Mekanize Amerikan Rüyası – Otomatik Piyano İncelemesi
“Ne kadar akıllıysan o kadar iyisin. Eskiden, ne kadar zenginsen o kadar iyisin, derlerdi. Takdir edersiniz ki ikisi de bunlara sahip olamayanların kolay kolay kabullenemeyeceği şeyler.”
Üçüncü Dünya Savaşı’nın sonrasında, artık hiç savaş olmayan bir dönemdeyiz. Hayatımızı ve özgürlüğümüzü makineler ve bu makineleri yöneten bir avuç insan belirliyor. Eğer yeterince akıllıysanız toplumu yöneten müdür ve mühendislerin arasına girebilirsiniz. Sınavları geçemeyecek ve makinelerle rekabet edemeyecek durumdaysanız ve başka bir gelir kaynağınız da yoksa Ordu’ya ya da Yeniden İnşa ve Islah Kurumu’na katılmak zorundasınız.
MS 1952 yılında, süper mühendislerin yönetimi altındaki New York’un Ilium kenti üç kısımdan oluşur. Kuzeybatıda müdürler, mühendisler ve devlet memurları; kuzeydoğuda makineler, güneyde ise halkın çoğunluğunun yaşadığı Yuva isimli bir bölge vardır. İkinci Sanayi Devrimi ve Üçüncü Dünya Savaşı ile birlikte mekanikleşen bu toplumda hemen her işi makinelerle çözmek mümkün olduğundan sıradan insanlara da gereksinim kalmamıştır. Herbert Marcuse, Tek Boyutlu İnsan kitabında, teknolojik dönüşüm aynı zamanda politik dönüşümdür, der. Toplumun totaliter özellikleri karşısında teknolojinin yansızlığı sürdürülemez. Toplum, özgür bir toplum olabilmek için ilkin tüm üyeleri için özgürlüğün ön-gereklerini yaratmalıdır, diye devam eder. Kurt Vonnegut, kaleme aldığı ilk romanı Otomatik Piyano’da gelişen teknoloji ile birlikte totaliter bir toplum yaratır. Toplumdaki makineleşme, insanların elinden yalnızca iş gücünü değil, hayal güçlerini, inançlarını ve yaşama isteklerini de alır.
Otomatik Piyano bizlere olanı değil, olabilecekleri anlatan bir distopya. Üçüncü Dünya Savaşı sırasında Amerika’daki erkekler ve kadınlar savaşa gidince geriye kalan müdür ve mühendisler, insan gücü olmaksızın üretim yapmayı başardılar. Amerika’nın savaştan galip çıkmasını sağlayan şey de insan gücüne ihtiyaç duymayan üretimin başlamasıydı. Ancak yıllar sonra savaştan dönen insanlar yerlerine geçen makinelere boyun eğmek ve amaçsız bir hayatı sürdürmek zorunda kalırlar. Bir insana doğumundan itibaren üretkenliğin faydası anlatılır. Bir şeyler başarmalı ve topluma faydalı olmalısınız ki etrafınızdaki insanlar tarafından kabul görebilesiniz. Savaştan döndükten sonra IQ’unuzun çalışmak için yetersiz olduğunu öğrenmeniz, yalnızca iş imkânlarının değil sanatın ve hayal gücünün de elinizden alındığını görmeniz sizi ya boyun eğmeye ya da isyan etmeye sürükleyecektir. İşler bu noktaya geldikten sonra küçük bir kıvılcım, büyük yangınları doğurmak için yeterli olacaktır.
“Yanlış yola saptıktan sonra geriye doğru atılan bir adım, doğru yolda atılmış bir adım demektir.”
Ilium Fabrikası’nın müdürü olan Doktor Paul Proteus, zeki biri olmasının yanı sıra Amerika’nın makineleşmesinin temellerini atan Doktor Proteus’un oğludur. Bu durum, yer aldığı ayrıcalıklı sınıfta daha da değerli olmasını sağlar. Eski dostu Ed Finnerty’e alacağı bir içki için Yuva’daki bir bara girene kadar IQ testini geçemeyen insanların ne halde yaşadığı aklını meşgul etmez. Devletin en üst kademelerinde görevli olan Ed Finnerty’deki değişimse yavaş yavaş Paul’ü de etkilemeye başlar. Paul ve Ed’in edindikleri yeni arkadaşları ve fikirleri, onları Mekanize Amerikan Rüyası’ndan uyandırır. Her ne kadar kabul etmese de hayatını eşi Anita’nın söylemlerine göre yaşayan Paul, edindiği yeni fikirleri ilk olarak eşiyle paylaşır. En yakınındaki kişiyi bu uykudan uyandırabilirse gerisinin çorap söküğü gibi geleceğini düşünür. Üniversite okumamış olan Anita, yalnızca Paul ile olan evliliği sayesinde bu ayrıcalıklı toplumun bir parçasıdır ve gerçeklerle yüzleşmeyi şiddetle reddeder. Dipten gelen bir dalgayla insanların bir araya toplanması, Hayalet Gömlek hareketinin doğması ve Paul’ün bir şekilde bu hareketin lideri olması işleri içinden çıkılamayacak bir hale getirir. Devrim, artık kaçınılamayacak bir sondur.
Sanatın Yok Edilmesi
Özgür olmayan bir toplumda sanatsal gelişimden bahsetmek mümkün değildir. Dilediğiniz bir şarkıyı besteleyemez veya aklınızdan geçenleri kaleme dökemezsiniz. Otomatik piyanoya birkaç kuruş atarak bir şarkı dinleyebilirsiniz. Yeni bestelere ihtiyaç varsa makineler belli kodlamalar sayesinde toplum için yeni bir beste üretebilir. Geçiminizi kaleminizle sağlayan bir yazar olabilirsiniz ancak sabotajı savunmaya teşvik suçuyla hapse girmek istemiyorsanız devletin oluşturduğu on iki tip okura hitap edecek türden yazılar yazmalısınız. Makineler hakkında olumsuz fikirler yerine sürat teknelerinden bahsedebilirsiniz. Toplumun ressamlara da ihtiyacı yok çünkü makineler Rembrandtları, Goyaları veya Da Vincileri yeniden ve yeniden üretebiliyor. İnsan üretiminin hiçbir alanda var olmaması ise devletin toplum üstünde tam bir kontrol oluşturmasını sağlıyor.
Kurt Vonnegut’un, “Konusunu, konusu güle oynaya Biz’den araklanmış Cesur Yeni Dünya’dan güle oynaya arakladım” dediği Otomatik Piyano’su kendisinden önce yazılan tüm distopyalar ile ortak noktada buluşuyor. Orwell’in 1984 romanında da dilin devlet tarafından katledilmesi ve insanların her daim izlenmesi sanata darbe vurmuştu. Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sında ise birey tamamen yok edilir. Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi’nde dünyaya getirilen insanlar tıpkı Otomatik Piyano’da olduğu gibi yalnızca belli kitapları okuyabilir. Edebi kitapları okumak yalnızca Vahşi olarak nitelenen ve toplumdan dışlanan insanların yaptıkları bir şeydir. Yevgeni Zamyatin’in Biz romanında, mutluluk ve özgürlük asla bir arada bulunamaz. Tek devlet ile özgürlük ortadan kalkmış, mutluluk geri gelmiştir. Otomatik Piyano’yu bu distopyalardan ayıran en önemli özelliği ise Vonnegut’un her eserinde gördüğümüz mizah dolu dili.
Kurt Vonnegut’un kaleme aldığı ilk romanı ve bilimkurgu olarak kabul ettiği iki romanından ilki olan Otomatik Piyano, ülkemizde 1997 yılında Metis Yayınları tarafından basılmıştı. Yıllarca yeni baskını beklediğimiz ve sonunda April Yayınları tarafından yeniden basılan Otomatik Piyano’nun çevirisini İrma Dolanoğlu Çimen ve editörlüğünü ise Algan Sezgintüredi üstleniyor.