İncelemeler

Sır Dediği Güzellik Sırrıymış – Likenlerin Sırrı İncelemesi

John Wyndham‘ın Likenlerin Sırrı kitabı bir feminist bilimkurgu romanı. Fakat yazar cinsiyet eşitsizliği, evrim ve bilimsel gelişmelerin etkilerini tartışırken hikayenin kurgusu zayıf kalıyor.

Bu inceleme yazısında 225 sayfalık romanın ilk 54 sayfasında öğrendiğimiz şeylerden bahsediyor olacağım. Bu yüzden spoiler uyarısı yapmalıymışım gibi hissediyorum. Fakat bahsedeceğim şeyleri romanın tanıtımlarından ve arka kapağından da öğrenebiliyorsunuz. O yüzden kitap tanıtımlarına ya da arka kapağına zaten göz attıysanız bu yazıda bir spoiler olmayacak.

John Wyndham’ın şimdiye dek okuduğum tüm romanlarından çok keyif almış ve etkilenmiştim. Yazarla Kraken Uyanıyor romanında tanıştım. Aksiyonu hayli yüksek o romanda okyanuslarımızın derinlikleri devasa yaratıklarla dolu olsaydı neler yaşardık, onu izliyoruz. Krizalitler romanı her toplumun normalinin farklı olduğunu gösteriyor. Bu normalin dışında kalanların yaşadığı eziyeti anlatıyor. Midwich’in Guguk Kuşları ise bir gün Midwich kasabasında bulunan herkes düşüp bayılıyor. Bu gizem kubbesinin içinde de yazar vicdan ve ahlak gibi konulara eğiliyor.

Wyndham genelde bir fikir ya da tema ile yola çıkıp onun toplumsal etkilerini irdelemeyi seviyor. Bunu da çok başarılı bir şekilde yapıyor. Fakat ne yazık ki Likenlerin Sırrı diğer romanlarından sonra sönük kalıyor. Aslında feminist bilimkurgu yazarın uzak olduğu bir konu değil. Kariyerinin başlarında da hamilelik döneminin kadınların özgürlüğünü kısıtladığını düşünerek onları özgürleştiren rahim makinalarının olduğu öyküler yazmış, ana karakterlerini kadınlardan seçip onların cinsiyet eşitliğine dair düşüncelerine yer vermişti. Ancak bu romanda fikirleri güçlü, kurgusu zayıf bir hikaye okuyoruz.

DeliDolu, Wyndham’ın tüm romanlarını çok sevgili Niran Elçinin çevirisiyle buluşturuyor. O yüzden kitabın çevirisi yine tertemiz olmuş, dili akıp gidiyor.

Likenlerin Sırrı: Kadınların En Büyük Düşmanı Kadınlardır

Romanın ana karakteri Diana, görünüşüne önem veren çok zeki bir kadın. Seminerini dinleyip hayran kaldığı Francis Saxover‘ın izinden giderek Cambridge’de biyokimya bölümünde okuyor. Mezun olunca da Saxover’ın araştırma merkezinde işe başlıyor. Ailesi ondan artık bir eş bulmasını talep ediyor. Fakat Diana kendini bilimsel çalışmalarıyla yeterince tatmin olmuş hissediyor. Yani evliliğin eksikliğini hissetmiyor. Yine de araştırma merkezinde yaptığı bir gözlem onu rahatsız ediyor. Erkek araştırmacılar bu prestijli merkezde evlendikten sonra bile uzun yıllar çalışmaya devam ediyorlar. Öte yandan kadın araştırmacılar birkaç yıl içinde ev hayatı uğruna kariyerini terk ediyor.

Diana içten içe annesinin ve diğer tüm ev kadınlarının onun başarısız olmasını istediğine inanıyor. Zira siz de bir ev hanımı olsanız, sizi ve yaşamınızı küçümsercesine kariyerine bağlı kalan bağımsız kadınları sinir bozucu bulursunuz. Ayrıca kariyer öyle bir şey ki, ona iki elle tutunman gereken yıllarda gençliğin ve güzelliğin solup gidiyor. Bir kadın da genç ve güzelken evlenmeli, çabucak çocuk doğurmalı ve kendini evine adamalıdır. Bu ertelenmesi katiyen mümkün olmayan bir sorumluluktur. Zira yaş çabucak geçer, gençlik biter, güzellik solar.

Diana bu tarz düşüncelerin yarattığı aciliyet hissini kadınların özgürlüğünün önündeki en büyük engellerden biri olarak görüyor. Peki ya gençlik ve güzelliklerini kaybetmeyeceklerini garanti edebilsek? O zaman kadınlar evlenmek için acele etmeden, kendi hayatlarına ve isteklerine odaklanabilir miydi?

Wyndham’ın Toplumsal Eleştirileri Yine Hedefini Buluyor

Gördüğünüz gibi Wyndham hiç de kötü bir giriş yapmıyor. Diğer romanlardan alışkın olduğumuz sivri dilini bu hikayede de toplumun yapı taşlarına uzatıyor. Bilimsel gelişmelerin siyasi düzen, kültür, din ve ahlak uğruna kolayca hasıraltı edilebileceğini gösteriyor.

Bilim insanın yaşamını iyileştirmek ve kolaylaştırmak için var. Fakat insanın ortalama yaşam süresini uzatmak gibi bir buluş bilim açısından tartışmasız olumlu bir şeyken, varolan düzeni tehdit ettiği için toplumdan tepki çekiyor. Tanrı’nın uygun gördüğünden daha uzun bir ömür talep edenler günahkar oluyor. Bu ömrü talep etmeyenlere bahşetmek ise toplumun düzenini bozacak diye kabul görmüyor. Çünkü kimse üst pozisyonlar yıllarca dolu kaldı diye terfi alamamak istemez. Benzer şekilde çoğu toplum politikacıların uzun ömürlü olmasını da tercih etmez.

Diana ise toplumdaki etkilerinden bağımsız olarak uzun ömrün insanlığın evrimindeki bir sonraki adım olduğunu düşünüyor. Hatta insanlığın buna ihtiyacı olduğunu hararetle savunuyor. Çünkü ortalama ömrü 70 yıl olan bir insanın, 300 yıl sonra yaşanacak felaketler için önlem alması (gördüğümüz üzere) mümkün değil. Çünkü torunumuzun çocuklarının başına gelecek felaketleri düşünmek bizi harekete geçirecek kadar endişelendirmeye yetmiyor ve biz harekete geçmediğimiz sürece gelecek nesillere bıraktığımız gelecek gittikçe daha da umutsuz bir hal alıyor. Dolayısıyla insanlığın ve dünyanın geleceğini kurtarmak için insanoğlunun bugün ölümsüzlüğe kavuşması şart.

Yer Açın! Yer Açın! romanı da nüfus fazlalığının yarattığı kıtlığa rağmen bilimin önerdiği çözümleri dini ve kültürel sebeplerle reddeden bir toplumu anlatıyordu.

Wyndham buraya kadar güzel ve güçlü bir giriş yapmıştı. Ta ki…

Konu Güzellik Merkezine Gelene Kadar

Ne yazık ki kitabın ilk çeyreğinde okurun ilgisini çeken fikirler ve kurgu, Diana’nın Saxover’ın yanında ayrılıp bir güzellik merkezi açmasıyla sarsılmaya başlıyor. Tabii buradan sonra güzel fikirler bıçakla kesilmiş gibi son bulmuyor. Ancak Diana bir anda torununun çocuklarının geleceğini ya da kendi bilimsel kariyerini bir kenara bırakıyor. Gidip kadınların evlenmesine ya da evli olanların kocasını evde tutmasına yardım edecek güzellik kürleri sunmaya başlıyor.

Diana’nın düşünceleri saf, yazının başında anlattığım gibi geleceğin mimarları arasında kadınlar da olsun, onlar da artık yaşlanmadan evlenme telaşına düşmesin, hayatlarını yaşasınlar istiyor. Bu amaç uğruna da elindeki sınırlı miktardaki tedaviyi bine yakın kadına uyguluyor. Tüm roman boyunca 1000 kadının ömrü uzarken yalnızca 3 erkek ömrü uzatılmaya değer kabul ediliyor. Yani dünyanın en zeki kadınlarından biri, bin kadına uzun ömür bahşetmeyi tedaviyi eşit şekilde dağıtmaktan ya da değerli fikirler üreterek kendini kanıtlamış kimselere vermekten daha akıllıca buluyor.

Üstelik Diana bu kadınların önemli kimseler olmasına dikkat ettiğini vurguluyor. Fakat önem kriteri önemli biriyle evli ya da akraba olması üzerine kurulu. Yani kadının kendisinin değil, etrafındaki erkeklerin önemli kişiler olmasına dikkat ediyor. Bu açıdan da aslında yüceltmeye çalıştığı o seçilmiş kadınların da kendi zekaları veya üstünlükleri sebebiyle seçilmediklerini görüyoruz. Yani fikrin uygulamasında ne cinsiyet eşitliği var ne de kadının bağımsız üstünlüğü.

Sonuçta da insanlığın geleceği için neredeyse hiçbir şey yapmıyor. Yalnızca kadınları likenlere aç gözlülükle saldıran yaratıklar haline getiriyor. Öyle ki kadınlar artık 70 yıl yaşamayı direkt ölmekle eş değer görüyorlar. Kendilerine uzun ömür tedavisi sağlamayan devleti kadınları öldürmekle suçluyorlar.

Romanı okurken o film aklıma gelip durdu.

Likenlerin Sırrı Çok Güzel Olabilirdi

Kısacası Diana başta anlatıldığı kadar zeki biri olmasa romanın sonundaki seçim kriterleri o denli göze batmazdı. Benzer şekilde Diana’nın asıl amacı insanlığın geleceğini korumak olmasa tedavi edeceği 1000 kişiyi zeki, dürüst, vicdan sahibi ve güçlü insanlardan seçmek yerine güzellik merkezine gelen zengin kadınlardan seçmesi de sorun olmazdı. Fakat bu şekliyle romanın kurgusu benim damağımda ekşi bir tat bıraktı.

Keşke Damızlık Kızın Öyküsü gibi kadınlara odaklanan bir hikayeyi tertemiz bir kurguyla işleseydi. Ömrün kadına kısa geldiğini gösterseydi. Ya da daha genel pencereden uzun ömrün etkilerini işlemek istiyorsa kurgusunda cinsiyetlere daha eşit yaklaşsaydı. Ancak bu eşitliğin, kadının dezavantajlı başladığı konumundan ötürü kolayca sağlanamayacağını gösterseydi.

Bence Likenlerin Sırrı kadın hakları ve cinsiyet konularına eğilmek uğruna kurgusunun kalitesinden ödün vermiş. Karakterlerin fikirlerindeki değişimleri, duygu durumlarını ve aldıkları kararları yeterince detaylı anlatmamış. Ayrıca kadınların yaşadıkları olumsuzlukları da yeterince vurgulayamamış. Örneğin çirkin ya da şişman olduğu için evlenemeyen ya da fakir bir ailede büyüdüğü için eğitim alamayan kadınların yaşadıkları romanda hiç yer almıyor. Dolayısıyla da romanın sonunda okurlar da kadın karakterlerle birlikte aynı öfkeyle bu haksız duruma karşı ayaklanamıyor. Oysa Midwich‘te içimiz vicdanımız sakinleriyle birlikte ağlıyordu.

Kısacası ben Likenlerin Sırrı’nı diğer romanlara göre daha zayıf buldum. Yazarın önerdiği fikirleri zekice ifade edilmiş haklı fikirler olarak görüyorum. Sonuna kadar da destekliyorum. Fakat bu bir roman olduğu için hikayenin kurgusunun sağlam olmayışı gözüme batıyor.

Siz roman hakkında ne düşünüyorsunuz? Bana katılmıyorsanız görüşlerinizi duymayı çok isterim. Lütfen yorumlarda ya da Discord kanalımızda görüşlerinizi bizimle paylaşın!

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu