Köşe Koltuğu #8 – En Sevilen Fantastik Yaratıklar
Koltuğa çıkması yasak olan en sevilen, en güzel ve bazen en korkutucu yaratıkları kucaklayıp yanımıza oturttuk.
Epey bir zamandır ara verdiğimiz Köşe Koltuğu kaldığı yerden devam ediyor! Bu hafta Ninsu Kahraman, Burak N. Aydın, Sencer Coşkun, Aykan Balkan, Gürkan Öz, Ece Yılmaz ve Özay Şen yazdı.
Ninsu Kahraman
Fantastik yaratıklar küçüklüğümden beri ilgimi çeken şeyler olmuştur cidden. Gerçek olmasını dilediğim onca yaratığı bulabildiğim tek yer kitaplar olunca onlara gömülmek kaçınılmaz oldu tabii ki. Bu haftanın konusunu duyunca rafımda duran Fantastik Canavarlar Nelerdir, Nerede Bulunurlar? kitabımı şöyle bir yeniden okudum.
Harry Potter’ı sevmeyen kesimin çok onaylamayacağı bir durum olabilir belki ama çok sevdiğim bu kitabın sayfalarını karıştırırken özellikle işaretlediklerimden bahsedebilirim diye düşündüm. Öyle hemen ejderhalara falan dalmayacağım evet; Çok seviyorum fakat biraz daha geri planda kalmış yaratıklara bakalım istedim.
Nereden başlayacağımı bilemediğimden Yunan mitolojisi ile yazıya dalıyorum: Centaurlar. İnanılmaz hayranlık duyduğum, yarı insan yarı at yaratıklar! Aslında pek çok oyunda ve filmde geçtiğinden çok yabancısı olmadığınız bu yaratıklar favorilerim arasında.
Genelde ok ve yay kullandığını gördüğümüz at-adamlar, insanları da anlayabiliyor ve konuşabiliyorlar. Belden yukarısı insan ve aşağısı at olduğu için inanılmaz hızlı koşuyorlar doğal olarak. Tam bir savaşçılar! Ellerinden geldiğince yani…
İlk seçeneğimden yeterince belli olmamıştır diye düşündüğümden ikinci favori canavarım yine bir gen karışımına maruz kalmış olan Chimeralar. Aslan, keçi ve yılan birleşiminden oluşmuş bu canlı ilk bakışta çok korkunç gözükse de aslında oldukça büyüleyici. Alev üflediğini de unutmayalım!
Kendisini uzaktan seviyorum sadece, çok uzaktan hem de. Chimeraları da pek çok popüler kültür oluşumunda görebiliriz fakat oldukça deforme edilmiş farklı formlarda karşınıza çıkabilirler. Örneğin Full Metal Alchemist’teki Chimera bir insan ve aslanın karışımıydı.
Hipogrifler. Bir atın vücuduna ve arka ayaklarına sahip olan, kanatlı kartallar. Aslında pek çok farklı tarif var hipogrifler için fakat ben Harry Potter’dakini baz alarak yazıyorum bunu. Hem karada hem de havada inanılmaz güçlü olan bu yaratıklar bende doğal olarak büyük bir hayranlık oluşturdular.
Antik çağlarda ilahi gücün sembolü olarak görülen bu eşsiz yaratıklar pek çok mitolojide de yer alıyor. Günümüzde ise oyun, film ve kitaplarda geçen bu yaratıklar okul amblemlerinde bile bulunabiliyor!
Genel olarak bakarsak sanırım özellikle atlar ve onlarla oluşturulmuş çeşitli farklı melez canlıları seviyorum fantastik evrenlerde.
Burak N. Aydın
Vücudunun yarısı insan, yarısı boğa olan bu efsanevi yaratıkla ilk tanışmam çok küçükken oldu. Kitaplığımın en çok dönüp okuduğum ciltlerinden biri Mitoloji Ansiklopedisi idi. Bolca resimle dolu bu ansiklopedi sayesinde gelsin Yunan, gitsin Roma, azıcık Kelt, azıcık Japon derken tüm mitolojik hikayeleri sıraya dizmiştim. Ta o zamandan Minotaur aklımda kalmış.
Ardından üniversite zamanına, bir Ravenloft masaüstü oyununa gidiyoruz. Strahd’ın annesi ile tanışmanın (!) ana amaç olduğu bu esnek kurallı oyunda (gecenin bir yarısı suratımıza kapı kapatmaya kalkan zavallı köylüleri istediğimiz gibi doğrayabiliyorduk mesela… :P), ben bir Minotaur karakteri oynamıştım.
Elinde dev baltası, epey kalınca kasları ve ortalama aklı ile elinden geleni yaptı karakterim ama nihayetinde vampir lorduna erişemeden kaybettik kendisini. Ama şahsen tüm oynadığım oyunlar içinde en çok eğlendiğim tiplerden biri olarak aklıma kazınmıştır kendisi.
Son olarak eski Martin Mystère çizgi romanlarından birinde, Martin ve Java gizemli bir izin peşinden Girit adasına gidip orada kadim Mu uygarlığından kalan genetik deney sonuçlarını bulurlar. Tabii ki nihayetinde onlara kök söktüren de, tuhaf şekıilde hala hayatta kalmayı başarabilmiş bir Minotaur’dur…
İşte bende böyle izler bırakmış bir efsanevi yaratık Minotaur. Yunan mitolojisine bakarsak hikaye şu: Girit kralı Minos tahta çıktıktan sonra denizler tanrısı Poseidon’dan, krallığının onayı olarak beyaz bir boğa göndermesini ister. Poseidon’un gönderdiği boğayı, tanrılara sadakatinin ispatı olarak kurban etmesi gerekmektedir. Ama Minos bu güzel hayvana kıyamaz ve onun yerine kendi çiftliklerinden en iyi boğayı seçip onu kurban eder.
Sözünün dinlenmemesine kızan Posedion, Minos’un eşi Pasipha’yı beyaz boğaya delice aşık eder. Aşkından deliren Pasipha mimar Daedalus’a gizlice ahşaptan bir inek yaptırır ve içine saklanıp, beyaz boğa ile ilişkiye girer. Bu yanlış ilişkiden doğan yaratık, vücudu insan gibi görünen ama kafası boğa olan Minotaur’dur.
Minotaur büyüdükçe uygun bir yiyecek bulunamadığı için insan avlayıp yemeye başlar. Minotaur bir yerden sonra kontrolden çıkar ve Minos, mimar Daedalus’u tekrar çağırtıp, bu sefer Knossos’da bir labirent inşa ettirir. Minotaur bu labirentin merkezine konulur ve asla çıkışı bulamaz. Her yıl Minotaur’u beslemek için Girit’in her yerinden bakire kızlar seçilir ve labirente kapatılır.
Ünlü Yunan kahramanı Theseus, Girit’e geldiğinde bu labirent hikayesini öğrenir ve Minotaur’u öldürmeye karar verir. Kendisini görüp aşık olan Minos’un kızı Ariadne, eğer Theseus onunla evlenmeyi kabul ederse, labirentten nasıl çıkacağının sırrını vereceğini söyler. Kabul eden Theseus, bir yün yumağını labirentin girişine bağlar ve aça aça merkezine kadar gider, uyur şekilde yakaladığı Minotaur’u gafil avlayıp öldürür ve labirentten çıkar. Bu efsaneden çıkarmamız gereken, “kader herşeye kadirdir” olmalıdır herhalde. Çünkü zavallı Minotaur kaderin bir kurbanı olarak hayata gelip, yine kaderin bir oyunu sonucunda pisi pisine ölmüştür. Tanrılar çok acımasız olabiliyorlar, değil mi…
Sencer Coşkun
İblisler
Şahsen oyunlarımda en çok kullandığım yaratık familyası İblislerdir (Demons). FRP oyunlarında kaos veya kaotik yaratık denildiğinde akla gelecek ilk yaratıklar İblislerdir. Abyss – Cehennem’de (kitaptan kitaba değişir) yaşayan bu yaratıkların en güçsüzleri bile aşırı kurnazdır. Sürekli planlar, entrikalar ve “geçici” anlaşmalar içindedirler. Ölümlü insanlara bilgi satar, paralı asker olur ve meleklerle savaşırlar.
İblisler fantezi edebiyatının olmaz olmaz kötüleridir. İçinde iblis ve benzeri yaratıkların olmadığı bir fantezi dünyası bulmanız neredeyse imkansızdır. Tolkien’in Balrogları, D&D’nin Tanarrileri, Shannara’nın kara iblisleri, Sanctuary evreninden Diablo ve daha nicesi. Başlangıçta sağladıkları kas, büyü ve bilgi gücüyle epey fayda sağlasalar da zamanla sizlere ihanet etmeleri kaçınılmazdır.
Dikkat etmeniz gereken hususlar şunlardır: İblislerle iş birliği yapabilmeniz için büyü yoluyla onları yanınıza çağırmanız gerekir. En çok yapılan hatalardan biri iblisleri herhangi bir koruma çemberi olmadan çağırmaktır. Bu şekilde iblisler çağıran büyücüyü öldürme eğilimi gösterirler.
İkinci dikkat etmeniz gereken şey, iblisler her şey hakkında bilgi sahibi olsalar da sizlerle paylaştıkları bilgi genellikle doğru olmaz. Onların ipiyle kuyuya inilmez yani. Aman ha dikkat edin!
Lich (Liçler)
“Öldürmeyen Allah öldürmüyor” yaratık sınıfına geldik şimdi. Normal bir ölümlüyken bile kudretli büyücüler iken, ölümden korkan ve öldükten sonra da yaşamak isteyen kişilerin sonudur. Korkunç bir ritüel ile ruhlarını ve yaşam güçlerini bedenlerinden ayırıp bir nesnenin içine hapsederler. Böylece ruhları öbür tarafa geçmediği için bedenleri de yaşamaya devam eder ancak çürümeye başlar. Sonunda ise üstünden et parçaları dökülen, göz boşluklarından şeytani bir kırmızı ışık yayan bir iskelet büyücüsü ortaya çıkar.
Ölmeden önceki tüm bildiklerini ve büyü gücünü muhafaza etmekle kalmaz ayrıca pek çok ekstra özellik kazanır. Zihin etkileyen büyülerden, soğuktan, elektrikten ve fizyolojisini değiştirecek büyülerden etkilenmez.
Çevresindekileri korkutup kaçıracak bir korku aurası yayar ve dokunuşu rakiplerini felç eder. Genellikle kendileri kadar güçlü olmasa da ayak işlerine bakacak ve ya onlar için savaşacak başka yaşayan ölüler yaratırlar. Zombiler, iskelet savaşçılar, vampirler, ghoullar, ghastler vs.
Görünüşlerine rağmen çok sayıda karizmatik liçimiz mevcuttur. Fistandantilus, Szass Tam, Azalin, Azeroth’un Lich King’i Arthas, Yerdeniz’in Thorion’u vb.
Aykan Balkan
Tarrasque hakkında anlatılacak çok büyük kahramanlıklar veya cesaret hikayeleri yoktur. Çünkü bir Tarrasque öldüren biriyle karşılaşmanız neredeyse imkansızdır.
Ejderhalardan bile daha nadir bulunan bu yaratıkla ilgili anlatılanlarda, tüm dünyada yalnızca tek bir tane olabileceği söylenir. Sebebine gelince ancak Tarrasque’ın nasıl ortaya çıktığındaki gizem aydınlatılırsa öğrenebiliriz. Hem oyun hem de edebiyat kulvarlarında birçok fantastik dünya var. Fakat Tarrasque denen bu muazzam yaratığın nasıl ortaya çıktığına dair yalnızca birkaç teori mevcut.
İlki tanrıların insanlara olan öfkesi nedeniyle dünyaya gönderdikleri bir lanet olduğu. Bir diğeri ise karanlık büyücülerin onu dünyaya çağırdığı. Öldürmeniz neredeyse imkansız demiştim. Bunu da açıklayalım.
Herhangi bir oyun düzeninde belki farklılıklar yaşanabilir. Fakat en popüler oyun düzenimiz olan D&D’yi ele alırsak bir Tarrasque’ın öldürülmesi imkansız. Yani diyelim ki bir Tarrasque ile karşılaştınız, korkudan ölmediniz ve savaştınız. Kazansanız bile Tarrasque sadece bir süreliğine yeryüzünün çekirdeğine kadar gömülüp eski haline dönmeyi bekler. En bilinen özelliklerinden biri olan yenilenmesi sayesinde paramparça bile olsa vücudu eski haline gelecektir. Yani tamamen ölmüş olsa bile yenilenmeye devam edebiliyor.
Aslında bu da kalbiyle ilgili bir özellik fakat bundan yazının sonunda bahsedeceğim. Zaten belkide en güçlü yaratık olarak görülen Tarrasque ile karşılaşma şansınız pek olmadığından korkmanıza da gerek yok.
Genelde yer altında gizli ve devasa oyuklarda yaşayan bu yaratıkların ortaya çıkması için ya büyücüler tarafından çağrılması ya da muazzam bir açlık hissetmesi lazım. Zaten olur da yeryüzüne çıkarsa, yüzlerce ton ağırlığındaki bu devasa yaratık, dünyada bir nevi kıyameti yaşatır. 21 Metrelik boyuyla devasa pençeleri, kuyruğu ve dayanıklı derisiyle tam bir ölüm makinesidir. Kısacası savaşılmaması ve problemlerinizi konuşarak(!) halletmeniz gereken bir yaratık Tarrasque.
Bir de Tarrasque’ın mitolojik yanından bahsedeyim. Tarrasque temelde bir Fransız miti. Fakat bizim bildiğimiz halinden çok daha farklı şekilde. Efsaneye göre Fransa’nın güneyinde görülen Tarrasque aslan başlı, altı bacaklı ve kaplumbağa benzeri bir kabuğa sahip. Tabi bir de ucunda akrep iğnesi taşıdığı bir kuyruğu var.
Nerluc kralı şövalyeleri ve mancınıklarıyla yaratığa saldırsa da dokunduğu her yeri ateşe veren bu yaratığa zarar veremez. Martha ismindeki bir rahibe ise Tarrasque’ın yanına gider ve dualarıyla onu etkiler. Tarrasque rahibeden o kadar etkilenir ki kadınla birlikte kimseye zarar vermeden şehre girer. Şehirdeki insanlar ise korkarlar ve yaratığa saldırırlar. Tarrasque hiç bir direniş göstermeden halkın onu öldürmesine izin verir. Martha daha sonra vaazlarıyla bir çok insanı Hristiyan yapar ve şehrin adı Tarascon olarak değişir. Fransa’da hala Tarascon adında bir bölge ve kale vardır ve simgelerinde Tarrasque resmi yer alır.
Son olarak bütün bu bilgilerden sonra bir D&D oyununda partinizin karşısına çıkarsa ne yapabileceğiniz hakkında ufak birkaç ipucu vereyim. Dünyadaki birçok D&D oyuncusu, Tarrasque’ın öldürülüp öldürülemeyeceğini tartışıyor. Birçok fikir ayrılığı var. Fakat eğer arbede esnasında Tarrasque’ın kalbine kadar ulaşıp parçalayabilirseniz o zaman bir umut doğabilir.
Grubunuzda Wish büyüsü yapabilen bir ruhbanınız varsa ve tarrasque’ın kalbine ulaşıp parçalayabilirseniz yenilenme özelliğini de durdurabilirsiniz. Ruhbanınız Wish büyüsü ile tanrısından bir süreliğine de olsa durdurmuş olduğunuz kalbin artık atmamasını isterse yenilenme özelliğini kaybedebilir. Kalbe nasıl ulaşırım derseniz de sanırım teleport özelliği olan bir büyücü bunu deneyebilir. Bu anlattığım sadece bir teori de olsa denemeye değer. Kim bilir belki oyunun sürmesini isteyen vicdan sahibi bir DM’iniz vardır.
Gürkan Öz
Harpy ile ilk defa oyunlarda karşılaştım. Aniden gökyüzünden başınıza inen ölüm gibi. İlk giriş anları böyle gözükse de, peşi sıra kesiyorduk hepsini.
Kadın başlı, akbaba görünümlü yaratıkların mitolojide çıkış noktaları Yunan Mitolojisine dayanıyor.Hikayeye göre Thaumas ile Elektra’nın üç kızına Harpy deniliyor. Harpyler, Zeus tarafından cezalandırılan Trakya’nın efsanevi kralı Phineos’un, yiyip içtiklerini çalmakla görevlendirildikleri düşünülmektedir.
Çoğu yapımlarda kolay harcanabilir bir yaratık olarak karşımıza çıkar. Yabanlarda grup halinde bulunurlar. Her zaman bana yabani bir kabile anlayışları var gibi gelmiştir. Sürü halinde olmaları ve vahşi görünüşlerinin altında savaşma stilleriyle doğalarının en zarif halini yansıtırlar.
Çoğu mitolojik yaratıkta olduğu gibi akla direk iri yarı bir canavar gelmiyor. Çoğunlukla bu fiziksel yöndeki eksikliklerini etkileyebilme yeteneği ile kapatıyorlar. Düşmanlarına saldırırken mümkün olduğunca stratejik hamlelerle yaklaşırlar.
Görevlerimiz sırasında ıssız yollardayken dikkatli olmalıyız. Yardım çığlıkları masum birine ait olabileceği gibi Harpylere de ait olabilir.
Ece Yılmaz
Küçükken korkudan kapağında vampir olan bir bilgisayar oyununu camdan atan biri olarak, ilerde Vampirlere bu kadar ilgi göstereceğim doğrusu aklıma gelmezdi. Bunda eminim ki popüler kültürün Vampirlere olan bakış açısını altüst etmesinin etkisi büyüktür, fakat ben bu yazıda liseli kızlara poz kesen vampirlerden değil, gerçekten gecenin efendisi olan yaratıklardan bahsetmek istiyorum.
Vampir mitinin kökenleri, neredeyse insanlığın kendisi kadar eski. Mezopotamya, Antik Yunan ve Roma uygarlıklarının hikâyelerinde bahsedilmeye başlanan “kan emici” ve “yürüyen ölü” bu varlıkları mezarlıklardaki yaratıklardan şatolarda yaşayan asillere dönüşmesi ise Orta Çağ’ı buluyor.
Özellikle Güneydoğu Avrupa’yı bir dönem etkisi altına mitin kendi içinde de değişkenlik gösteren birçok yanı var. Kimine göre vampirler intihar eden insanların intikam için geri dönmüş ruhları, kimine göre ise kilisenin buyruklarına karşı geldikleri için lanetlenmiş cesetlerdi. Birçok farklılığın içinde hiç değişmeyen özellikleri de vardı: Alamet-i farikaları haline gelmiş uzun köpek dişleri, soğuk ve beyaz tenleri ve ağızlarının kenarından damlayan birkaç damla kan.
Orta Çağ Avrupa’sında birçok kişi Vampirlikle suçlanarak öldürüldü, evler yıkıldı, mezarlıklar yakıldı. İnsanlar geceleri başuçlarında haç ve sarımsakla uyudular. Zaman ilerledikçe, bir zamanların en korkulan canavarlarından biri, korku akımının en öne çıkan figürlerinden biri haline geldi.
18. Yüzyıl’da İngiltere’de etkisini gösteren Gotik akımın ürünleri olarak John Polidori’nin The Vampyre ve Sheridan Le Fanu’nun, lezbiyen bir vampirin hikayesini anlatan Carmilla romanı, Vampirlerin hikAye ve şiirlerdeki korku motifi olmaktan çıkıp, birer karakter olarak değerlendirildikleri ilk eserlerdir diyebiliriz. Yine de, kanımca vampirler, kan emici parazit statüsünden kurtuluşlarını İrlandalı yazar Bram Stoker’a borçludur.
Kont Drakula’nın yeni kurban arayışı içerisinde Transilvanya’dan İngiltere’ye gelişini konu alan romanı Dracula, Vampirizmi keşfetmese de, vampirliğin tanımını yeniden yapmıştır. Romanın yazıldığı dönem olan Victoria Dönemi, halk için zor bir dönemdi. Soyluların sahte ihtişamın peşinden koştuğu, halkın, özellikle İngiltere’deki İrlandalıların, ihtiyaçlarının görmezden gelindiği bu dönemde, Dracula’nın hem edebi anlamda daha önceki Vampir romanlarından bir gömlek üstün bir tarzla, hem de eşsiz bir sosyal ve politik taşlamayla ortaya çıkışı, onu sadece korku türünün ilgililerine değil, tüm okuyucu kitlesine ulaştırmıştır.
Vampir denince bugün aklımıza bir şato ve içinde yalnız bir asilzade geliyorsa, bu görüntünün mimarı Bram Stoker’dır. Dracula’yla birlikte aynı zamanda vampirlerin mezarlıktan şehre kesin olarak taşınmasına da şahit oluyoruz. Stoker’ın inşa ettiği bu modern vampir formu, günümüzdeki birçok romanın, filmin ve oyunun da ilham kaynağı olmuştur.
Günümüz vampirinin temelindeki diğer bir taş da, bana kalırsa 1922 yapımı Nosferatu filmidir. Dracula’dan esinlenilip başlı başına bir kült haline gelmiş bu filmde vampirin iç dünyasının dışa vurumunu izliyoruz. Film bize mermerden oyulmuş gibi gözüken bu gizemli varlıkların içlerinde nasıl bir canavar yattığını başarılı bir şekilde hatırlatıyor. Filmin konusu bir orijinallik göstermese de, Vampirliğe yaklaşımda eskiye bir dönüş yaşamış, vampirlerin aslında birer yaratık olduğunu bir kez daha göstermiştir.
Dracula ve Nosferatudan yıllar sonra, belki de 21. yüzyılın en büyük vampir kurgusu olan Vampir Günlükleri (Vampire Chronicles) ile karşılaşıyoruz. Burada da vampirler her zamanki gibi kan emen, güneşten kaçan, lanetlenmiş ruhlar. Anne Rice’ın serisini vampirlerin günümüze kadar uzanan yolculuğu içerisinde bahsetmeye değer kılan şey ise, yazarın türe yeni bir soluk katan vampir yorumu.
Vampir Günlükleri ile birlikte, Vampirler klişeleşmiş “kötülüğün vücut bulmuş hali” kalıbından sıyrılarak, kendi hikayelerinin trajik kahramanları haline geliyor. Vampirlerin iç dünyasındaki çatışmalar, vicdan azapları, kendi aralarında yaşadıkları çekişmelerin altı çiziliyor.
İşte bahsettiğim modern vampir bu eserlerdeki vampirlerin birleşimi sonucu ortaya çıkıyor. Artık vampirler geceleri tabutlarından sürünerek çıkan yaratıklar olmaktan çok uzak, geceyi yöneten, sofistike katiller haline geliyor.
Peki vampirleri bu kadar ilgi çekici yapan ne? Ölümsüzlük, mistik güçler, karanlık bir çekicilik akla ilk gelen sebepler. Gölgelerin içinden ölümlüleri yöneten bir kukla ustası olma fikri hangimiz için cezbedici değil ki? Bir motor çetesinin lideri, başarılı bir CEO ya da kendini dinine adamış bir rahip. Tüm bu maskelerin altında kusursuz birer avcı olmasının gizemi sıradan yaşantılarımızın içinde bizlere daha karanlık ve daha merak uyandırıcı bir dünyanın kapısını aralıyor.
Ölümsüzlük ve doğaüstü güçler karşılığında hayatımı vermek, açıkçası bana pek de kötü bir takas gibi gelmiyor. İnsanlar için bir korku kaynağı olan geceye meydan okuyabilmeyi kim istemez. Bence Vampirlik tüm bunların yanında, insan doğasının kusursuz bir taşlaması. Tüm ihtişamının altında hayatta kalmak için her şeyi yapacak bir canavar olması, bu canavarı mütemadiyen kontrol altında tutmaya çalışmak.
İster lağımlarda yaşayan bir yaratık olsun, ister alımlı bir sinema yıldızı, gecenin çocukları bizler için bir korku ve merak kaynağı olmaya devam edecek.
Özay Şen
Fantastik diyarlardaki her bir yaratık, ayrı ayrı inceleme konusu olabilir. Saatlerce konuşabiliriz, sayfalarca makale hazırlayabiliriz. Çoğu klasik dönem korku romanlarından ya da Yunan, Nors, Mısır Mitolojilerinden etkilenerek günümüze ulaşmış. Değişimi de yine insan eliyle olmuş.
Özellikle Ejderhaların fazlasıyla ilgimi çektiğini söyleyebilirim. Kimin ilgisini çekmiyor ki? Bugün Avustralya’daki bir Aborjin hikayesini dinleyin ya da Çin hanedan efsanelerine bakın. Hepsinde Ejderha mitinin izlerini görebilirsiniz. Devasa kanatları ile ateş püskürten bir kıyamet tellalı. Hele konu fantastik rol yapma oyunlarına gelince, Ejderhalar daha da tehlikeli oluyor.
Popüler kültür sağ olsun, Ejderhaları birçok farklı platformda görebiliyoruz. Özellikle sinema ve televizyon dizileri, izleyici çekmek için Ejderha ögesini sıklıkla kullanıyor. RPG tabanlı oyunların vazgeçilmezi haline gelen Ejderhalarla zaman zaman savaşıyor, bazen de dostumuz olarak biliyoruz. Ben özellikle masaüstü rol yapma oyunlarındaki Ejderha konusuna değinmek istiyorum.
Dünden bugüne Ejderhaların evrimini, en çok DnD ile hissettik. Yukarıdaki pek çok yazar arkadaşım da, DnD’den sıklıkla örnek vermiş. Sistemin içerisinde Dragons geçtiğini unutmamak gerekiyor. Kudretli Kırmızı, aptal Beyaz, Sinsi Yeşil, Tutkulu Mavi, Cesur Gümüş ve Efsane Altın Ejderhalar, sistemin belkemiğine oturmuş durumdadır.
Her oyuncu grubu hikayelerinin bir kısmında Ejderha ile karşılaşmak ister. Elbette her oyun yöneticisi de bir Ejderha’yı kontrol etmek ister. Ama en büyük sıkıntı bir Ejderha ile karşılaşmak kadar onu yönetmek de çok zordur. Eğer başarılı olamazsanız tüm arkadaşlarınızı kaybedebilirsiniz. Belki de yufka yüreğinizin kurbanı olup, diyarlardan bir Ejderha’nın azalmasına sebep olursunuz.
Her bir Ejderha’nın karakter özelliklerinin birbirinden farklı olması da, ortaya değişik hikayeler çıkmasına olanak sağlıyor. Mitolojilerde ölümsüzlüğü simgeleyen bu kanatlı yaratıklar, birçok romanda karşımıza akıllı varlıklar olarak çıkar. Ancak renkleri, onların karakterlerini de belirler. Bu da basmakalıp Ejderhalar’dan uzaklaşmak için bize yardımcı olur.
Şahsen kudretli bir kırmızı Ejderha yerine, yarım akıllı bir beyaz Ejderha ile münakaşa etmek, ağzımda daha farklı bir tat bırakacaktır. Ya da toprakları için mücadele eden bir Yeşil Ejderha’ya karşı entrika oyunları izlemek de, değişik olacaktır.
Öyle ya da böyle Ejderha mitolojisi, kadim insan ırklarından bu yana günümüze ulaşmıştır. Büyü ve hazinelerle zenginleştirilmiştir. Bize de afiyetle keyfini çıkartmak kalıyor.