Gilliam, 1985 yılındaki Brazil filmiyle bilimkurguya da yeni bir soluk getirmişti. Bilimkurgu türünün altından başarıyla kalktığını kanıtlayan Gilliam, Twelve Monkeys ile 90lar’a da damgasını vurmuştu.
Aslen La Jetee isimli kısa filmden uyarlanan Twelve Monkeys, zaman paradoksu, parapsikoloji, kıyamet sonrası ve bilimkurgu ögelerini harmanlayan bir başyapıt olarak karşımıza çıkıyor.
2035 yılına gelindiğinde, billinmeyen bir hastalık yüzünden dünya nüfusunun sadece %1’lik kısmı hayatta kalmıştır. Bunu araştırmak için Bruce Willis’in canlandırdığı, James Cole isimli eski mahkum zamanda geriye yollanmıştır. Cole’ün önce nereye düştüğünü anlaması, sonrasında 1996’daki insanları kendisine inandırması gerekmektedir.
5 – Six-String Samurai (1998)
Yönetmen: Lance Mungia
IMDB Puanı: 6.7
Listemizdeki en garip başlıklardan biri olan Six-String Samurai, diğer filmlerimize göre gelecekte (ya da yakın gelecekte) değil, 1960lar’ın Nevada Çölü’nde geçmektedir.
Alternatif bir tarihte geçen filmde, Soğuk Savaş’taki gergin ipler kopmuş dünya devasa bir nükleer savaş yaşamıştır. ABD kocaman bir çöle dönmüştür. Yaşanabilen şehirlerin sayısı az, ABD topraklarının büyük bir kısmı ise Sovyetler tarafından işgal edilmiştir.
Civarda kol gezegen ne idüğü belirsiz çeteler, ufak kasabalara korku salarken Elvis, nam-ı değer Vegas Kralı hakkı rahmetine kavuşmuştur. Bunu duyan gitaristler ise Vegas’a ulaşarak yeni kral olma planları yapmaktadır.
Görünüşüyle 50ler’in efsanevi Rock and Roll sanatçısı Buddy Holly’e gönderme yapan, Buddy (Jeffrey Falcon) peşinde takılan ufak bir çocukla Vegas’a ulaşmaya çalışmaktadır. Bu yolculuk sırasında diğer müzik türlerini yenmesi gerekmektedir.
Filmin garip olmasının sebebiyse, Slamdance’de iki büyük ödül almasına ve yapımcısına büyük paralar kazandırmasına karşın, yönetmen ve oyuncuların bir daha beyaz perdede gözükmemesi.
4 – The Road (2009)
Yönetmen: John Hillcoat
IMDB Puanı: 7.2
Bazı maceraların baş karakterleri vardır ve bazen bu karakterlerin isimlere ihtiyacı yoktur. Neden orada oldukları, neden hayatta kalmaya çalıştıkları, neden o yolu bitirmeye çalıştıklarını bilmenize gerek yoktur.
Farklı türlerde unutulmaz filmlere imza atmış John Hillcoat’ın yönetmen koltuğuna oturduğu The Road, bize bir baba ve oğlunun hikayesini sessiz sedasız anlatmaya çalışır. Amacı onların neden bu noktaya geldiğini göstermek değildir. Tam tersine neden son noktaya ulaşmaları gerektiğini amaç edinmiştir.
Cormac McCarthy’nin romanından uyarlanan The Road, karanlık bir dünyada umudun en büyük erdemlerden biri olduğunu gözler önüne serer.
3 – The Matrix (1999)
Yönetmen: Wachowski Brothers
IMDB Puanı: 8.7
Cyberpunk türünün sinemadaki en büyük destekçisi olan Matrix, felsefeli alt yapısı ve hayata dair göndermeleriyle bugün bile gündem konusu olmuş bir filmdir.
Mavi hap mı, kırmızı hap mı ikilemi ve “What is the Matrix?” sorusunu hayatımıza kazandırmış olan Matrix’te, robotların ayaklanmasıyla beraber karanlığa gömülen bir dünyada hayatta kalmaya çalışan bir avuç insana odaklanıyoruz.
Evangalist yorumlamalarıyla yıllardır eleştirmenlerin hedefi haline gelmiş olan Matrix, kontrolden çıkmış bir dünyanın sonucudur. Bizi hayatta tutmak için geliştirdiğimiz robotlar ayaklanmıştır. İşin komik tarafı ise insanların hayatta kalması için yine bu robotlara ihtiyaç duymasıdır.
Müthiş oyunculuklara, derin bir senaryoya sahip Matrix, sadece kıyamet sonrası hikayelere bir örnek değil, sinema tarihine de damgasını vurmuş bir yapımdır.
2 – Mad Max: Fury Road (2015)
Yönetmen: George Miller
IMDB Puanı: 8.1
Liste başına hangi filmi koymam gerektiği kavgasını bitirdikten sonra, sıra ikinci sıraya kimi koyacağımı bulmaktı. Mad Max’in unutulmaz film serisinin hepsi ayrı ayrı güzel olsa da son çekilen Fury Road, sinemaseverlere yıllardır aradığı heyecan ve macerayı yaşatmıştı.
Kendi dünyasına göndermelerde bulunmasına karşın, en yabancı izleyiciye bile kemerlerini sıkı sıkı bağlatmasına sebep olan Fury Road, gerek eski üsul çekim teknikleri, gerekse atmosferiyle kıyamet sonrası dünyanın karmaşasını anlatan en iyi filmlerden biridir.
Yaratılan dünyanın tekinsizliğinde, anarşizmin kol gezmesine rağmen insan topluluklarının bir şekilde hayatta kalmak için mücadele verdiğini görüyoruz. Herkes kendi davası uğruna iyi ya da kötü bir şekilde hayatta kalmaya çalışıyor. Tabii bir de Max var…
Uzun uzun filmlerin ardından, hiç birini seyretmemiş olsanız bile, Mad Max: Fury Road sayesinde hayatta kalmak için son sürat gaza basmanız gerektiğini çok iyi anlayacaksınız.
1 – Stalker (1979)
Yönetmen: Andrei Tarkovsky
IMDB Puanı: 8.2
Sinema tarihine yön veren Tarkovsky’nin, okullarda ders olarak okutulan Stalker filmini listemize almasak büyük, hem de çok büyük bir ayıp etmiş oluruz.
Yine bir roman uyarlaması olarak karşımıza çıkan bu yapımda, insani tutkuların mahzenlerinde uzun bir yolcuğuna çıkmaktayız. Modern dünyanın gerektirdiklerinin ufak bir konserve kabına sığacağı dönemde vizyona gören Stalker, anlatılması güç filmlerden biridir.
Üzerine paragraflar boyunca konuşabileceğimiz, Strugatsky Kardeşler’in elinden çıkma Stalker ile benliğinizi sorgulayacağınızı iddia ediyorum. Tarkovsky’nin, Strugatsky kardeşlerin eserini çok iyi bir okumayla beyaz perdeye yansıtmış. Yine de kitap ve film arasında kopukluklar olmuyor değil.
Bölge adı verilen yeri araştırmaya giden İz Sürücü (Stalker), bu alanın devlet kontrolünde olmadığını fark eder. Hatta daha da ötesinde başka bir yer vardır. Ulaşan herkesin en büyük arzularını süsleyen isteklerinin yerine getirildiği bir yer.
İz Sürücü’nün hikayesiyle paralel ilerleyen iki farklı karakterin de filme giriş yapmasıyla birlikte, nükleer savaş sonrası yıkılmış Bölge’nin, insanın hiç göremediği düşüncelerine ayna tuttuğunu göreceksiniz.