İncelemeler

Kahramaneler

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir varmış, bir yokmuş, deve tellal iken, eşek natır, sıçan berber, gugukçu terzi, tosbağa ekmekçi iken, hamama vardım hamamın tası yok, peştemalın ortası yok, şu koca masal diyarında, bir tek kadınlar yok…

‘Fantastik edebiyat’ dediğimiz külliyat, en nihayetinde –ve tabii, en indirgemeci tanımıyla– anlattığımız ve dinlediğimiz tüm masallardan mürekkep, koca bir evren. Bugün kitapçıların ‘fantastik’ etiketli raflarındaki kitaplar, bir bakıma postmodernizm süzgecinden geçmiş masallar. Bir diğer kendini bilmez tanımlamayla, masalların güngörmüş haline fantastik edebiyat diyebiliriz. Bu nedenledir ki, tıpkı masallarımız gibi, fantastik edebiyat da, bizleri en çıplak halimizle anlatır. İnsan evladının tüm entrikacılığı, iktidar hırsı, aldatıcı doğası, kısacası Leviathan’ın envaiçeşit tezahürü bulunur bu masallarda. Ama bir de kahramanları vardır. Şövalyelerinin eğilmez gururu da, iyi ejderhaların insanlara yardım etmesi de, karanlığa bilerek ardını dönüp günışığını ilk kez gören savaşçı da, var olmanın Rousseau’cu halinin bulunabileceğini hatırlatır. Peri Padişahı’nın aldatıcı sarayı Hobbes’çuysa, Ursula LeGuin’in eşitlikçi Annares’i de, düsturu “savaşma seviş” olan  pigme şempanze Bonobo’cudur o zaman.

İşte bu yüzden, kahramanları kadar kahramaneleri de vardır bu dünyaların. Ve öylesine uzun zaman kıyıda köşede kalıp, kahramanlara pencere süsü (bkz: Rapunzel) oldular ki, öne çıkıp bir kez daha kılıçlarını kuşanmak için epeyce beklemeleri gerekti. Ama, cin şişeden çıktı bir kere. Kadın bu, pencerede bıraktığın gibi beklemiyor elbet. Kadın hareketi sokakları, şehirleri, yaşamın kendini talep etmeye başlayalı beri, dokunmadığı alan kalmadı; masalları tersyüz eden feminist çalışmalar sayesinde fantastik edebiyata da mebzul miktarda katkıda bulunuldu. Buyurun, masallardan postmodern masallara, kadın kahramanların öykülerine…

Kahramane dediğin…

İngiliz milleti bu meretin erkeğine ‘hero’, kadınına ‘heroine’ diyor. ‘Hero’, eski dilde muhafız anlamına geliyor; kökeni konusunda rivayet muhtelif ama biz en çok evliliğin muhafızı Tanrıça Hera’dan geldiği fikrine ısındık. Türkçede ise kahraman tek elbet. Açalım bakalım Nişanyan Sözlük ne diyor ‘kahraman’ sözcüğü için? Farsça, İran mitolojisinde Şah Tahmasp’ın Qahtarasp tarafından tahtından mahrum edilen oğlu. Bir de kārframān var tabii, iş buyuran anlamında. Dönelim kahramanımıza, bakalım o ne diyor? “Atıl kurt!” Bu durumda evet, iş buyuran yağız delikanlılara kahraman diyoruz ve bu arkadaşları işleri güçleriyle başbaşa bırakıp, kahramanelerin öykülerine geçiyoruz.

kahramaneler-turk-masallari

Eh, uzatmayalım mestaneyi, çatlatmayalım kestaneyi. Buradan kalkıp gidelim, az gidelim uz gidelim, dere tepe dümdüz gidelim, altı ay bir güz gidelim. Bir de arkamıza bakalım ki, bir arpa boyu yol gitmişiz, gelmişiz Anadolu’ya. Kunos’un derlediği Türk Masalları’nda, karşımıza iki tip kadın çıkıyor. Biri, “ayın on dördü gibi güzel, güldükçe güller açan, ağladıkça inciler dökülen, bastığı yerde çayır çimen biten” esas kızımız. Bu esas kızlarımızın, padişahların “bin can ile” âşık oldukları cihan güzeli payesinden öte, aksiyona pek bir katkıları yok. İkincisi ise kötü kocakarılar ile çirkin halayıklar. Onların da görevi suyu bulandırmak, “Aman da ifrit bulayım, ejderha doğrayayım,” diyen yağız delikanlılara sebep yaratmak. Ancak anaerkil Anadolu kültürü de kendini öyle kolay kolay teslim etmemiş. Bu ikisinden başka bir de devanaları var ki, tadından yenmez.

“(Padişahla lalası)… bir de bakarlar ki, minare gibi bir devanası oturmuş, bir bacağını bir dağa, bir bacağını öbür dağa uzatmış, memelerini yağ tulumu gibi sırtına vurmuş, ağzında bohça kadar bir sakız çiğner, şakırtısı yarım saatlik yoldan iştilir, soluğu karayel gibi çıkıp tozu toprağı birbirine katar, sekiz arşın kolları var. Ömürlerinde böyle bir şey görmedikleri için akılları başlarından çıkan padişah ile lala… ‘Aman nineciğim’ diyerek devanasının boynuna sarılırlar. Devanası, ‘Şimdi sizi tahtakurusu gibi ezerdim ama bereket versin, nineceğim diye boynuma sarıldınız…’ der.”

İşte gönlümüzün kahramanı devanaları, kadim çağlardan beri var olan Ana Tanrıça figürünün görüntüsü (devanasının biri bir dağda diğeri öbüründe memeleri Kybele’nin bereket yüklü memelerinden öte nedir ki?) bu yeni erkek masallarındaki çatlak olur. Üstelik, örneğin Avrupa efsanelerindeki gibi her daim kötü ve korkutucu da değil. Hatırlayalım, Arthur efsanesinin Hıristiyan yorumlarında Ana Tanrıça’nın rahibeleri kötü, büyü şeytaniydi. Ama artık havasından mıdır, suyundan mı bilinmez, Anadolu’da durum biraz farklı işliyor. Anasının koynuna sığınıp nedamet getiren, hürmette kusur etmeyen padişah, her seferinde –Kunos’un derlemesindeki devanalı masalların hepsinde, istisnasız olarak– yardım alıyor.

Buradan çıkıp suyun az ötesine gittiğimizde de, Hera’sından Artemis’ine, pek çok kadın karakteri başrolde. Az daha ötede, kuzeyde Valkyrie’ler (savaşta ölenlere Odin’in diyarı Valhalla’ya kadar eşlik eden dişi savaşçılar) Valhalla’da cenk ederken, birden ne oluyorsa oluyor, kadınlar masallardaki yerlerinden alaşağı ediliveriyorlar. Aslında ne olduğunu biliyoruz tabii, yok semavi dinlerdi, yok üretim biçimlerinin değişmesiydi, yok erkek egemen toplumdu derken, bundan kelli masallarda ancak birer masa süsüne dönüşüveriyoruz. Böylece, uzun bir süre (Beowulf’tan alsak 1200, Shakespeare’den alsak 500 yıl) kaçırılan, göz konan, ama her halükârda edebiyle oturan, ya saçını merdiven eden biçare (Rapunzel), ya ille de gidip o iğneyi parmağına batıran yarım akıllı (Uyuyan Güzel Aurora), ya hakkını aramayı bilmeyen, saflığıyla bizleri bile hasta eden zavallı (Külkedisi) kadınların dönemi açılıyor. Bu masalların tümünde aynı izlek işliyor. Kız mutlaka ‘pek güzel, latif, şirin’ olur (küfreden bir Pamuk Prenses ya da “Hieeeyt!” narası ile kılıcını çekip saldıran bir Külkedisi tahayyül etmeyi bir deneyin bakalım) ve hep ama hep, usanmadan, prensinin gelip onu kurtarmasını bekler. Başkaca da bir şey yaptığına tanık olmayız. Böylece, yeni nesil ‘babalarının prensesleri’ de anafikri öğrenmiş olurlar. Bir; diğer kadınlardan kork, onlar düşmandır. İki; efendi gibi otur, adamın gelip seni kurtarmasını bekle. Gelgelelim, devran döner, kadınlar sokaklarda sesini yükselttikçe, kahramaneler kılıç da kuşanır, vampir avcısı da olur. Tam da bu noktada Simone de Beauvoir’dan başlayıp 8 Mart direnişinin kadınlarına kadar tüm ahaliye iki espaslık bir saygı duruşunda bulunalım. “..” Malum, onlar olmasaydı bugün hâlâ aynı arketipin masallarını okuyor olurduk.

Kızıl bir afet: Sonya

Güçlü, kılıç kuşanan kadın kahramanların ilk öncüsü, Robert E. Howard’ın 1934 tarihli kısa öyküsü Shadow of the Vulture’da (Akbabanın Gölgesi) karşımıza çıkan Red Sonja (Kızıl Sonya) olur. Howard aynı zamanda tarihin gelmiş geçmiş en maço kahramanlarından Conan’ın da yaratıcısıdır. Bu nedenle, Kızıl Sonya, epey bir erkek fantezisi ile yüklüdür. Örneğin sonraki yıllarda yayımlanan çizgi romanlarda, Kızıl Sonya kılıcını kuşanmıştır kuşanmasına ama her nedense, ortalıkta bikiniyle dolanmaktadır. Bu kılıkta Kimmerya’nın soğuğunda nasıl hayatta kalabildiğini ise mistik büyü gücüyle açıklamamız gerekmektedir herhalde! Gerçi haksızlık etmeyelim, Conan abi de ortalıkta bir zıbının alt kısmından hallice donla dolaşır. Bildiğimiz gibi, “Et, satar.” (Çizgi roman gençliğine hatırlatalım, Conan ilk olarak 1932’de, efsanevi Strange Tales of Mystery and Terror [Gizem ve Dehşetin Tuhaf Öyküleri] ve Weird Tales [Olağandışı Öyküler] dergilerinde yayımlanan kısa öykülerle karşımıza çıkar. Çizgi roman olarak dolaşıma girmesi ise 1970’lerde Marvel ve Dark House adlı iki yayınevinin marifeti ile olur.)

Ah ‘68, sen nelere kadirsin!

‘68’le birlikte, tüm dünyaya olduğu gibi fantastik edebiyata da bir haller olur. Çiçek çocuklarının romantizminin yanı sıra New Age teranesinin dolaşıma girmesiyle birlikte eski mitler dolaptan çıkarılır, şöyle bir silkelenip yamalar yapılır. Bram Stoker yadigârı Kont Drakula’ya bir haller olur mesela; Anne Rice’ın Vampirle Görüşme serisi ile vampirlerimizi ilk kez postmodernist bir yaklaşımla, acı çeken, kuşkulu, kendiyle ve dünyayla derin dertleri olan kurbanlar olarak görürüz. Anne McCaffrey’in Pern serisi, ejderlerle insanları mistik olarak birbirine bağlar. Marion Zimmer Bradley bin yıllık Arthur efsanesini alaşağı eder. Ursula K. LeGuin, Lin Carter, Mercedes Lackey gibi kadın bilimkurgu ve fantazi yazarları arzı endam eder. Üstelik bu kez öyle sade suya tirit, arka sayfa güzeli olsun diye bikini giydirilmiş, kılıçlı kadın karakterler yoktur karşımızda. McCaffrey’in uğruna güzellemeler yazılan korkusuz ejderha binicisi Lessa’dan tutun da, Bradley’in güçlü Ceridwen rahibelerine kadar öyle güçlü kadın karakterler çıkar ki meydane, her biri birbirinden şahane. İlk kez, öyküleri kadının gözünden okur, erki ‘erkekleşmeden’ elinde tutan kadınlarla tanışırız. Bu, en hafif tabiriyle heyecan vericidir.

1980’ler ve sonrası

1980’lere gelindiğinde ise, editörlüğünü, bu alanda kadının sesini yükseltmeyi görev addeden Bradley’in yaptığı Swords and Sorceress (Kılıçlar ve Büyücü) serisi ortalığı kasıp kavurdu. Başrolde kadın kahramanların yer aldığı kısa öykü derlemelerinden oluşan seriler, fantastik edebiyat alanına pek çok yeni kadın yazar kazandırdı. Bu dönem ve sonrasında ise, mutlaka sözünü etmek gereken iki seri var. Birincisi Laurell K. Hamilton’ın Anita Blake, Bir Vampir Avcısı serisi, diğeri ise R. A. Salvatore’nin Kara Elf Üçlemesi.

Anita Blake serisi, en hafif deyişle, kışkırtıcı. Başroldeki vampir avcısı, zombi diriltici ufak tefek esmer güzeli Anita Blake, çevresindeki tüm vampirlere, kurtadamlara, bilumum likantropa (şekil değiştirici) ve envaiçeşit kötü adama diz çöktürür. Bu arada kördüğüme çevirdiği aşk hayatıyla da okuyucunun ilgisini daim kılar. Eh, bir tarafta yakışıklı bir kurtadam, öte tarafta arzu nesnesi bir vampir adam olunca, haliyle, öykü su gibi akıp gider. Anita Blake, Bir Vampir Avcısı, bol kan ve şehvetten müteşekkil bir serinin başrolünü bir kadın kahramana vermesi açısından önemlidir önemli olmasına da, bu kadın kahramanın gittikçe ‘erkekleşmesi’ gibi ufak bir sorundan da paçasını sıyıramaz. Anita’nın testosteron seviyesi, seriye eklenen her yeni kitapta yükselir. Serinin onuncu kitabı Zincirlenmiş Narkissos kelimelerin şehvetine (mecazi anlamda da değil üstelik) fazlasıyla kapılmıştı, 16. kitap Karakan’a geldiğimizde ise artık yolun sonunu açıkça görmeye başladık. En iyisi şöyle anlatalım; Anita Blake’in repliklerini alıp Conan’ın konuşma balonuna gönül rahatlığı ile yerleştirebilirsiniz. Serinin toplam 17 kitabı olduğu düşünülürse, Anita’nın geleceği hakkında endişelenmemiz doğal tabii.

Vampirlerden söz açmışken, Stephanie Meyer’ın çoksatan serisi Alacakaranlık’a da minik bir olta atmadan geçmeyelim. Meyer’ın esas kızı Bella’yı sünepeliği nedeniyle esefle kınıyor, dümenimizi daha güçlü karakterlerin olduğu bir yöne kırıyoruz.

drow-girl

Gelelim R. A. Salvatore’nin, kara elflerin gizli dünyasının kapılarını açtığı Kara Elf Üçlemesi’ne. Bu kez elimizde bir erkek yazar ve en ince detayına kadar düşünülmüş, şaşırtıcı bir kadın dünyası var. Karanlıkaltı’nın entrikalarla dolu Menzoberranzan şehrindeyiz. Şeytani Tanrıça Lloth’un hüküm sürdüğü anaerkil bir şehrin büyüyle şekillendirilmiş evleri arasında dolaşıyoruz. Bırakalım, kahramanımız, karanlıkla beslenen bir toplumun soylu evlerinden birine, aydınlık bir yürekle doğmuş üçüncü oğul Drizzt Do’Urden anlatsın:

“Mevki, tüm drow (kara elf) dünyasında daha önemli başka bir sözcük yoktur. Bu onların –bizim– dinimizin bir gereği, açlık çeken yüreğin ardı arkası kesilmeyen uğraşıdır. İhtiras iyi niyeti bastırır, merhameti söküp atar, Hepsi O’nun adına yapılır: Lloth, Örümcek Kraliçe… Örümcek Kraliçe bir kaos tanrıçasıdır. Drow dünyasının gerçek hükümdarları olan Lloth ve onun ulu rahibeleri için ihtiras içinde zehirli hançerlerine sarılanlara kötü gözle bakmazlar.”

Salvatore’nin bu karanlık dünyası iki açıdan önemlidir. Birincisi, tamamen anaerkil bir toplum düzeni tahayyül ettiği için. İkincisi, bu toplum düzeni her ne kadar şeytani olsa da, bu şeytaniliği kadınlara bağlamadığı için. Salvatore, kalıpları tersyüz eder. Kadın ve erkek bağlamından kurtardığı ‘iktidar kavgası’nı toplamda bir ‘hal-i pür mealimizin haritası’ gibi şekillendirir. Serinin sonraki kitaplarında, kendi yolunu çizen kadın savaşçı Catti-brie karakteriyle ise göz kamaştırır.

Yeni dönem fantastik edebiyatta kadınlara bakarken Margaret Weis – Tracy Hickman ikilisinin Kahinin Gülü serisini de atlamayalım ve Doğu’dan başladığımız yolculuğu yine Doğu’da bitirerek çemberi kapatalım. Ejderha Mızrağı serileriyle ünlenen ikilinin Kahinin Gülü serisi de epey ilgi çekti. Masal bu ya, ‘Sularin’ nam gezegen yirmi tanrı tarafından yönetilirmiş. Bu tanrıların her biri, en baba Tanrı Sul’ün bir yüzünü temsil edermiş; bazıları iyi bazıları kötü, bazıları tarafsızmış. (Hey gidi dualizm günleri, iyi-kötü idare ediyorduk işte, bu tarafsız denen dönekler işi karıştırdı tabii.) Neyse efendim, bu tanrılar Sul’e sırt çevirip kendi başlarına kumpaslar kurunca dünya çöküşün eşiğine gelir ve göçebelerin tanrısı Akhran, kan davalı iki şeyhin çocuklarının evlenmesini buyurur. İtiraf edelim ki, serinin oryantalist bakışı kaçınılmaz olarak bir soğuk duş etkisi yaratıyor ama ifritler, mangaldan çıkan cinler, ipekler ve buhurdanlar içinde unutup gidiyorsunuz. Weis – Hickman ikilisinin ödevlerine iyi çalıştıkları belli. Ne kan davası eksik, ne hurileriyle birlikte tasarlanmış cennet tahayyülü. Ancak bu serinin yazımızda topa girdiği nokta, kadın kahraman Zohra. Kabilesinin biricik gülü Zohra, hem metaneti hem özgürlüğüne olan düşkünlüğü ile göz dolduruyor. Öykünün kuzeyden gelen büyücüsü, eşcinsel Matthew’un bu katı erkek dünyasına düştüğünde yaşadıkları ise cabası. Ve evet, tekrar edelim, ‘medeniyete ermiş Kuzey, geri kalmış Güney’ sakızına aşinayız ama bu durum, Kahinin Gülü serisini iyi kotarılmış bir öykü olmaktan alıkoymuyor.

Ve böylece, çemberimizi kapatıyor, masal dünyasında çıktığımız kadın yolculuğunu noktalıyoruz. Bol kadınlı bir tekerlemeyle bitirelim bari:

Masal masal matladı, iki sıçan atladı, kurbağa kanatlandı, bit kadın damdan düştü, pire kadın saçını başını yoldu… Masal masal maniki, tırnağı var on iki, on ikinin yarısı, fındıkçının karısı… Masal masal matitas, kaynanamın başı tas, kuyuya indi çıkamaz, pır pır etti uçamaz.

 

Yazan: Damla Özlüer
Not: Bu yazı ilk olarak Agos Kirk (Kitap) ekinde yayımlanmıştır.

Bu İçeriğe Oy Verin

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu

Log In

Forgot password?

Forgot password?

Enter your account data and we will send you a link to reset your password.

Your password reset link appears to be invalid or expired.

Log in

Privacy Policy

Add to Collection

No Collections

Here you'll find all collections you've created before.