Şirin Olabilir Ama Tahammülü Zor – Sweet Tooth İncelemesi
Çizgi roman dünyasından dizi dünyasına geçiş yapan son yapım Sweet Tooth oldu. Netflix’te yayınlanmaya başlayacak olan Sweet Tooth, Gus ismindeki yarı-geyik, yarı-insan bir çocuğun önce dünyayı sonra kendini keşfetmesini konu ediniyor.
Sweet Tooth, o zamanların Vertigo ismiyle anılan DC Comics‘in alt yayınında 2009 yılında yayınlanmaya başlamıştı. Jeff Lemire tarafından hem yazılıp, hem de çizilen Sweet Tooth, birçok okurun da onayladığı üzere, en kısa haliyle Mad Max’in Bambi ile karışımı bir çizgi roman. 2013 yılında sonlanan ve peşine 2020-21 arasında da devam serisi gelen Sweet Tooth, birçok okura ve eleştirmene göre de oldukça başarılı bir çizgi romandı.
Başarılı çizgi romanların ulaşabileceği en üst noktalardan biri de, dizi ya da filme uyarlanması olabilir. Bu konuda Sweet Tooth da kendi dizisine kavuşmayı başardı. Robert Downey Jr. ve Susan Downey yapımcılığında, Netflix‘e uyarlanan yapım 4 Haziran tarihinde yayınlanacak. FPRNET olarak önceden izleme fırsatı yakaladığımız için diziye yeni başlayacaklar için çok da sürpriz kaçıran içermeyen bir inceleme hazırladık.
Yine de belirtmekte fayda var. Dizinin önemli noktalarına değinmek adına, bazı sahnelerin nasıl geliştiğinden ya da oyuncuların sahne içerisindeki hareketlerinden örnekler vereceğim için ufak sürpriz kaçıranlar içerebilir. Eğer izleme keyfinizin hiçbir şekilde bozulmasını istemiyorsanız, diziyi izledikten ya da belli bir noktaya ulaştıktan sonra yazımızı okumanızı tavsiye ederiz.
Ormanda Yapayalnız Bir Baba ve Geyik Evladı
Sweet Tooth, birkaç yıl önce çizgi roman bağımlısı hayat sürdüğüm yıllarda önüme düşmüştü. Çizimleri ve konsepti itibariyle tam da benim ayarımda bir yapım gibi gözüküyordu. Ancak dolar kurunun artması, ciltlerin sıralı olarak bulunmaması gibi sebeplerden ötürü kütüphaneye ekleyememiştim. Yine de online mecralardan az buçuk okuyup fikir sahibi olmuştum.
Bu açıdan baktığınızda Sweet Tooth’un Netflix uyarlamasını da merak ediyordum. İlk yayınlanan fragmanın ardından görsellik ve anlatım açısından tatlı bir yapım izleyeceğiz gibi duruyordu. Taika Waititi’nin kendine has, mutlu-üzgün tarzına hayran kalmış biri olarak, belli noktalarda Sweet Tooth’un da bu yöntemi kullanabileceğini düşündüm. Ancak yapım birçok noktada çizgi romanın anlatısından uzaklaşırken, Netflix izleyicisi için de rahat izleme alanı yaratmaya çalışmış, ki bana kalırsa dizinin en büyük problemi de buydu.
Burada çizgi roman ve uyarlama karşılaştırması yapmayacağım, merak etmeyin. İki farklı ekolün karşılaştırılmasına en fazla karşı çıkan yazarlardan biriyim site içerisinde. Ancak çizgi romanın tonunun korunması adına pek özen gösterilmediğini de söyleyebilirim. Karakter değişiklikleri zaten Netflix’in en sevdiği dokunuşlardan biri. Çizgi romanı okuyup da benzer bir çizgi çıkacağını düşünmek çok naif bir davranış olurdu.
Hikayemiz, bir anlatıcı eşliğinde başlıyor ve Gus isimli yarı-geyik, yarı-insan bir çocuğun babasıyla olan ilişkisini anlatıyor. Dünyamız, H5G9 adıyla bilinen ve halk arasında “Sick – İllet” olarak bir hastalık tarafından kırılmaktadır. Olay o kadar hızlı bir biçimde gerçekleşir ki ne karantina önlemleri, ne de özel önlemler bu hastalığın yayılmasını engelleyebilir. Hastalık kısa sürede ortaya çıkıp kişiyi öldürmektedir. Bu sırada ise ilginç bir olay gerçekleşir. Yeni doğan bebeklerde, hayvansı özellikler ortaya çıkar. Kimi kuş gibi kanat ve gagaya, kimi domuz gibi bir buruna, kimi bukalemun benzeri bir surata sahip olur. Dizimizin ana karakteri Gus, diğer ismiyle Sweet Tooth ise geyik benzeri özelliklere sahiptir.
İnsanlar her daim aptal olduğu için hastalığın bu tatlış mı tatlış hayvan-insan melezlerinden kaynaklandığını düşünerek, onları avlamaya başlarlar. Gus’ın babası (Will Forte), evladını kundaklayıp ormanlık arazide gizli bir kabin bulur ve burada bir yaşam sürdürmeye başlarlar. Sonrasındaysa olaylar izledikçe kendisini tahmin edilebilir kılacak noktalara sahip olarak ilerler. Gus, babasını hastalıktan dolayı kaybeder; tek başına yaşamaya çalışır; ancak kapısını çalan bir yabancıyla birlikte maceraya çıkmaya karar verir.
Güç Bela İlk Bölümleri Bitirmek
Hikayenin geri kalanını burada anlatmayacağım elbette. Ancak şunu da eklemem gerek. Dizi, Christian Convery‘nin canlandırdığı Gus ile Nonso Anozie‘nin canlandırdığı Jepperd’ın maceraya çıkmaya karar verdikleri noktaya kadar pek gitmiyor. Karakterler ne zaman bir yerde dursalar, hikaye de duruyor. Ne anlatı bunu ilerletebiliyor ne de dizinin sakladığı gizemler izlenebilir kılıyor.
İlk sezona belli noktaları sığdıracağız diye her yere gizem serpiştirmişler ve klasik Netflix şablonuna kısıldığı için bir adım ileri, üç adım geri şeklinde ilerliyorsunuz. Tam diyorsunuz, hikaye heyecanlı olmaya başlıyor, ama yok! Netflix diziyi 8 bölüme yaymak adına vitesi sürekli olarak düşürüyor. Örneğin, Jepp ve Gus bir yere ulaşmak için bir trene binmek istiyorlar. Bunun için de Gus’ın, görüntüsünün gizlenmesi gerek. Dedim ya melez çocukları hayvan gibi avlanıyor. İşte bu trenin bulunduğu kasabaya geldiklerinde heyecan, gerilim ve koşturmaca sahneleri izleyeceğinizi düşünürken, acayip sıkıntılı bir anlatımla tüm bölümü boğmayı başarıyorlar. Tam böyle heyecan dolu bir sahne geldi diyorsunuz; sahne bir geçiyor, bir bakıyorsunuz ki “Aaa hiçbir şey olmamış gibi niye gevşek gevşek konuşuyorlar” diyorsunuz. Haliyle karga tulumba paket ediyorlar karakterlerimizi bir güzel.
Bu arada Sweet Tooth, hikayeyi birkaç kişinin gözünden anlatarak bu boğuculuğu devam ettiriyor. Gus ve Jepp bir tarafta yolculuklarına devam ederken, Aimee isimli genç bir kadının melezleri kurtarmak için oluşturduğu güvenli alanda başka bir hikaye, Aditya Singh isimli bir doktorun tedavi bulmak için yaptığı çalışmaları başka bir hikayede izliyorsunuz. Fakat ne ana karakterlerin hikayesi ilerliyor ne de diğerlerinin. Çok yavaş, inanılmaz yavaş bir tempoda ilerliyor. Bir noktada salon edebiyatı yapan, birbirlerine dakikalar boyunca bakan çok karizmatik bir erkek ve çok güzel bir kadının yer aldığı Türk dizisi izliyormuşum hissine kapıldım.
Bakın en sevdiğim FRPNET okurları, ben ağır dizi hastası bir izleyiciyim. Üzerime Sopranos, Breaking Bad, OZ falan atabilirsiniz ve ben hiç sıkılmadan izlerim. Bu diziler dram özelliklerini ön plana çıkararak, ağır diyalogları ve oturmuş karakterleriyle upuzun hikayeler anlatırlar. Hiçbir sahnesi, hiçbir çekimi boşa harcamazlar.
Ancak ne hikmetse, Netflix elindeki taş gibi bir hikayeyi müthiş yavaş bir halde anlatıyor. Bunu son dönemdeki birçok dizisinde de yaşadığını görebilirsiniz. Bir şey anlatmadan, bir şeyler anlatmaya çalışmak ve bunu yaparken de gizemi korumak. Sanıyorum Netflix şablonunun en büyük sıkıntısı da bu! İlk dönemlerde heyecanlı gibi gözükse de gizem ayarını kaçırdığınız an tüm dizi kendi içerisine çökmeye başlıyor.
Sweet Tooth da keza bir bölüme sığdırılmaya çalışılan üç hikaye ve ilerlemeyen anlatının kurbanı olmuş. Sweet Tooth rkasında, suç ve drama türündeki Hap and Leonard isimli başarılı dizinin yaratıcıları var. Jim Mickle, Hap and Leonard dizisinde basit karakterlerle bile güçlü anlatının ne kadar güzel uyuşabileceğini göstermişti. Ancak bu başarıyı Sweet Tooth ile devam ettirememişler.
Örneğin karakterlerimiz, Bear isimli genç bir kızın önderliğinde melezleri kurtarmayı kendilerine görev edinmiş bir grupla karşılaşıyor. Eğer o kısma gelirseniz, bölümü komple atlayabilirsiniz. Buranın ne Gus’a doğrudan bir karakter gelişimi oluyor, ne de Jepp’e bir etkisi oluyor. Tüm bölüm boyunca yapılan salak diyalogların ardından Jepp’in geçmişine dair önemli bir noktayı öğreniyoruz. Bu kadar. Gerçekten bu kadar…
Yahu arkadaşımız bu minik olay örgüsü için neden 40-50 dakikamı çalıyorsunuz benden? Hiç mi giriş-gelişme-sonuç örgüsünü anlatmayı başaramadınız!
Melezlere Özgürlük, Kahrolsun Kötü İnsanlar
Sweet Tooth, çizgi romanına baktığınızda gayet de güzel bir iş çıkarmış. Ancak iş uyarlamaya gelince sınıfta kalmışlar. Örneğin, dizide biraz daha fazla vahşet, kan ya da şiddet ögesi beklerdim. Çizgi romanın takip ettiği önemli unsurlardan biriydi bu. Fakat diziyi Disney çekmiş gibi aile yapısına uygun olması ve her kitleye hitap edilmesi adına işin korkunçluğunu gizlemişler.
Son dönemde The Boys, Invincible, Preacher gibi çizgi roman uyarlamalarda bu grafik sahnelerin en denli önemli olduğunu bir kez daha anladık. Sweet Tooth, bir çocuk hikayesi ya da antropomorfik bir masal değil. Bir çocuğun gözünden, insanların ne denli kötü olabilecekleri ve vahşetin, kaosun yol açabileceği yıkımı gösteren bir çizgi roman. Netflix bu ayarı büyük oranda kısmış. Tamam, ekrandaki karakterler kan havuzu içinde yüzsün, kollar bacaklar kopsun havada uçsun demiyorum; ancak anlatılmak istenilen gerilim, şiddet, korku gibi temalar izleyiciyi hiç tedirgin etmiyor.
Bunlara ek olarak öyle şahane ya da beklenmedik oyuncu performansları da beklemeyin. Gayet standart, elindeki senaryoya göre hareket eden oyuncular göreceksiniz. Hepsini bir araya topladığınızda Sweet Tooth kötü bir dizi mi oluyor?
Aslına bakarsanız dizi gerçekten kötü. Fakat haftasonu yapacak bir işiniz olmadığında, peşpeşe bölümler izleyerek boş vaktinizde, vakit doldurmak istediğinizde ya da çalışırken yanda ses olsun diye bir program açmak istediğinizde Sweet Tooth imdadınıza yetişebilir. Netflix’in en müthiş yapımı değil evet, ama izlenebilecek ve çok da ciddiye alınmaması gereken bir potansiyeli var.
Mesela diziyi Yeni Zelanda‘da çekmişler. Oranın doğa harikalarının ne kadar güzel olduğunu Yüzüklerin Efendisi serisinden anlayabilirsiniz. Hadi tek örnekle kalmayayım, yazıda ismini zikrettiğim Taika Waititi‘nin kendi ülkesi olan Yeni Zelanda’da çektiği birkaç filme bakın, çok daha iyi anlayacaksınız. Ancak Netflix nedense, diziyi Yeni Zelanda’da çekip doğa harikalarına yer vermek yerine; büyük sahne çekimlerine göz yoran CGI eklemiş gibi duruyor. Yani CGI için bu kadar bütçe ayrılacağına, güzel bir drone ve sağlam bir kamera ile verilmek istenilen manzara sağlanabilirmiş. Bu büyük çekimleri zaten 2 bölüm kadar görüyorsunuz sonra bir daha görmüyorsunuz.
Son olarak dizinin ana kötüsüne de iki çift lafım olacak ama çok da uzun tutmak istemiyorum. Çünkü kötülüğün vücut bulmuş hali gibi anlatılmasına karşın “HAHA, ben kötüyüm. Evet, en kötü benim” tadında bir karakter gösterilmiş. General Steven Abbot rolündeki Neil Sandilands’ı ilk defa izledim ama karakter sanki çocuk-komedi türündeki bir diziden filmden çıkmış gibiydi. Generral Abbot’un ve kendi özel ordusunun motivasyonunu gerçekten anlamadım.
Sonuç
“Ya bu adam niye hiçbir şeyi beğenmiyor!” dediğinizi duyar gibiyim. Hatta diyorsunuz da! Haklısınız. Beğenmedim! Fakat niye beğenmediğim bir şeyi size beğenmiş gibi anlatayım ki? Sweet Tooth, iddialı bir yapım değil. Dedim ya yukarıda da, boş vaktinizi doldurmak için izleyebilirsiniz. “Binge Watch” denilen, dizinin bölümlerini peşpeşe izlediğiniz tarzda bir yapım değil. İnanın, şu güzel yaz günlerinde şöyle en yakın parkta ya da sahil şeridinde iki tur atmak, balkonda falan oturup bir çay tüketmek ya da soğuk bir meşrubat tüketmek varken, bu içinizi sıkacak diziyle vakit kaybetmeyin.
Çizgi romanın anlatısını çok beğenmeme rağmen, dizi bana zulmetti. Kıyamet sonrası bir dünyada, melezlerin tehlikede olması, birer hayvan gibi avlanmaları, illet adı verilen bir hastalığın insanlığı tümden kırması ve buna karşı yapabilecekleri çok az şey olması gibi çok güzel bir anlatıyı, diziye çevirirken nasıl öldürmeyi başarmışlar, şaşırdım doğrusu.