AYBABTURavenloft

Ravenloft Hikayeleri – Yüz Pencereli Ev

Biraz ara vermiştik ama hikâye çevirilerine devam ediyoruz. Geçirdiğimiz şu sıcak yaz günlerinde sizi serinletecek -hatta iliklerinize kadar donduracak- ürpertici bir Ravenloft hikâyesi çevrilem istedik. Önceki Ravenloft hikayesinde olduğu gibi bu öykümüzü de Tales of Ravenloft kitabından çevirdim. Fazla bekletmeden başlayalım!

YÜZ PENCERELİ EV

“Üç… Dört… Beş…” diye mırıldandı Clarisse Harrowing, Evenore’un tozlu, loş, kadim salonlarında dolaşıp pencereleri sayarken. Oyununa daima buradan başlıyordu, malikanenin ilk katının ön yarısının tamamını kaplayan bu karanlık, dağınık odadan. Yükseğe konuşlanmış dar pencereleri saymak kolaydı; derin denizlerdeki bir leviathanın kaburga kemikleri misali tavanda sıralanmış kirişlerin arasındaki pencere açıklıkları, kurşun rengi gökyüzüne açılan birer anahtar deliği gibiydi. Yedi pencere salonun batı tarafında, yedi tane de doğu tarafındaydı. Toplamda on dört. Ama bu daha başlangıçtı.

Yüz Pencereli Ev. Aşağı köyde, gözleri bir kuzgununki kadar küçük ve kara olan Vistani kadınının malikaneye verdiği isim buydu, her ne kadar Clarisse sadece doksan dokuz tane saysa da. Tabii o kadar basit olsaydı bunun adı oyun olmazdı.

Clarisse kütüphaneye ilerledi, kuğu grisi ipekten elbisesi yıpranmış taş zeminin üstünden fısıldayarak geçiyordu. Yaban domuzu, geyik, ayı ve adını koyamadığı daha nice vahşi hayvanın kellesi, yüksek duvarlardan ona bakıyordu, her biri sanki cenaze için örtünmüşçesine tozla ve örümcek ağıyla kaplıydı. Onlara bakmamaya çalıştı. Pencerelere odaklandı. Buradaki pencereler daha küçük ve daha zorluydu. Bazıları, aşırı yükten eğilmiş kitap raflarının arkasında kalıyordu ve diğerleri de paslı zırh takımları ya da geçen yıllar yüzünden tozla ve isle kaplanmış, pastoral av sahnelerini gösteren goblenler tarafından gizlenmişti. Dikkatlice her bir pencereyi saydı, tüm oyukları ve duvar girintilerini kontrol ettiğinden emin oldu. Kasvetli akşamüstü güneşi oyununu daha da zorlaştırıyordu. Gökyüzü, fırtına çıkacak gibi bir hal almıştı. Bir süre sonra başıyla onayladı. Evet, dokuz tane daha. Kütüphanede ulaştığı rakam hep buydu. Ama yine de burada henüz bulamadığı bir pencere olabilirdi.

Clarisse, kan kırmızısı kumaşlı bir iskemleye çöküp bu düşüncesine kafa yordu. Bu oyunu bugüne kadar bir düzine kez oynamıştı –hepsini de Lord Harrowing evden uzaktayken oynamıştı tabii ki- ve her oynayışında, önceki denemesinden daha fazla pencere saymıştı. Pek çoğu küçüktü ve iyi gizlenmişti ve kolayca gözden kaçabilirdi. Ama son birkaç denemesinde, her defasında aynı sayıya ulaşmıştı. Tam doksan dokuz tane.

Kaşlarını çattı, solgun, pürüzsüz alnında ince bir çizginin gölgesi oluştu. Yaşlı Vistani ile olan karşılaşmasını düşündü, özellikle de son zamanlarda şaşırtıcı bir sıklıkla karşılaşmalarını. Clarisse’in evin kırmızı suratlı kâhyası Ranya’ya, tuz ve mum almak için köye bizzat gideceğini söylediği gündü. Dönüş yolunda, köyün ortasındaki çamurlu sokaklardan birinden geçerken, soğuk rüzgârda kirli tüyler misali savrulan yırtık pırtık paçavralar giymiş yaşlı bir kadına denk gelmişti. Buruşuk suratlı Vistani, o sert kara gözleriyle Clarisse’i süzmüş ve eğri parmağıyla, kara bir kuş gibi köyün üstüne tüneyen tepedeki malikaneyi işaret etmişti. Bir pencere, ışıkla birlikte karanlığı da içeri alır, diye fısıldadı yaşlı kadının çatlamış sesi Clarisse’nin zihninde. Yüz Pencereli Ev’de yaşamayı göze alıyorsan bunu sakın unutma çocuğum.

Clarisse iç çekti, pes edip oyunu bıraksa mı diye düşündü. Belki de yaşlı kadın deliydi. Gareff, fal kartları, büyülü kristalleri ve garip vahşi müzikleriyle tüm gezgin Vistaniler’in deli olduğunu söylerdi. Ama hayır, pes edemezdi. En azından henüz olmazdı. Gareff yokken bu mekânın engin yalnızlığını defetmek için elinde olan tek şey oyunuydu.

Ve Gareff sık sık uzakta oluyordu, hiç anlatmadığı için ne amaçla gittiğini de bilmiyordu.

Clarisse, babasının onun için arzuladığı hayatın bu olup olmadığını merak etti; büyük Il Aluk şehrinin yaldızlı opera binaları ve mum ışığıyla aydınlanmış balo salonlarından uzak, bu kırsal malikanedeki çorak bir varoluşu. Ama hayır, onun için önemli olan tek şey, kızının kadim ve onurlu bir soydan gelen bir lordla evlenmesiydi. Clarisse’in babası, Il Aluk’taki en varlıklı tüccarlardan biriydi ama altının asla satın alamayacağı bir şeyi öğrenmişti, asilzade kanı. Bir yıl önce Lord Gareff Harrowing’in şık şehirlerine geldiği zamandı. Damat adayı, kızının iki katı yaşında ve şehirden iki hafta uzaklıkta bir taşranın lordu olsa da Clarisse’nin babası onu kabul etmişti.

Tabii ki Clarisse’e söz hakkı verilmemişti.

“Kiminle evleneceğimizi seçmek bizim haddimiz değildir,” demişti annesi, Clarisse’in dantelli gelinliğinin kenarını teyellerken.

“Nedenini anlamıyorum,” diye cevaplamıştı Clarisse, sinirli bir şekilde.

“Erkekler karar verme konusunda daha iyidir Clarisse.” Annesinin sesi tek düze ve yorgundu. Gözlerinde teslimiyetçi bir ışık parlamıştı; uysallık ve itaatle geçen yıllar, yüzündeki tüm rengi ve duyguyu alıp götürmüştü. “Erkekler bizden daha güçlü ve zekidir Clarisse. Bunu unutmamaya çalış.”

Clarisse sadece dilini ısırmakla yetinmişti. Şehrin tiyatrolarını ve balo salonlarını mesken tutan hoppa, züppe asilzade erkeklerinin çoğundan daha zeki olduğunu biliyordu –ve muhtemelen yarısından da kuvvetliydi- Ama bunu söylemenin bir faydası yoktu. Annesi uzun zaman önce teslim olmuştu. Şimdi Clarisse’in de aynısını yapması gerekiyordu. Ne de olsa ondan beklenen buydu.

Ertesi gün Clarisse, Il Aluk’taki en büyük katedralde Lord Harrowing ile evlenmişti. Ardından, annesi sessizce ağlarken, babası Clarisse’i kocasıyla birlikte at arabasına bindirmişti. Atlar harekete geçtiğinde arabanın gözyaşı şekilli penceresinden dışarı izleyip babasının gülümsediğini görmüştü. Şaşırarak bunun tatmin olmuş bir ifade olduğunu fark etmişti. Babasının, kârlı bir iş anlaşmasından çıktıktan sonra takındığı gülümsemenin aynısıydı. Görünüşe göre sonunda hep arzu ettiği şeyi satın almıştı. O an Clarisse’in içinde bir nefret kıvılcımı parlamıştı, öyle sıcak ve aniydi ki onu korkutmuştu. Bakışlarını pencereden uzaklaştırmıştı, titriyordu.

Clarisse ayağa kalktı ve elbisesini düzeltti, sanki o anıları toz misali üstünden çırpabilirmiş gibi. Kütüphanenin içindeki karanlık, sabit bir hızla yayılıyordu. Günün sızdırabildiği yegâne ışık, yakında yerini geceye bırakacaktı ve oyunu bitecekti. Hızlıca oturma odasını, balo salonunu ve içinde bir karacayı pişirmeye yetecek büyüklükte bir ocağı olan mutfağı geçti. Malikanenin ikinci katına çıkan geniş merdivenleri tırmandı ve yatak odalarını tek tek dolaşıp pencereleri saymak için durdu. Sonunda oyunu onu tavan arasındaki odalara getirdi. Ranya ve Evenore’un birkaç hizmetçisi burada konaklıyordu, gerçi küçük, rastgele dizilmiş odaların çoğu depo alanı olarak kullanılıyordu, depo odaları eskimiş mobilya, kadim sandıklar ve çoktan unutulan Harrowing atalarının portrelerinden oluşan bir labirent gibiydi.

Depo odalarının sonuncusunda Clarisse sert bir sandığın üstüne oturdu ve üstü kalın bir toz tabakasıyla kaplı, maun bir tepsinin üstünde hesap yaptı. Büyük salonda on dört ve kütüphanede dokuz. Oturma odasında altı, balo salonunda yirmi ve mutfakta beş tane. Sonra tüm yatak odalarını, hizmetçilerin bölümünü ve depoları da kattı. Dikkatlice rakamları kontrol etti. Sonunda geriye yaslandı ve ellerindeki tozu silkti, tepsinin üstüne çizdiği rakamları inceledi.

Bir kez daha doksan dokuz saymıştı.

Clarisse iç geçirdi ve ilk kez oyununun onu bu kadar yalnız bıraktığını hissetti. Gözünün ucuyla solgun, hafif bir ışıltı yakaladı ve kendini altın kakmalı çerçeveye sahip eski bir aynaya bakarken buldu. Büyük yeşil gözleriyle kendisine bakan güzel genç bir kadın gördü. Siyah saçları geriye doğru toplanmıştı ve gözyaşı şeklinde bir inci, boynunda parlıyordu. Aynanın işlemeli çerçevesi yüzünden suratı bir portre gibi duruyordu, Evenore isimli boş malikaneyi dekorla doldurmak için satın alınan güzel bir parça daha.

Clarisse’in göğsünde ani bir öfke kabardı. O, sadece bu muydu? Alınıp satılabilecek basit bir şey mi? Hiç düşünmeden aynayı kavradı ve yere çarptı. Altın çerçevesi çatladı ve parçalandı, camı ise bir düzine parçaya bölündü. Clarisse bir elini ağzına götürdü, öfkesi bir anda soğuk bir dehşete dönüştü. Her bir cam parçasından, gözleri korkuyla büyümüş, sessiz bir şok ifadesi taşıyan bir surat ona baktı. Ne yapmıştı?

Hızlıca eski bir kilim alıp kırık camların üstüne attı, rahatsız edici görüntüleri gizledi. Sonra kapıya doğru yürüdü. Yüzünü yıkamalıydı. Gareff her an dönebilirdi, saçlarındaki örümcek ağlarını ve elbisesindeki tozu irdelemesini istemiyordu. Porselen kapı kulpunu döndürmek üzere uzandı.

Yakut rengi bir ışık kıvılcımı dokundu eline. Nefesi kesildi ve hemen kolunu çekti. Sonra, tereddüt ederek bir kez daha uzandı. Küçük, kızıl bir ışık halkası elinin üstünde dans etti. Küçük toz parçacıkları havada döndü ve kaybolmadan önce geçici, parlayan küçük güneşlere dönüştüler. Bu, güneş ışığıydı.

Clarisse, depodaki tek pencereye baktı. Tamamıyla sarmaşıklarla kaplanmıştı, sadece loş, yeşil bir ışık giriyordu. Öyleyse ışık şeyden geliyor olmalıydı…

“Yüzüncü pencere,” diye fısıldadı Clarisse, nabzı yükseliyordu.

Büyülenmiş bir şekilde doğruldu ve odayı yavaşça dolaşmaya başladı, yakut rengi ışık kıvılcımını elinin üstünde tutarak, ışığı kaynağına kadar izledi. Işık onu odanın uzak ucuna götürdü. Buradaki duvar, zamanla rengi solan, silik görüntülerle dolu bir goblenle kaplıydı. Goblenin ortasında, güvelerin yediği bir deliğin çevresi sanki alev almışçasına parlıyordu. Nefesini tutarak ve boş bir umuda kapılmamaya çalışarak titreyen elini, goblene dokunmak üzere kaldırdı.

Aniden aşağı kattan bir ses yükseldi.

“Clarisse!”

Dondu. Merdivenden ayak sesleri geliyordu.

“Clarisse, nereye gittin?”

Gareff! Hızlıca gobleni bıraktı. Döndü ve odanın öbür ucuna koştu, bir yandan da saçlarındaki örümcek ağlarını temizledi. Lord Harrowing’i bekletmeye cesaret edemezdi. Ne yaptığını sorabilirdi ve cevap vermekten başka seçeneği olmazdı. Ve ona söylemek istemiyordu. Bu oyun ona aitti, onun özeliydi. Elbisesini düzelterek, kocasını karşılamak üzere merdivenlerden aşağı yollandı.

Onu oturma odasındaki bir pencerenin önünde dururken buldu, gri saçları ve sakallarına rağmen yakışıklıydı, eski moda frakı ve pantolonuyla şık duruyordu. Yağmur damlalarıyla lekelenmiş camdan dışarıyı izliyordu.

Yanında diz çöktü ve bir eşten beklendiği üzere elini avucunun içine aldı. “Evinize hoş geldiniz lordum,” diye mırıldandı hafifçe.

“Ah, buradasın Clarisse.” Favori tazılarını sevdiği zamanki gibi boş bir ilgiyle kadının siyah saçlarını okşadı. Clarisse titremesini bastırmaya çalıştı ve dokunuşundan kaçınmamak için kendini zor tuttu. Tüm öğleden sonra boyunca beklenen fırtına sonunda tüm öfkesini Evenore’un üstüne kusmaya başladığında adam, tekrar pencereden dışarı baktı.

İşte o anda garip bir düşünce Clarisse’i pençesine düşürdü. Dışarıda yağmur yağıyorsa, tavan arasındaki kızıl güneş ışığı nereden gelmişti?

*      *      *

Clarisse, süpürge çalılarıyla kaplı köprünün ortasında gri aygırını dizginledi. Hayvan başını arkaya atıp horuldadı, sıcak nefesi nemli havaya solgun hayaletler bırakıyordu. Sayısız çiğ tanesi, binicilik elbisesinin üstüne giydiği pamuk pelerinin üstünde küçük inci taneleri gibi parlıyordu. Aşağısında uzanan ve bitmek bilmeyen boz rengi dalgalarla kaplı hüzünlü arazinin görüntüsü, yalnızca karanlık çalı yığınlarıyla ya da yıkılmaya yüz tutmuş taş duvarla kesiliyordu.

Bir kahkaha atmaya cesaret ettiğinde solgun yanaklarında kırmızı çiçekler açtı. Bineğini bu kadar sert dizginleyerek aptallık yaptığını biliyordu. Eyere yan oturmak zaten yeterince tutarsız bir hareketti ve düzgün olmayan zemin de durumu oldukça güvenilmez kılıyordu. Ama bu da işin heyecanlarından biriydi. Bazen içindeki küçük bir ses, gizlice, hatta karanlık bir düşünceyle korkunç bir kaza geçirmiş olmayı diliyordu. Atının sırtından düşüp soğuk zemine indiğinde boyun kemiklerinin kuru çıra gibi kırılabileceğini biliyordu. Özgürlüğü için çok ağır bir bedel olurdu ama bu bedeli ödemeye razı olup olmadığından tam olarak emin değildi.

Son zamanlarda hava almak için kırsala çıkmak Clarisse’e hayatta olduğunu hissettiren tek şeydi. Evdeki oyunu bile son haftalarda ona hiç rahatlamamıştı. Depo odasındaki garip güneş ışığını keşfettiği günden sonra Gareff’in gizemli işinin onu evden uzaklaştırması ve Clarisse’in oyununa devam edebilmesi için iki hafta geçmesi gerekmişti. Maalesef depo odasının kilitli olduğunu fark etmişti. Gareff bir şekilde kızın gizli eğlencesini öğrenmiş olmaydı. Şüphesiz nefret dolu Ranya ona anlatmıştı.

Sebebi ne olursa olsun, Clarisse pencere sayma oyununa bir son vermenin en iyisi olacağını biliyordu. Her ne kadar Gareff’in evdeki tüm kilitleri açan bir iskelet anahtarını nereye sakladığını öğrenmiş olsa da –Ranya’nın anahtarı çalıp mahzenden bir şişe şarap çaldığını görmüştü- Clarisse anahtarı kullanmaya cesaret edemezdi. Bir lord öfkeye kapılıp böyle bir itaatsizlik yüzünden karısını cezalandırabilirdi. Tabii durum tam tersi olsaydı, kadının herhangi bir misilleme hakkı olmayacağını düşündü Clarisse, midesi bulanarak.

Gri aygır homurdandı, beklenti içinde bir toynağını nemli zemine sürttü. Ürken Clarisse, bir adamın yaklaştığını gördü. Yamalı kıyafetleri ve sırtına astığı yakacak odunları görünce, bir köylü olduğunu düşündü. Yanına geldiğinde şapkasını çıkardı ve bir avuç sarı dişini açığa çıkartarak gülümsedi.

“Leydim çok cesur biri, değil mi?”

Clarisse kaşlarını çattı. Köylünün ağır taşra aksanını anlamak zordu.

“Neyi kastettiğini anlayamadım,” diye cevap verdi soğukça.

“Evet, öyle değil mi leydim?” Adam soğan büyüklüğündeki, kısmı felçli gözünü kırptı. “Lord Harrowing gezmeye çıktı. Leydim de öyle, değil mi?”

Clarisse’in ince kaşları çatılarak birleşti. “Lord Harrowing’in işleri onu ilgilendirir,” dedi sertçe. “Kendi işlerim de beni.”

Köylü bir adım geri attı. Acayip gözleri endişeyle pörtledi. “Eve leydim, tıpkı dediğiniz gibi. Affınızı diliyorum, niyetim tahminde bulunmak değildi. Sadece…” Adam yırtık pırtık şapkasını gergince avuçladı. “Sadece tek başınıza dışarı çıkmanız güvenli değil, özellikle gölgeler yüzünden.”

“Gölgeler mi?” Meraklanan Clarisse öne eğildi.

“Evet, gölgeler.” Sesini belirsiz bir fısıltıya indirdi. “Güneş batmadan önce eve varmayı başaramayan ahmak adamları yakalayan türden bir gölge, sonrasında da eve asla dönemezler. Yaşlı Madan Senda’nın, bir goblyn lordunun o gölgeleri celp ettiğini söylediğini duydum ve kadının Vistani olduğunu düşünürsek, sanırım onu dinlemek en doğrusu olur.”

Clarisse ürperdi ve pelerini sıkıca omuzlarına sardı. “Bu sadece bir masal,” dedi soğukça. Ama aynı anda göğsünde bir garip bir heyecan yükseldi.

Yabani adam şapkasını tekrar taktı ve odunlarını sırtına yükledi. “Leydimiz nasıl dilerse,” dedi. “Eminim bugün bir insan ya da gölge tarafından rahatsız edilmeyecektir.” Başını veda edercesine salladı. Ama köylü dönüp giderken Clarisse, gözlerinde garip bir bakış yakaladı. Korku dolu bir bakıştı ve acıma dolu.

Sönmeye yüz tutmuş öğleden sonra güneşini bir anda korkutucu bulan Clarisse, atını mahmuzlayıp Evenore yoluna döndü.

Döndüğünde Gareff’i kütüphanedeki şöminenin önünde volta atarken buldu. Üç siyah bekçi köpeği, şöminenin önünde uyur vaziyette yığılmıştı. İpek elbisesinin yere sürtme sesini duyunca döndü.

“Clarisse!” Şarap kadehini bıraktı ona doğru yürüdü, kar beyazı kaşları kabarmıştı. “Neredeydin?”

“Tabii ki at biniyordum,” dedi nefesi kesilircesine, nemden ıslanan pelerinini çıkarttı.

Lord Harrowing başını salladı. “Bilmeliydim.” Derin bir iç geçirdi ve onu omuzlarından yakaladı.

“Clarisse,” dedi sertçe, bir çocukla konuşur gibi. “Bir daha kırlara gitmeyeceğine dair bana söz vermelisin.”

“Ama neden?” Kalbi göğsünden çıkacak gibiydi. “Yoksa…” Sesi giderek kısıldı. Neredeyse Yoksa goblyn lord yüzünden mi? diyecekti. Ama cesaret edemedi. Gareff böyle bir ahmaklığa gülerdi.

“Lütfen Clarisse, bana söz vermelisin.”

Çok kısa bir an onu karşısına almayı düşündü. Kırlara yaptığı yolculukları dışında hiçbir şeyi yoktu. Ama mavi gözlerindeki vahşi bakışlar sanki onu delip geçiyor gibiydi. Sonunda başını aşağı eğdi. “Elbette lordum.”

Gareff bir parmağıyla çenesini kaldırdı ve ona gülümsedi. Sonra eğilip kaba bir şekilde alnından öptü. “Corne,” dedi hızlıca. “Bakalım Ranya bize yemekte ne hazırlattı.”

Clarisse, boğazında yükselen acı safrayı yuttu ve gölgeler kütüphane pencerelerinde toplanırken peşinden gitti.

Takip eden günler Clarisse için olabildiğince kasvetliydi, Evenore’un odalarını dolduran kadim hava gibi. Evle ilgili meselelerle uğraşarak kendini tatmin etmeye çalıştı ama ne çare. Malikane bahçeleriyle ilgilenerek geçirdiği bir günün sonunda elleri ısırgan otları yüzünden yanınca bu işin peşini de bıraktı. Ne nakış, ne dikiş ne de diğer ev işlerine sabrı yoktu. Lord Harrowing’in evde olmaması da tuzu biberi oldu, bazen gecenin bir yarısı gidiyor ve günlerce dönmüyordu. Döndüğünde ise oldukça yıpranmış ve dalgın oluyordu, ara sıra Clarisse’i yanağından şefkatle öpmesi dışında farkına bile varmıyordu.

En sonunda, soğuk bir sonbahar günü Clarisse, babasına bir mektup yazmak üzere oturdu. Gareff yine o gizemli yolculuklarından birine çıkmıştı ve Ranya da köydeki hasta teyzesini ziyaret etmek için sabah erkenden gitmişti.

Kütüphane pencerelerinden görülen fırtınalı gökyüzü karanlık ve öfkeliydi ve her ne kadar vakit henüz öğlen olsa da Clarisse işini görebilmek için bir mum yazmak zorunda kaldı.

Sade, özenli bir yazıyla taşranın ne kadar yalnız hissettirdiğini, karanlık malikanesinin içinde kendini ne kadar ıssız hissettiğini yazdı. Hislerinin babası için bir önemi yoktu. Sayesinde babası asilzadeliği satın almıştı ve ücretini de oldukça makul bulmuştu.

Yavaşça ayağa kalktı ve parşömen kağıdını dikkatlice alevlerin üstüne yerleştirdi. Kenarlarının önce kararıp sonra alev almalarını izledi. Mektup karardı ve ölmekte olan bir örümcek gibi kendi üstüne katlandı. Sonra tamamıyla yok oldu.

Clarisse doğruldu, iç çekti. Bozuk bir moralle şöminenin önünde volta attı. Sonra, neredeyse hiç düşünmeden, uzak duvardaki bir kitap rafına yürüdü ve parmaklarını altın sırtlıklı ciltlerin üstünde dolaştırdı. Yeşil deriyle kaplı küçük bir cildi çekti ve pirinç kilidini açtı. Kitabın sayfaları zekice oyularak  küçük bir girintiye dönüştürülmüştü. İçinde ise demir bir anahtar vardı.

Gareff’in iskelet anahtarı.

Clarisse durup ne yaptığını düşünecek vakti tanımadı kendine. Bir anda, tavan arasındaki goblenin arkasında ne olduğunu öğrenmek için yanıp tutuşmuştu. Anahtarı kavradı ve kitabı rafına geri yerleştirdi. Hızlıca merdivenleri tırmandı ve omzundan geriye baktı. Dikkatli olmalıydı. Ranya her an dönebilirdi.

Saniyeler sonra kendini depo odasında buldu. Elleri titreyerek kapının kilidine yerleştirdi. Kolayca döndü. İçeri süzüldü ve kapıyı sessizce kapattı. Kızıl bir ışık parlaması dikkatini çekti. İşte oradaydı, hayal etmemişti. Goblene doğru yaklaşırken güneş ışığı huzmesi elbisesinin üstünde dans ediyordu. Hızlıca, yıpranmış gobleni kenara çekti.

Bir anahtar deliğiydi.

Bir kapı göremiyordu ama taş duvarın ortasında bir kilit vardı. Işık bu delikten süzülüyordu. Aniden bir düşünce ele geçirdi onu.

“Olamaz…” diye fısıldadı sessiz havaya.

İskelet anahtarı kaldırdı ve anahtar deliğine soktu. Kolayca içeri kaydı. Sonraki birkaç kalp atımı süre boyunca nefesini tuttu ve anahtarı döndürdü. Hafif bir “klik” sesi geldi. Bayat bir rüzgârla, duvarın bir bölümü içeri doğru savruldu. İçeriden dışarı akan kızıl ışık seline karşı gözlerine kırpıştırdı. Sadece bir an tereddüt ederek içeri adımını attı.

Clarisse, yüzüncü pencereyi bulmuştu. Küçük odanın karşı duvarının tamamını kaplıyordu, kaotik, rengârenk mozaik parçalarından oluşan pencereye bakmak başını döndürüyordu. Güneş ışığı, bu dehşet dolu vitray camdan geliyordu; camın rengiyle kirlenen ışığa bakınca Clarisse, odaya girmeden önce gökyüzünün karanlık ve güneşi gizleyen bulutlarla kaplı olduğunu hayal meyal hatırladı. Penceredeki kıvrılan desenler başını döndürdü. Sonra bakışları pencerenin ortasındaki görüntüye kitlendi. Bu bir adamdı. Yavaşça yaklaştı, büyülenmişti. Bir asilzadeye benziyordu, siyah kumaştan bir ceket giymişti ve altın rengi bir pantolonu vardı. Uzun, kuzgun siyahı saçları kırmızı bir şeritle arkasında toplanmıştı. Portre çok zarifçe çizilmişti, küçük cam parçaları vakur, yakışıklı yüz hatlarını mükemmel bir detayla işlemişti. Bir ışık oyunu olduğunu sandı ama sanki mat camdan yapılma gözlerinde alevler dans ediyordu. Sanki onu izliyor gibiydi… Hem de tutkuyla. Başını iki yana salladı. Gareff’in gözlerinde hiç görmediği bir ifadeydi bu.

“Bu kim olabilir?” diye sesli düşündü Clarisse. “Çok… Melankolik duruyor.”

“Gerçekten de öyle leydim,” dedi zengin, erkeksi bir ses arkasından, “Öyle durmak için iyi bir sebebi var.”

Çığlığını bastırmak için bir elini ağzına götüren Clarisse arkasını döndü. Odada kimse yoktu. Tek görebildiği vitray cam pencereden arka duvara yansıyan ışık desenleriydi. “Kim var orada?” diye seslendi, sesindeki korkuyu gizlemeye çalışarak. “Neredesin?”

“Tam önünde duruyorum… Clarisse.”

İmkânsız bir şekilde Clarisse, duvara yansıyan renkli güneş ışığı desenlerinin kıvrılıp hareket etmesini izledi. Bir anda ne gördüğünü anladı, bu o adamdı. Vitray cam pencereden gelen ışık, duvara adamın bir görüntüsünü yansıtıyordu. Ve görüntü kımıldıyordu. İzlediği sırada duvardaki hayaletimsi adam ona reverans yaptı. Ardından doğruldu ve gülümsedi. Clarisse kalbinin deli gibi attığını hissetti; korkudandı evet ama başka bir şey daha onu heyecanlandırmıştı. Garip, alakasız bir düşünce aklından geçip gitti. Daha önce bu kadar yakışıklı bir adam görmemişti.

“Sen… Sen kimsin?” diye konuşmayı başardı. Duvara doğru bir adım attı. “Adımı nereden biliyorsun?”

“Adım Domenic,” diye yanıtladı adamın parlayan görüntüsü.

Gülümsemesi derinleşti. “Ve hakkında çok şey biliyorum Clarisse. Beni burada bulman için çok uzun bir zaman bekledim. Ama bir gün geleceğini ve haksız yere atıldığım bu hapishaneden beni kurtaracağını biliyordum.”

Clarisse başını sağa sola salladı. Bu delirticiydi. Yine de güçlü, baş döndürücü bir heyecan da hissetmiyor değildi. “Bu nasıl mümkün olabiliyor?” Önce pencereye, sonra da zıt duvardaki adamın görüntüsüne baktı.

“Camdaki portren kımıldamıyor ama duvardaki görüntün hareket ediyor.”

Domenic ellerini iki yana açtı. “Cam kırılgan Clarisse. Akışkan değildir. Ama güneş ışığı…” Kahkaha attı, sesi bir borudan çıkıyor gibiydi. “Ama güneş ışığı su gibi akar.”

Kahkahası onu yakalayıp, yükseltip, uçuruyor gibiydi. Evenore’a geldiği günden beri ilk kez kendini kahkaha atarken buldu.

Domenic’in kahkahası soldu. “Pekâlâ Clarisse, beni özgür bırakacak mısın?” diye sordu dikkatle. “Bir yolu var.”

Başını iki yana salladı. Neden düşünmek bu kadar zor geliyordu? Kızıl ışık zihnini dolduruyor gibiydi. “Ben… Bilmiyorum.”

Bir elini ona uzatıyor gibi gözüktü. “Ben de seni özgür bırakacağım Clarisse. Seni bu yalnız malikaneden, bu kasvetli taşradan kurtaracağım.” Kalbi bir saniyeliğine durmuştu. “Ve evet Clarisse, seni ondan da kurtaracağım. Seni Il Aluk’a götüreceğim ve her akşam farklı bir balo salonunda dans edeceğiz, ta ki hepsi bizim olana kadar.”

Işıldayan duvara bir adım daha yaklaştı. “Ama nasıl… Nasıl hapsedildin?”

“Şeytani bir adam yüzünden Clarisse.” Başını üzgün bir şekilde iki yana salladı. “Kötü bir adam ve de bir büyücü. Ona karşı gelmeye cesaret ettim ve beni bir büyüyle bu camın içine hapsetti. Ama sakın korkmayasın. Beni özgür bıraktığında onun icabına bakacağım.”

Domenic’in için için yanan bakışları onu delip geçiyordu. “Pencereye git Clarisse.”

Bunu yapıp yapmamayı bir an olsun düşünmeden, kendini yüzüncü pencerenin önünde dururken buldu.

“Pencerenin içine bak Clarisse. Bana ne gördüğünü söyle.”

Clarisse öne doğru eğildi ve renkli cam parçalarının arkasını görmeye çalıştı. Tepenin aşağısında bir araya getirilmiş bir avuç harap evden oluşan köyü ya da bitmek bilmeyen bozkırları görmeyi bekliyordu. İkisini de görmedi.

Canavarlardan oluşan bir denize bakıyordu.

Göğsünü tırmalayan bir çığlığın yükseldiğini hissetti ama dehşetten düğümlenen boğazı çığlığı boğdu. İnce bir ter çizgisi alnında peydahlanıverdi. Başka yere bakmalıydı. Başka yere bakması gerektiğini biliyordu. Ama nedense bakamadı. Camın arkasındaki canavarlar onu hastalıklı bir şekilde etkisi altına almıştı.

Zemini göremedi, çünkü yaratıklar tüm boşluğu dolduruyordu. İnsana benziyorlardı ama bir kâbustan fırlamış gibiydiler; derileri hastalıklı yeşil bir renkteydi ve şişkin kafaları çarpık bedenlerine fazla büyük geliyordu. Pencereye en yakın duranlar sanki Clarisse’i görebiliyormuşçasına döndüler ve o akılsız, kömür gibi yanan gözleriyle ona bakıp, kırık bir cam kadar keskin dişlerini gösterdiler. Bazıları bir elbiseyi andıran paçavralar giyiyordu ve orada burada gümüş bir yüzüğün ya da altın bir kolyenin parıltısını seçebiliyordu. Bu şeylerin eskiden bir… İnsan olup olmadığını merak etmesine sebep oldu.

“Onlar… Onlar da ne?” diye fısıldamayı başardı sonunda.

“Onlardan korkmana gerek yok Clarisse,” diye cevapladı Domenic arkasından. “Her yüce lordun hizmetkârları olmalıdır. Onlar da benim hizmetkârlarım.” Sesi, hafif bir pelerin gibi onu sarıp sarmalıyordu. “Şimdi Clarisse, pencereye uzan ve elimi tut.”

Başını sağa sola salladı. “Ama nasıl?” Korku, tüm bedeninin titremesine sebep oluyordu. Yoksa bu, arzu muydu?

“Sadece pencereye uzan Clarisse,” dedi Domenic, nazik bir ısrarla. “Elimi tut. Hadi Clarisse, tabii beni seviyorsan.”

Daha fazla direnemedi. Göğsündeki korku eriyerek güçlü, pervasız bir sıcaklığa dönüştü. Domenic o kadar yakışıklı ve ikna ediciydi ki. Gareff’ten o kadar farklıydı ki…

Pencereye uzandı. Parmakları tuhaf, pürüzsüz camı süpürdü. Sonra bir anda eli, sıcak, canlı bir etin etrafına kapandı. Tutuşunu gevşetmeden geri adım attı ve sanki derin, bulanık bir sudan yüzeye çıkarcasına Domenic, canlı bir insan olarak pencereden dışarı adım attı.

“Ah, Clarisse’im!” diye bağırdı. “Sonunda, özgürüm!” Güçlü kollarıyla ayaklarını yerden kesip onu tutkuyla öptü. Yanan gözleri sanki içinde bir ateşin ilk kıvılcımlarını çakmıştı. O da vahşice ona tutundu ve öpücüklerine karşılık verdi.

Domenic onu döndürdü ve Clarisse’in zihninin uzakta kalan küçük bir parçası artık tavan arasındaki odada değil de alt kattaki balo salonunda olduklarını fark etti.

Ama o kadar çok şey olmuştu ki bu küçük olay onu rahatsız edememişti. Domenic elini salladı ve bir anda sahnenin üstünde en kaliteli kırmızı kumaştan ceketler giyen bir müzisyen dörtlüsü belirdi. Müzisyenler hareketli bir vals çalmaya başladı ve Domenic onu kendisiyle birlikte sürükleyerek baş döndürücü bir şekilde dans etti.

“Birlikte sonsuza kadar dans edeceğiz Clarisse,” dedi neşe dolu bir sesle. “Sonsuza kadar!” Korkunç bir an boyunca gülümsemesi babasınınkiyle aynı şekli almıştı.

“Ben ne yaptım?” diye fısıldadı Clarisse ama sözleri, müziğin tatlı baskısıyla uçup gitti. Dans ederlerken Domenic’i daha sıkı kavradı ve kendini tatlı, alev alev yanan bir rüyanın içinde kaybetti.

*      *      *

“Clarisse!”

Bağırış, balo salonundaki havayı kırıp geçmişti. Domenic çok ani bir şekilde dans etmeyi bıraktı ve Clarisse’in momentumu nefesini keserek onu uzağa sürükledi. Başını kaldırdığında Gareff’in kapıda durduğunu gördü, mavi gözleri öfke saçıyordu. Yağmurla ıslanan binici pelerinini yere fırlattı ve salona yürüdü.

“Domenic,” diye tısladı küçümseyerek. “Kendini özgür bırakmanın bir yolunu bulacağını biliyordum. Ve meşum goblynlerini de yanında getirmişsin.”

Clarisse, Gareff’in bakışlarını takip etti ve dehşet içinde nefesi kesildi. Sahnede duran dört müzisyenin artık birer insan olmadığını, camın arkasında gördüğü yaratıklara benzediğini fark etti. Yaratıklar enstrümanlarını yere atıp ayağa fırladılar, keskin dişlerini gösterip, aç bakışlar attılar.

“Defolun!” diye bağırdı Gareff, eliyle anlaşılması güç bir hareket yaparak. Dört goblyn bir anda alev alırken çığlık attılar. Izdırap içinde geçen bir an boyunca kıvrandılar. Sonra alevler öldü ve yerine sadece dört tane yağlı is lekesi bıraktı.

“Clarisse, benimle gel,” diye işaret etti Domenic aceleci bir şekilde, bir elini ona doğru uzatarak.

Gareff hızlı bir şekilde aralarına girdi.

“Geri çekil Clarisse,” diye uyardı. “Köylülerden, bir goblyn lorduyla ilgili söylentiler duyduğunu biliyorum. Öyleyse artık bilesin, o kişi Domenic.”

“Kanlı canlı,” dedi Domenic, zarif bir şekilde reverans yaparak. O ve Gareff, dikkatli bir şekilde daire çizmeye başladılar.

“Yıllarca önce Domenic bu toprakları korkuyla yönetiyordu Clarisse. Köylüleri yakalıyor ve onları ağza alınmayacak yöntemlerle goblynlere dönüştürüyordu.” Gareff’in sesi nefretle titredi. “Ama sonunda onu durdurdum ve pencerenin için hapsettim. O günden beri bu toprakları dolaşarak, korkunç yaratımlarından arta kalanları avlayıp yok ediyordum. Seni korumak için bunu senden gizlemeye çalıştım Clarisse. Şimdi hatamı görebiliyorum.”

“Beni hile yaparak bir kez yendin Harrowing,” dedi Domenic tükürürcesine. “Bir daha yapamayacaksın.” Ellerini iki yana açtı, aradaki boşlukta kızıl ışıktan şimşekler çatırdadı. “Bu sefer bir goblyne dönüşmenin nasıl bir his olduğunu ilk elden tecrübe edeceksin.” Ellerinin arasındaki parlayan enerji Gareff’e doğru yollandı. Clarisse çığlık attı, sırtını duvara verdi.

Morumsu, kan kırmızısı ateş ona ulaştığında Lord Harrowing, bileklerini çaprazladı ve garip, akortsuz bir dilde konuşmaya başladı. Yeşil ışıktan bir halka belirdi önünde ve kızıl ışığı engelledi. Domenic sert bir şekilde küfür etti.

“Hapsedilmen sırasında büyü gücün azalmış,” diye kışkırttı Gareff. Tuhaf dilde büyüsünü tekrar okudu ve yeşil ışıktan halka, kendisini tamamen saracak şekilde büyüdü. Ardından zümrüt rengi bir iplikçik uzandı ve yakışıklı goblyn lordun ellerinden akan yakıcı kızıl büyüyü geri itmeye başladı.

“Ve sende zayıf, yaşlı bir ahmaksın,” dedi Domenic sıkılı dişlerinin arasından. Kızıl ateş artık tüm bedeninin etrafında çatırdıyordu, Gareff’in büyüsüyle celp ettiği yeşil ışığı karşılamak üzere öne çıkıyordu.

Clarisse başını dehşetle salladı, iki büyücünün tüm güçleriyle mücadele etmesini izliyordu. Lord Harrowing’in yüzünden ter damlaları akıyordu ve Domenic’in kaşları da muazzam eforu yüzünden çatılmıştı. Tam ortalarında, cızırdayan bir kıvılcım yağmuru eşliğinde zümrüt büyü, yakut büyüyle buluştu. Gareff giderek soluyordu, kalın kaşları yoğun konsantrasyon yüzünden birleşmişti ve Domenic de titriyordu. Yine de aralarında birleşen vahşi büyü fırtınası hiç kımıldamadı. Çıkmaza girmişlerdi.

“Clarisse!” diye bağırdı Domenic. “Bana yardım etmelisin!”

Sesindeki ızdırap kalbini çalacak gibiydi. Ona doğru tereddütle bir adım attı.

“Hayır Clarisse!” diye bağırdı Gareff. “Onu dinlememelisin. Sana yalvarıyorum, bana gel. Onu sonsuza kadar yenmeme yardım edebilirsin.”

Clarisse olduğu yerde dondu, iki adamı da izledi. Hava, iki adamın büyüsünden kaynaklanan şimşekler yüzünden acı-ekşi bir tat almıştı.

“Sen benim karımsın Clarisse,” diye hırıldadı Gareff sertçe. “Ne söylüyorsam onu yapmak zorundasın. Bana gel!”

“Hayır Harrowing, o artık senin değil,” dedi Domenic. “Ruhu bana ait. O artık benim.”

Clarisse başını sağa sola salladı. “Hayır…” diye fısıldadı, iki büyücüden de uzaklaşırken.

“Ona asla sahip olamayacaksın Domenic!” diye bağırdı öfkeyle Lord Harrowing. Zümrüt büyü ileri doğru atıldı. “Clarisse benim!”

Kızıl ateş Domenic’in ellerinden fırladı ve yeşil ışığı karşıladı. “Hayır Harrowing. O benim!”

Clarisse, keder dolu sözsüz bir çığlık attı. Elbisesini bileklerinin üstünden tutarak döndü ve odadan kaçtı. Gölgeli koridorları geçip, iki adamın çaresiz bağırışlarını arkasında bıraktı. Büyük salona gitti. Harrowing atalarının portreleri, sanki onu suçlarcasına duvarların üstünden ona bakıyordu. Delirmeye başladığından korkarak koşmaya devam etti.

Bir anda durdu, şaşkınlıkla gözlerini kırptı. Vitray camlı pencere önünde parlıyordu. Buraya geldiğini hatırlamıyordu. Ama önemi yoktu, çünkü yeni bir düşünce vuku bulmuştu aklında, dehşet verici bir düşünce ama aynı miktarda da teşvik ediciydi. Lord Harrowing ve Domenic arasında seçim yapamayacağını biliyordu. İki türlü de esaret onu bekliyordu. İki adam da ruhunda hak iddia ediyordu.

Ama ikisi de ona sahip değildi, Clarrise bunu artık biliyordu. Ruhu ona aitti, ne isterse onu yapardı. Artık zayıf biri gibi rol yapmayacaktı.

“Bir seçenek daha var,” diye mırıldandı hafifçe, yüzüncü pencereye yaklaşırken.

Parlak renkli cama baktı-Lord Harrowing’ten, Evenore’dan hatta kasvetli ve gölgeli taşradan bile eski olduğunu hissettiği cama. Uzandı ve elini camın içine soktu. Cam kırılmadı. Sanki kolunu sıcak, yakut renkli bir suya sokmuş gibiydi. Bir düzine soğuk, pençeli elin kendisine dokunduğunu hissetti.

Clarisse gülümsedi. Kısa süre sonra balo salonunun kapısından geçti ve iki adamın hâlâ büyü düellosuna devam ettiklerini gördü. İkisi de yorgunluktan grileşmiş ve yıpranmıştı.

“Clarisse, birimizi seçmek zorundasın!” diye soludu Lord Harrowing onu gördüğünde.

“Evet Clarisse.” Domenic’in güçlü sesi artık boğuk çıkıyordu.

“Kendini kime vereceksin? Ona mı, bana mı? Seçmek zorundasın!”

Clarisse iki adama yaklaştı, ipek elbisesi yeri süpürüyordu. “Öyle mi?” dedi alay edercesine. “Hanginizin bana basit bir damızlık at gibi sahip olacağına karar vermem mi gerekiyor?”

İki adam ona şaşkınlıkla baktı.

“Sizin için ifade ettiğim tek şey bu, değil mi?” diye devam etti, sesi sertti. Adamlar afallayarak başlarını salladı. Parlayan büyüleri dalgalanmaya başladı. “Hayatım boyunca taşınabilir bir mal muamelesi gördüm; babam, sen Lord Harrowing ve evet, sen Domenic. Alınıp satılabilecek bir nesne ya da cezbedip kazanabileceğiniz ve kullanabileceğini bir ödül. Ama artık değil.” Kahkaha attı, soğuk, berrak bir kahkahaydı. “Seçimimi duymak istediniz beyler. Pekâlâ, seçimimi açıklıyorum; ikinizi de seçmiyorum.”

İki adam da tepki veremeden, Clarisse kollarını kaldırdı. “Bana gelin dostlarım!” diye seslendi sevinçle. Bir anda balo salonunun kapılarından ve pencerelerinden soğuk bir sis döküldü içeri. Sisin içinden düzinelerce kambur, çarpık şekil fırladı, gözleri aç kurtlar gibi parlıyordu. Goblynler.

Yaratıklar iki büyücüyü de çevreledi. Clarisse tatmin olmuş bir şekilde izlerken yakut ve zümrüt büyüler titreyip yok oldu.

“Clarisse, hayır!” diye bağırdı Gareff.

“Lütfen aşkım!” diye haykırdı Domenic.

Goblynler üstlerine çökerken son sözleri çığlıklara dönüştü.

*      *      *

Gün, kasvetli bir şekilde Evenore’un tepesinde asılı kalmıştı ama Clarisse aldırış etmedi.

Titreyen bir grup çiftçiyi malikanesinin kapı eşiğinden kovdu ama perişan kalabalığa birkaç sikke fırlatmayı da ihmal etmedi. Devasa maun kapıyı kapattı ve büyük salonu dolaşmaya başladı, ellerini kadim vazolara ve pahalı goblenlere hafifçe sürttü. Salonun gösterişli güzelliğinden zevk aldı. Artık ona aitti. Hem de hepsi. Köy halkı artık ona Evenore’un Leydi’si diyordu. Clarisse, unvanın kendisine yakıştığını düşündü.

Kendi kendine mırıldanarak üst kata çıktı. Kendini üçüncü kattaki bir odada buldu, çok yakın zamanda büyütülen ve yeniden döşenen bir odaya.

Siyah kumaştan bir örtüye yaklaştı ve yanındaki altın kordonu çekti. Örtü kalktı ve içeriyi kızıl bir ışığa boğup Clarisse’in boynundaki inciden yansıdı.

Vitray cam pencere, dışarıdaki güneş ışığının solgunluğuna rağmen parlıyordu. Penceredeki cam mozaiğe iki adamın mücadelesi karmaşık bir şekilde işlenmişti. Ebedi bir kucaklayışla birbirlerine kenetlenmiş, suratları bitmek bilmeyen ve donmuş bir keder ifadesi taşıyan iki adam.

Clarisse altın kordonu bırakırken hafif bir kahkaha attı. Evenore’un Leydisi odayı terk etmek üzere arkasını döndüğünde örtü tekrar yerine düşerek pencereyi kapattı.

Yazan: Mark Anthony

Çeviren: Sencer Coşkun

Editör: Kayra Keri Küpçü

Kitap: Tales From Ravenloft

Bu İçeriğe Oy Verin

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu

Log In

Forgot password?

Forgot password?

Enter your account data and we will send you a link to reset your password.

Your password reset link appears to be invalid or expired.

Log in

Privacy Policy

Add to Collection

No Collections

Here you'll find all collections you've created before.