Bilimkurgu ve Fantezi
“Günümüzde bilimkurgu edebiyatı ve sineması” konusunda konuşmaya başlarken bunun bir kriz konuşması olacağını belirtmekte yarar var; çünkü bilimkurgu günümüzde ciddi bir kriz durumunda, yani bilimkurgunun son anlamlı okulu cyberpunk (siberpunk) 1990’ların başında pilini bitirdiğinden beri bilimkurgu alanında yeni bir şeyler olmuyor Eski ayları kırpıp kırpıp yıldız yapmaktan başka hiçbir şey yapılamıyor. Yapılan ne? Isaac Asimov’un vakıf üçlemesini yeniden yazmak.
Piyasayı izliyorum, özellikle Amerikan bilimkurgu piyasasını. Şu anda bir yeniden basımlar furyası var. Heinlein’ları yeniden basıyorlar. Her ne hikmetse tam da bu Irak savaşından önce, Amerika’daki en militarist ve en milliyetçi bilimkurgu yazarını dön dolaş yeniden basmaya başladılar ama Asimov yenidenbasımları pek yok, çünkü o milliyetçi olmayan bir Yahudi. Onun dışında mesela Le Guin yenidenbasımları da yok bu aralarda, o da duruma uygun değil çünkü.
Bir yılda yayınlanan yeni bilimkurgu romanı sayısı yaklaşık 1970’lerin onda birine düşmüş durumda. Şimdi bunun sebebi var. 70’lerdeki bilimkurgu yükselişinde bir çok yeni akım vardı. Yepyeni kadın bilimkurgu yazarları çıkıyordu ve feminist bir soluk geliyordu bilimkurguya. Keza aynı zamanda eşcinsel bilimkurgu ortaya çıkmıştı. Bu pek bilinmiyor Türkiye’de ama Thomas Dish , Samuel Delany gibi eşcinsel yazarlar ortaya çıkmıştı. Yani 1960’ların altüst edici hareketlerinin 70’lerdeki uzantıları bilimkurgu alanına girmişti olduğu gibi. Siyah blimkurgu yazarları vardı, çevreciler vardı (Callenbach ve Ekotopya ve John Brunner- aynı zamanda cyberpunkın atası kabul edilir, yazdığı “Şok Dalgası Süvarisi” aslında ilk cyberpunk kabul ediliyor). Dolayısıyla 70’ler müthiş bir artışa sahne oldu. 80’lerse bunların pilinin bittiği on yıl. Hepsinin yerine bütün seksenleri kaplayan cyberpunk var. Cyberpunk çok önemli bir adımdır; çünkü dijital devrime denk düşebilecek tek akım da odur zaten. Ama şimdi djital devrim cyberpunkçıların sandığından çok daha hızlı geliştiği için daha adamların romanı yazmalarıyla romanın yayınlanması arasındaki sürede onların öngörü sandıkları şey gerçek oluveriyordu. Mesela cyberpunk’ın ünlü filmi Johny Mnemnic’te anlattığı şeyi geçen gün gazetede okudum. Yani insan hafızasını olduğu gibi çipe alabiliyorlar artık ve kafatası üzerine çipi takıyorlar ve alzheimer ya da parkinson gibi nedenlerle beyin dokusu tahribata uğramış insanların hafızasını yeniden kazanmasını sağlıyorlar. Dolayısıyla cyberpunk’ın şöyle bir problemi var, çok yakın gelecekle uğraşmaya çalıştığı için olayları yakalayamıyor (idi). Nitekim 90’larda da zaten cyberpunk sönüp gitti.
Bu krizin bir nedeni olmalı, yani krizi ampirik olarak kanıtlamak kolay, ben size bir sürü veri verebilirim ama niye sorusuna cevap vermediğimiz sürece bu verilerin çok da bir anlamı olmaz. Yani “bugün öyle yarın değişir” de diyebiliriz. Şimdi bunun teorik bir geri planını oluşturalım derim ben. Onun için de bilimkurgunun tanımından yola çıkalım. Benim temtatif olarak kabul ettiğim bir tanım vardır, bu benim hocamın tanımı. Bilimkurgu konusunda doktora çalışması yapar iken beraber çalıştığım Darko Suvin’in 1979’da yazdığı “Metamorphoses of Science Fiction” kitabının ilk bölümünde yaptığı belli tanım girşimleri var. Suvin der ki: “Bilimkurgu yeterli ve gerekli şartları yadırgatma ve biliş olan ve merkezi önermesi bir novum olan edebi türdür.” Hemen üç tane kavram attık ortaya, yadırgatma, biliş (cognition) ve novum (latince yeni demek). Şimdi Suvin’nin kast ettiği şu, her türlü sanatı ikiye bölüyor ortadan, bunların bir kısmı natüralist (doğacı) sanatlardır diğer kısmı yadırgatmacı sanatlardır, şeklinde. Sanatın köküne gidiyor bunun için. “İlk sanat nasıl ortaya çıktı?” sorusunu soruyor. Ne olurdu? Kabile ava giderdi, kabilenin belli bir yaşın üstünde olan erkekleri artık bizon mu mamutu ne avlıyorlarsa avlarlar gelirler, et getirirler. Erkekler bu büyük ve zahmetli işi başarıp sırtlarında avları neyse onunla geldikten sonra gece ateş başında avın nasıl geçtiğini temsil ederler. “Sanat da burdan çıkıyor” diyor Suvin; birtakım insanlar buna tempo tutuyorlar, müziğin ilk ritmik adımları bunlar, belki birileri bir şeyler mırıldanıyor üzerine, oradan melodi çıkacak ileride, birileri kaplan kılığına giriyor, hatta belki öldürdükleri kaplanın postunu yüzüp üzerine geçiriyor, tiyatro buradan gelecek. Şimdi yalnız burada şöyle bir şey var de var, temsili yapan bütün insalar zaten bu avın nasıl olduğunu biliyorlar. Av, onların “bugün ve buradaları”nın bir parçası yani zaten bildiklerini farklı bir üslupla tekrar yansıtıyorlar. Ya da edebiyatçı tabiriyle konuşursak, 18.yy başlarında Alexander Pope’un o pek güzel “Essay on Poetry” şiirinde söylediği gibi herkesin iki de bir düşünüp de bu kadar güzel ifade edemediği şeyi ifade ediyorlar. Yani “hep aklımda da şair çıkmış benden iyi söylemiş”. Bu bir sanat türü. Suvin diyor ki bu natüralist sanat, yani bütün realist roman, çoğu destan buradan gelir. Bir de başka bir tür var. Adamın biri kimsenin gitmediği bir yere gidiyor, bir iki sene kayboluyor, sonunda geri dönüyor ve orada gördüklerini alatıyor kabiliye. Bu da başka bir sanata dönüşüyor, edebiyat tarihinde buna fantastik anlatı diyoruz; çünkü olayları yaşayan kişi anlattıklarını hiçbir zaman gerçek bir şekilde anlatmıyor. Mesela adam Ortadoğu’da yaşıyor, Afrika’ya doğru bir yolculuk yapıyor ve geri dönüyor. “Ben orada tek boynuzlu at gördüm” diyor. Gergedan demek istiyor ama adamın kafasında gergedan nosyonu olmadığı için nasıl anlatsın gergedanı, dört ayaklı büyük at bir de alnında boynuzu var. Ondan yirmi kuşak sonra insanlar unicorn resimleri çiziyorlar, böyle at vücutlu narin, alnında spiral boynuzu var, oysa adam gergedan görmüş aslında. Ya da adam Anadolu’dan biraz daha doğuya geçiyor, orada daha önce hiç görmdiği kadar büyük kartallar görüyor ve onlara kanatlı at diyor, pegasus! Pegasus oradan çıkıyor. Bir de abarttıklarını düşünün onların. Burdan da diyor Suvin yadırgatmacı sanat çıkar. Yani buna her türlü halkmasalı, fantastik kurgu, bilimkurgu ve Brecht tiyatrosu dahildir. Zaten yadırgatma lafını Brecht’ten öğreniyor Suvin.
Neden yadırgatıyoruz? Çünkü insanlara kendi “bugün ve burada”larından farklı bir “bugün ve burada”nın üzerine kuruyoruz sanatsal söylemi. Hemen yadırgatma kelimesinin tarihine gidelim. Brecht buna Almanca Verfremdungseffekt, diyor ve şöyle devam ediyor: “Var olan egemen düzen, -feodal düzen kapitalist düzen adını nasıl koyarsak koyalım-, hakim sınıfların bize var olan yapıyı gösterme biçimi burnumuzun dibine getirip koyarak olur. Biz hipermetrop olduğumuz için odaklayamayız, anlayamayız ne olduğunu. Yani bizden gizlemek istediği şeyi hakim düzen çok yakına getirir. Çok yakına getirdiği için de biz onu net olarak anlayamayız.”
Mesela zulüm ilşkisini aile olarak koyar yanımıza, o kadar yakındır ki anlayamayız zulümün ordan başladığını, işkencenin oradan geldiğini. Biz oturduğumuz yerden bakarız ve “Türkiye’de işkence olayları vardır” deriz, bize uzaktır, hele yakın bir arkadaşımız işkence görmediyse ne kadar bilinmez bir hikayedir o bize, ama aslında bize uzak gelmesi işkencenin çoktan evde başlamasından. Burnumuzn dibinde o kadar yakınki göremiyoruz. Babamız annemize işkence etti, bize de işkence etti, annemiz bize babanın kendisine ettiği işkencenin bir kısmını aktardı, işkence ailede hep vardı. Zaten işkence o kadar yaygın ve yakın bir yerde durmasa bir toplumda bu kadar yaygınlaşabilir mi?
Brecht’in bütün yapmaya çalıştığı yadırgatmakdır; çünkü ancak o zaman karakolda olan işkencenin aslında sizin evinizde başladığını görebilirsiniz ve “karakoldaki işkenceye karşı ben ne yapabilirm ki?” demekten vazgeçer evinizdeki işkenceyi düzeltmeye çalışırsınız. Brecht’in beklediği arka araya şu iki cümledir işte: “Ne kadar tuhaf, ne kadar yabancı, ne kadar uzak, a ne kadar yakın, ne kadar burnumun dibindeymiş meğerse.”
Yadırgatmanın tanımı da böylece yaptıktan sonra şimdi bir adım daha ileri gidelim ve bilimkurgunun halk masalından ve efsaneden nasıl ayrıldığına anlamaya çalışalım.
Suvin’in fantastik edebiyatla bilimkurguyu ayırmakta kullandığı bir terim var, o da cognition, biliş. Şunu diyor, yadırgatmacı bir kurgu metni eğer kendisini bugün var olan bilimsel kabullerle temellendirmeye çalışıyorsa bilimkurgudur, böyle bir kaygısı yok ise fantazidir. Temellendirmeye çalışıyor derken tabii bugünkü bütün bilimsel önermelere bire bir uygunluktan söz etmiyorum o yüzden bilimsel demiyor, cogniton (biliş) diye bir kelimeyi seçmesi boşuna değil. Bugün var olan bilimsel bilgiler havuzuyla zıtlaşmayacak bir şey yap diyor.
1940’larda Asimov, Pohl French takma adıyla bir dizi roman yazdı, Lucky Star dizisi. Bunlar 100-110 sayfalık romancıklar. Asimov’un, 40 yaşlarında yazdığı bu kitaplar, Merih yüzünde insanlar oksijen giysisi olmadan dolaşıyorlar. Yayıncısı bu kitapları yeniden basmak isteyince Asimov itiraz ediyor, “şimdi ben bilim adamıyım bunu basarsak rezil olurum” diye. Gerçekten de 40’larda Merih yüzeyi hakkında hiçbir bilgi yok. İtalyan astronom, Mars yüzeyine bakmış “canali” demiş, Amerikalı ya her şeyi bildiğini sanıyor bunu “channels” (kanallar) diye anlamış, -çok zeki olsa Bush’u seçmezdi zaten- halbuki canali izler demek İtalyanca. Dolayısıyla bir yirmi yıl kadar Merih’te kanallar olduğuna ve bunları akıllı birilerinin yaptığına inanılmış. Yanlış anlamışlar, Asimov da öyle.
Şimdi, zaman geçti metin aynı kaldı birden bilimkurgu olmaktan çıktı mı? Metin sabit kaldı çevre koşulları değişiyor, metnin tanımı değişti mi? Bilimkurgunun çuvallaması ve tanımlanamazlığı işte burada. Yoksa bilimkurguda iyi ve anlamlı olanın ne olduğunu tanımlayabiliriz. Yadırgatmacı yanı, fantastik yanı, hayal ederek anlatması. Ama tehlikeli yanını tanımlayamıyoruz: Koşullar değişir metin ölür.
Aslında adında her ne kadar bilim kelimesi saklı kalsa da bilimle tartışmak yanlış bilimkurguyu. Eğer öyle yapmaya kalkarsan her koşul değişikliği bilimkurgunun ne olduğu konusunda yeni bir şey getirir. Çünkü bilim akışkan bir bağlam. Kabülleri, varsayımları sürekli değişiyor. Buyrun size bir tartışma. Newton fiziği bitti, geçerliliğini kaybetti. Halbuki bizim elimizdeki en sağlam evren şeması Kant-Laplace evren şeması, hala derslerde evren şeması diye okuduğunuz şey. Şimdi Newton fiziği üzerine kurulu bir bilimkurgu özelliğini yitirmiş oluyor bu durumda. Peki onu yanlışlayan Einstein fiziğine gelelim. Herkes Einstein fiziğinin bize bir aşılamaz limit dayattığını varsayar. O da nedir ışık hızının aşılamazlığı yasası. Bilimkurgunun bu ışık hızının aşılamazlığı duvarına çarpıtığından beri en büyük derdi nedir? Işık hızını nasıl aşayım. Eh aşmak lazım, eğer ışık hızını aşmassak kendi arka bahçemizde oynamak zorunda kalırız, ya da yirmidört kuşaklık gemilerle gideriz başka yıldızlara. O zaman mesela kovboy romanı yapamayız, space opera dediğimiz kovboy romanın uzaya uyarlanmış versiyonunu yani. Adam, kötü adamı öldürmek için yola çıkacak onun sekizinci derece torunu varacak gezegene, olmaz. Bilimkurgu ne yapıyor? Başlıyor bilimdışı olmamaya gayret ederek bir çıkış yolu bulmaya. Uzayı bükme, solucan deliği gibi yöntemlerle ışık hızını geçerler bilimkurgu kitaplarında. Uzayın bükülebilir bir şey olduğu yine fiziksel bir teoridir. Sonra karadelik nedir? Işığın bile kaçamadığı bir yapı. Böyle bir kütlenin nasıl davranacağına dair fiziksel bir bilgi yok elimizde, ışık kaçamadığı için gözlemlememiz de mümkün değil. Orada ne olduğunu bilmiyoruz, labaratuvarda da yaratamıyoruz. O zaman spekülasyona açık. Karadeliğe düştüm, uzayın öbür tarafındaki karadelikten çıktım. Buyrun size Larry Niven’la Jerry Pournelle’in meşhur o delikler arası atlama teorisi. Şimdi yanlış mı, doğru mu? Yanlışlanamaz da, doğrulanamaz da. Ya da şöyle diyelim yanlışlanabilir aslında, bir gün birileri karadeliğe düşüp de oradan sağ olarak çıkıp bize rapor verirse ha deriz, öyle bir şey olmuyormuş. Kuhn’un bilimsel devrimlerin yapısı kitabından benim anladığım kadarıyla bu zaten bilimselliğin temek kriteri: Bir şey yanlışlanabilir mi?
Tanrı vardır. Bu bilimsel bir önerme olamaz, çünkü yokturu kanıtlamak mümkün değil. Tanrı yoktur diye de bir önerme olamaz o yüzden. Çünkü zıttını kanıtlamak mümkün değil. Dolayısıyla bu metafizik alanıdır deriz ve oraya dokunmayız. Bir şey ancak doğruluğu veya yanlışlığı kanıtlanabilir olduğu sürece bilimseldir. Ha o zaman bu tür kurt delikleri, bilimsel çerçeve içinde kalmaktadır. Şimdi böyle bir doğrulamaya ya da böyle bir bilimsel uygunluk momentine neden ihtiyaç duyuyoru? Bilimkurgu buna ihtiyaç duyduğu için bilimkurgu, fantazi edebiyatı ise ne yapıyor? Diyor ki, “benim öyle bir derdim yok, ben sizi bilimsel olarak ikna etmeye çalışmıyorum. Ben sizden şunu rica ediyorum, inanmama duygunuzu kitabın kapağını açarken şu arkadaki vestiyere asın, kitabı kapattıktan sonra da geri alın giyin üstünüze. Ama inanmama duygunuzu asın ve kitabın dünyasına girin, o dünyanın içinde gördüğünüz her tutarsızlığı kafama vurabilirsiniz.” Yani fantazi esas olarak o zaman iç tutarlılık üzerinde duruyor.
Ben fantazinin psikanalizle okunabileceğine inanıyorum esas olarak. Bilimkurgu maalesef o kadar sofistike değil. Yani bilimkurguyu psikoanalizle anlamaya çalıştığın zaman fazla basit bir şey görüyosun ama fantazi ancak psikolanalizle çözülecek kadar karmaşık; çünkü fantazi romanı rüya yapısında kuruluyor. Biliyosunuz rüyayı anlamanın tek yolu psikoanaliz. Bilimkurgu ise maalesef o rüyanın arasına pozitivist önermeler sokuşturulmuş olduğu için kendini imha eden bir yapı, o yüzden bir alt tür olarak 1926’dan 1996’ya kadar toplam yetmiş yıllık bir ömrü var. Fantazi Oddessia’dan beri yaşıyor. “Bilimkurgudan bir şeyler kurtarabilir miyiz?” derdindeyim ben. Onu kurtaralım; çünkü tamamen gitmesi de çok tehlikeli, tamamen fantazinin elinde kalırsak da işler kötü.
Şimdi bilime gelelim. Bilimkurgu yazarları 1950 sonlarından itibaren bu terimden utandılar, bilimkurgunun bilim kısmından yani. İlk kurtulunmaya çalışılan kelime bilim, niye?
Bu bilimsellik konusunda herkesin anlaştığı varsayılıyor ama ben çok tehlikeli bir noktada olduğumuzu düşünüyorum; çünkü insanlar aslında bilimsellik konusunda aynı şeyleri söylediklerini zannederek üçbin ayrı şey söylüyorlar. Ben bu konuda size yapacağım tek alıntıyı yanımda getirdim. Bilimselliğin tanımı olarak şu iki cümleden biri kullanılıyor, rivayet muhtelif çünkü tam latincesinin ne olduğu belli değil.
“Pluralitas nonest ponenda sine nesesitate” veyahut “emtia nonsu multipliganda pretan nesesinatem” Bu William of Okhum’un, Okhumlu William’ın ustura felsefesi. Buna genelde, bilim felsefesi okuyan herkes bir çatar. Tam olarak ne diyor: “Çoğulluk gerekmedikçe yapılmaması gereken bir şeydir” ya da “öteki varlıklar şart olmadığı sürece çoğaltılmamalıdır.” İngilizceye şöyle bir tercümesi var: “Keep it simple” (kiss diye de kısaltılır hatta), “karıştırmayın”.
Hipotez var ise daha az önerme içerini doğrudur, ya da doğrudur da demiyor William, daha az önerme içereni kullanılır. Şimdi bakınız astronomik gözlemler yaptım birtakım yıldızlar birtakım harekler yapıyorlar. Oturdum ölçtüm biçtim bildiğimiz Galilei-Kopernik Güneş Sistemi’ni size bir hipotez olarak sundum. Bu bir hipotez, dışardan çıkıp gözümle gördüğüm yok. Ne yapıyorum? O gezegenlerin hareketlerini alıp ölçüyorum, sonra bir tane şema çıkartıyorum. Burada gördüğüm, biri dünya olmak üzere dokuz tane gezegen merkezi de güneş olmak üzere eliptik bir yörüngede dönüyorlar arada başka cisimler de var onlar da uydular ve gezegenlerin çevresinde dönüyorlar, aşağı yukarı bunların yörüngeleri de eliptiğe çok yakın. Buyrun size güzel bir şema. Şimdi fakat biri tutturmuş ben İncil’i okudum dünyanın merkez olduğu konusunda son derece ısrarlıyım, Allah’ın sözü de bu. O zaman bilimadamı diyor ki, ben size başka bir şema çıkarayım ve bütün gözlemlerin aynılarını hiç bozmadan merkezinde dünya olan bir güneş sistemi çizeyim. Bu mümkün, lakin bu durumda güneş ve gezegenler dünyanın çevresinde çok karmaşık yörüngeler izlerler. İkisi de olası hipotezler olmakla beraber. William of Okhum geliyor bakıyor ve pat diye ustarayı vuruyor, “işin içine Allah’ı karıştırdığın olmaz çok karmaşık” diyor, daha basit olanı kabul ediyor. Bilimsellik bundan ibarettir. Bilimsellik aslında bize yanlışı ve doğruyu söylemez. Daha anlamlı olanı söyler. Her durumu birden çok hipotezle açıklayabiliriz. Buna yapısalcı ve post yapısalcı düşüncede overdetermination deniyor, her durum fazlasıyla belirlenmiş, bir tek şeyle değil birden fazla açıklanma sistematiği vardır. Ama gündelik hayatta pratik bir şekilde davranmak zorundayız, neye göre davranacağız? “Pluralistas nonest ponenda sine nesesinate”, gerekli olmadığı sürece çoğaltma, en basit, en kestirme hipotezi kabul ederek git… Bunun en güzel örneği şudur: Astronomlar dokuncu gezegeni önce varsaydılar; çünkü göremiyorlardı teleskop yetmiyordu Plüto’ya. Fakat dış gezegenlerin yörüngelerindeki birtakım sapmalara baktılar ve dediler ki “şuralarda bir yerlerde bir gezegen olmalı.” Bu nedir? Bir çıkarsama, bir tümdengelim. Şimdi, bu güneş merkezli, bütün gezegenlerin eliptiğe dizili olduğu bir şemayı kabul ediyordu. Şunu varsayalım: “Orada bir gezegen falan yok ama dış uzaydan gelen birtakım yabacılar var bizi gözlüyorlar, oraya bir istasyon kurmuşlar, bu sapmalar da o yüzden.” Bu da gayet olabilir bir hipotez. Niye bunu atıyor ustura? Çünkü dış uzaydan gelen uzaylılar olacak, bize bakmak isteyecek, onlar uzay istasyon kuracak. Kısacası bir sürü yeni varsayım koyuyoruz. Ötekisiyle hiçbir yeni varsayım gerektirmiyor. Orada bir gezegen var, o kadar basit.
Bilimselliğin bunun ötesinde bir anlamı olduğunu zanneden bir ideolojik dönem yaşadı dünya. Bu da hangisidir, 17.yy ortalarından başlayıp bir anlamda 18.yy’ın sonlarına kadar süren yaklaşık bir buçuk yüzyıllık bir aydınlanma çağı. Ne oldu? Hurafe din, mitoloji adı verilen dünyayı açıklama ya da anlamlandırma projeleri hemen bir postada çöpe atıldı.
Laplace evren şemasını 14.Lui’ye sunuyor, “bakınız kralım size nasıl bir teori getirdim”, kral bakar bakar tabii aklı hiçbirine basmaz, sonra herhalde arkasındaki kardinalin dürtüklemesiyle şunu sorar: “Pekala bay Laplace ben sizin sisteminizde Tanrı’yı göremiyorum.” Ve Laplace ona ne cevap verir: “Majeste bu hipoteze gerek duymadım.” Böylece zavallı Tanrı bir hipotez mertebesine indirgenmiş olur. Öyle ki, lazım değil at. Bu 18.yy başında oluyor, büyük bir devrim bu, bir yüz yıl önce cayır cayır yakarlardı adamı. Hoşumuza da gidiyor bu devrim. Fakat Tanrı hipotezini bir kenara koymak bu kadar da kolay değil aslında. Eğer Kuhn’un doğrulanabilirlik ve yanlışlanabilirlik prensibini bilimselliğin temeli olarak kabul edersek, Tanrı vardır ne kadar metafizik bir önermeyse, Tanrı yoktur da o kadar metafizik bir önerme. O yüzden Laplace’ın söylediği çok doğru ama o doğruyu sıkı tutalım. Laplace “Bu hipoteze gerek duymadım, tanrı yoktur da o yüzden koymadım buraya” demiyor, “böyle bir hipotez olabilir ama benim sistemimde gerek yoktu” diyor. Böylece iman ve akılcı düşünce arasındaki çatlağı bize bir kere daha gösteriyor. Şimdi, bir daha dönelim hurafe, din, mitoloji mevzularına. Zeus nedir? Yıldırımlar Tanrısı. Ne der aydınlanmacı düşünce, “ha ha Zeus’a yıldırımlar Tanrısı diyoruz; çünkü henüz o sıralarda antik Yunan’da tabii bulutlar arasındaki elektriklenme bilinmiyordu ve tabii “cehalet” yüzünden, yani bilmedikleri için onu böyle bir şeyle açıkladılar.” Oysa Zeus, sadece yıldırımlar Tanrısı değil. Yani bir mitolojik imi siz basit bir cehaletin sonucu olarak açıklamaya kalkarsanız kısa bir süre için şirin ve hoş görünebilirsiniz, hatta size inananlar da çıkabilir, ama çok önemli bir şeyi de kaybedersiniz, Zeus sadece yıldırım yollamasıyla yok, Zeus senin şu an hala açıklayamadığın birtakım şeyleri açıklıyor, mesela yaradılışı. Big bang mi diyeceksiniz? O, bana “bum bum” gibi geliyor, hani çakmaktaş ailesindeki Bambam’ı hatırlatıyor. Nasıl var olundu? O kozmik çorba niye patladı? Niye vardı? Yani biz aslında varlığın nedensellikleri konusunda dinden bir adım ötede değiliz bilim olarak. Aman mağrur olma padişahım noktasındayız bilimde. Aydınlanma maalesef bütün bilim padişahlarının fazla mağrur olup Tanrı’yı görmemeleri üzerine kurulu bir dönem. Tam da bu nedenle aydınlanmada bilim ve bilimadamı tanrılaştırıldı.
“Bilim her şeyi açıklar!” Bilim öyle her şeyi açıklayamaz. Bilim bazı şeyleri enikonu açıklar, evet belki dine ve hurafeya göre bazı şeyleri daha iyi açıklar. Ama “bilimsel düşünceyle açıklanamayacak hiçbir şey yoktur” cümlesini kurduğumuz anda orada çuvallamaya başlıyoruz; çünkü bilimsel düşünce dediğimiz şey aslında simgesel düzenin bir parçası. Simgesel düzen tanımı gereği zaten Lacan’ın ‘Gerçek’ dediği şeyi açıklayamaz, göremez bile. Ancak göz ucuyla farkına varabilir de ona bir isim takmaya çalışır da o ismi de tutturamaz. Bu söylediğim bilimsel düşünce değil dilin tamamı için geçerli. Bilimsel düşünce zaten dilin içinde bir parça, bilim ancak dil üzerinden var olabilir. Matematik de bir dil, bir simgesel düzen. Simgesel düzen hiçbir zaman gerçekle göz göze bakışamaz. Gerçek de aslında var olan her şeyin sonsuz bütünlüğüdür ya da belki parçalılığıdır. Öte yandan yaşayabilmek için anlamlandırmaya mecburuz. O yüzden bu anlamlandırma çabaları boşunadır demiyorum, tabii ki çok anlamlıdır. Ama bunun farkında olalım, biz veriyoruz anlamları, onlar kendiliğinden yok, yani nesnelerde içkin anlamlar gizli de biz onu bilimle bulup ortaya çıkarmıyoruz. Hiçbir nesnede, hiçbir olayda, hiçbir durumda içkin anlamlar gizli değil, biz o anlamları hep dışarıdan veriyoruz. Bu hep değişecek, yarın da başka bir anlam verilecek.
Şu öyküyü anlatmak istiyorum. En doğru sözü yine Brecht etmiş. Brecht’in tiyatrosu, Galilo Galilei’de meşhur Galilei’nin engizisyon salonuna girdiği sahne. Şimdi Brecht çok iyi bir oyun yazarı olduğu için bütün insanlık tarihi boyunca çok bilinen ve üzerinde çok konuşulan o sahneyi göstermiyor, yadırgatacak ya. Ne beklerdiniz? Galilei engizisyon yargıçları karşısında yanında işkence aletleriyle gösterilmesini. Hayır oyunda kapalı kapılar ardında oluyor mahkeme, görmüyorsunuz. Kapının önünde de Galilei’nin kızı, öğrencisi Andrea Sarti ve kahya kadın var. Üçü şunu bekliyorlar, çanlar çalacak mı çalmayacak mı? Çünkü Galileo işkence aletlerini görüp “tamam geri aldım korktum” derse çanlar çalacak bunu kutlamak için, yok “hayır kardeşim dönüyor dönüyor dönüyor” derse, işkenceye başlayacaklar çanlar çalmayacak. Kızı aman çalsın diye dua ediyor, Andrea Sarti aman çalmasın diye dua ediyor. Andrea Sarti öğrencisi ya bilimadamı ya, “hakikat o engizisyon zorbalığı karşısında eğilmesin” diyor kendi kendine, kız da “babam gitmesin aman!” diyor. Biz de Brechtin bizi tam o ikilemde bıraktığı yerdeyiz. Brecht kızdan da sartiden de yana değil. Biz ne Andrea Sarti’yi alkışlayalım ne kızı alkışlayalım. Derken çanlar çalıyor, itiraf etti, sözünü geri aldı, işkenceden kurtuldu, ruhu kurtuldu ve Andrea yıkılıyor tabii ki. Galileo kapıdan çıkıyor ve meşhur “gene de dönüyor” lafını etmiyor. Yine bir Brecht oyunu daha; çünkü o laf biliyorsunuz Galileo’nun ağzına yakıştırılmıştır. Kim biliyor ki orada onu söylediğini? İşte o söz yine bir aydınlanma propaganda metnidir. Ve andrea sarti ciyak ciyak bağrımaya başlıyor, “dünya değildir evrenin merkezi durmaz döner, güneştir evrenin merkezi, dönmez olduğu yerde durur.” İşte size bilim ideolojisiyle din ideoloji arasındaki kavgada kimin haklı olduğuna dair bir ipucu. Hiç kimsenin!
Şimdi Sarti’nin bilimsel katılığı engizisyonun dinsel katılığından daha mı az katı? “Dünya değildir evrenin merkezi”, çok güzel haklısın, zaten olumsuzlarken bilim her zaman haklıdır. Hemen arkasından ama “güneştir evrenin merkezi?” Durmaz, güneş dediğin evrende 4. dereceden salak bir yıldız, galaksinin dış ucunda bir yerde debeleniyor, nasıl duruyomuş canavar gibi de gidiyor.
Brecht, Andrea Sarti’yi buraya tam bir aydınlanma metaforu olarak koymuş. “Bütün bu dini yalanlar hurafeler, bir toplu iğne başında kaç melek danseder tüm bunlar hikayedir, biz araştırdık bulduk bunun karşısında bir takım mutlak gerçekleri var bilimin onları size söyleyelim.” Bu bir anlamda 20.yy’a kadar devam etti hatta 20.yy’ın ortalarına kadar, ama aslına bakarsınız biz nerede çöktüğünü çok iyi gördük. Bunu ancak çok ileriden geçmişe bakarak gördük.
Aydınlanmanın çocuğu kimdir? Bir toplumsal hareket olarak Fransız devrimi. Aydınlanma bağrından kopan büyük devrim. Akılcılığın, krallık sistemi, soyluluk, rahiplerin egemenliği gibi irrasyonelliğe karşı halkın rasyonel yönetimini getiren şey Fransız Devrimi. Üç yıl geçti devrimin üzerinden ne oldu? İrrasyonelitenin doruğundanyız 1792-1796 sokaklarda kan diz boyu, her ipini koparan her gıcığı olanı öldürtmekte, herkes komşusunu “soyludur vallahi billahi gizleniyor” diye ihbar ediyor, jokabenlerin içinde her ikisi birleşip üçüncüsünü astırmakta ikincisi de diğerini astırmanın yolunu arıyor… Bir de bakıyorsnuz zaten devrimi yapanların hepsi 1796’ya gelindiğinde ölmüş. İnsanlar sokaklarda birbirlerinin kollarını bacaklarını koparıyorlar bu bizim tarihlerde çok dikkatli okumadığımız bir bölümdür, terör dönemi 1792-1796 arası. İrrasyonelin doruğa çıktığı yer. Ben şöyle bir varsayım yapmıştım. Aydınlanma ideolojisinin hani kendi yaratığı olan Fransız devriminin tam da aydınlanmanın zıttı bir yere düşmesinin şöyle bir sonucu olmalı, gotik roman birden bire yükselmeli. Hatta bunu yazdım. Daha sonra Franco Moretti diye bir İngiliz edebiyatçısı Bilgi Üniversite’sine geldi, konferans verdi. Moretti bunu söylesin mi bana! 1780’ler on yılında yılda 3 tane gotik roman yazılırken bu 1790’lar on yılında bu rakan 127’e kadar çıkıyor, yani Fransız Devrimi oluyor, gotik roman patlıyor. Gotik roman şu demek: Cin, peri, zombi, hortlak, hayalet, perili şato, akıldışı ne varsa… Birdenbire akıldışı hakim oluyor. Sadece Fransa değil, İngiltere ve Almanya’da da. Gotik roman tür olarak 1740-50’lerden beri var arada bir yazılan bir şey. Ama 1790’larda uçuyor gidiyor ve 1815’e kadar bu heyhey devam ediyor sonra düşüşe geçiyor. 1815 de boş bir tarih değil, Fransa’da Napolyon’un sonu ve krallığın yeniden tesis edilmesi. Burada bir 20-25 yıllık gotik patlama var. Her şey akıldışı ile açıklanıyor.
Ondan sonra 1818 yılı geliyor, babası William Godwin “ilk anarşist”, annesi “Marry Wollenstonecraft” ilk feminist”, kocası “Percy Shelley” anarşist şair olan Merry Shelley (Frankenstein’ın yazarı) Bunlar o dönem italya’dalar; çünkü bütün romantik şairler gibi İngiltere’den tüymek zorunda kalmışlar. Percy Shelley, Marry Shelley, Lord Byron bir de onun sekreteri kendisi de bir gotik yazar olan Polly Doly bunlar dördü oturup muhabbet ederken diyorlar ki “ortak bir tema seçelim de hepimiz bunun üzerine bir şeyler yazalım”. Ne olsun ortak tema? Prometheus. Bundan Polly Dolly’nin artık kimsenin okumadığı kötü bir gotik romanı çıkıyor, Byron’ın dandik bir şiiri çıkıyor, yazmasa daha iyi olurmuş, Percy Shelley’in mükemmel bir epik şiiri çıkıyor “Prometheus Unbound, (zincirinden kurtulmuş Prometheus), Merry Shelley de Frankenstein’ı yazıyor alt başlığı “modern bir Prometheus.” Merry Shelley o sırada daha 22 yaşında, gariban büyük şairin minik karısı. İki yüz yıl sonra baktığınızda ama Merry geçmiş bunların hepsini.
Frankenstein –modern Prometheus- aslında form olarak baktığınızda bir gotik roman, bir farkla, bütün gotik romanlardaki o yaratık, o şey, artık hayalet mi olur, canavar mı olur, Kant’ın o şey dediği garip tekinsiz ne olduğu tanımlanamaz nesne, (gotik çok Kantçı bir tarzdır zaten) insan vücudu parçalarından yapılmış ve elektrikle canlandırılmış. Elektrik deyince 1818’den bahsediyoruz. Volta kurbağa bacağı deneyini yeni yapmış. Volta elektriği kurbağaya veriyor, bacağı oynuyor, neyi görüyor Merry? “Elektrik yoluyla ölü bedene can verilebilirmiş demek”, hareketi can zennediyor. Ama aptal da değil, ruh zannetmiyor, bütün roman şudur o yüzden: “Elektrikle ölü bedene can verdik ama bunun ruhu var mı yok mu?” , bunu tartışalım. Bu da boş bir tartışma değil, yıl 1818: Amerika kolonileştirilmekte, Hindistan kolonileştirilmekte, Afrika kolonileştirilmekte, ve herkesin en büyük derdi ne? “Kardeşim Kızılderililer’in ruhu var mı yok mu bunlar insan sayılır mı sayılmaz mı? Bu zencilerin ruhu var mı yok mu bunlar insan sayılır mı sayılmaz mı? Canların okuyacağız bunların da bir rahip gelse bize yok insan sayılmaz bunlar hayvandır dese çok rahat edeceğiz.” Demiyor ama alçak rahipler bir türlü, gidiyolar oraya misyon kuruyorlar, kolonilerde yaşayanları da hristiyan yapmaya çalışıyorlar. Emperyalistler çıldırıyor tabii bütün emperyalistler. Bir türlü papadan izin alamıyorlar. Sonra bir ara papadan izni aldılar, o sırada gerçekleşti Afrika’dan Amerika’ya zencilerin taşınması.
Şimdi demek ki gotikten türemiş bilimkurgu. Her şeyi tamamen hurafeye, tamamen akıldışına bağlayan bir türden çıkmış bilimkurgu. Bu altüst ederek, formu koruyup içeriği ters çevirerek olmuş. Bir tür daha çıkacak gotikten, polisiye. Bunu da Edgar Allen Poe yapacak tabii ki 1840’larda, yani Merry Shelley’den 20 sene sonra. Alacak gotik formu koruyup onun içine bu defa başka bi şey koyuyor, Merry bilimsel bir ön varsayımı-elektriği koymuştu, Poe akılı koyuyor. Yani Poe’nun dedektifi akıl yoluyla sorunu çözecek. Evdekapı kapalı pencere kapalı ama içeride evde anne kız cesedi var. Kapı içeriden kitli, pencereye çıkmak mümkün değil. O zaman pencereye tırmananan insan değil, orangutan… çat çat çözüyor böyle
O zaman kısaca şöyle diyebiliriz, gotik aydınlanmaya akıldışı tepkidir, bilimkurgu gotiğe pozitivist tepkidir, polisiye gotiğe rasyonalist tepkidir yani 19.yy boyunca sürecek olan iki tane temel düşünce akımı pozitizm ve rasyonalizm, bunların bir tanesi bilimkurguda cisimleşir bir tanesi polisiye de cisimleşir, ikisi de aslında gotiğin akıldışılığına tepkidir. Yani Lacan’ın “Gerçek –The Real” dediği şeyi, o sembolik sistemi, dilin kurrallarıyla cepheden görülüp anlaşılamayacak olan o dev varlığı, şöyle göz ucuyla görüp de onu tekinsiz bir şekilde ifade eden gotiğe dehşetle koşup “aman aman bunu bir şekilde akla uygun hale getirmeliyim, korkarım yoksa, insanoğlu tekinsiz bir yerde yaşayamaz” deniyor. Ya rasyonalize edeceğiz, akıllı polis bütün bağlantıları kuracak, ya da bilimadamı onu bilimin kurallarına uydururacak o da pozitivizm olacak. Zaten 19.yy da pozitivizm çağı olacak.
Sorun şu, pozitivizmin temelleri ta 1905’ten itibaren kırılmaya başlıyor. Einstein, hemen arkasından Planc, Heisenberg çıkıyor ve belirsizlik ilkesini tanımlıyor –hiçbir şeyi kesin olarak bilmeniz mümkün değil, gözlemci olguyu gözlemlemeye başladığı anda olguyu değiştirir, dolayısıyla gözlemci olguyu gözlemediği zaman ne olacağını asla bilemez- Bu durumda senin kestirme kehanet yapma olanakların atom altı düzeyde işlemiyor, atom altı düzeyde işlemiyorsa hiçbir yerde işlemiyor; çünkü nükleerden kimyaya, kimyadan fiziğe, fizikten biyolojiye doğru bir hareket yaparsan bütün bunların en dibinde yatan atom altı hareket. Atom altı harekette belirsizlik varsa aslında her yerde belirsizlik vardır, sadece biz atomüstü düzeyde mantıklı kestirimler yapabiliyoruzdur ama hiçbir zaman tam olarak ne olacağını bilemiyoruzdur. Tabii pratik olarak bize yetiyordur o kadarı.
Şimdi bilimkurgunun çökmesi burada zaten. Bilimkurgu 1926’da ortaya çıktığında şu eğilimin çocuğu olarak ortaya çıktı: Kıta Avrupası pozitivizmi sorgulamaya başlamışken (1905’te küçük rölativite bulundur), Amerika’da, Ford ilk ucuz ve insanların satın alıp binebilecekleri otomobili üretti -t-modeli-. Yani tam kıta Avrupası bilimsel kesinlik konusundaki ön varsayımlarını tartışmaya ve sorgulamaya başlarken Amerika teknoloji merkezli, teknoloji hayranlığı üzerine kuruldu. Edison ve Fordlar, yani kendisi bilimadamı olmasa da var olan birtakım bilimsel varsayımlardan iyi kâr edecek olanlar, insanlara birtakım pratik faydalar da sağlayacak şeyler geliştirme yoluna gittiler. 1926’da ilk bilimkurgu dergisi Amazing Stories çıkmaya başladığında Edison’un ve Ford’un Amerikası’nda yaşıyordu bu yazarlar. Edison ve Ford’du her şey, onlar gibi olmaktı mesele. Edison ve Ford gibi olmanın tek yolu vardır: Bilimsel bulguların kesinliğini sorgulamamalısın, sorguladığın anda tehlikeye girer işler. “Kesin onlar, bak işte yapıyorum çalışıyor.”
Buna bir heideggeryan itiraz da bulunmakta fayda var. İnsanı düşünmeye bozukluk iter. Her şey düzenli çalışıyorsa düşünmeyiz, tam da bir şey çalışmamaya başladığında düşünmeye başlarız, o yüzden Heidegger düşüncesinde insan düşüncesi aksaklıktan doğar oysa pratik Edisoncu Amerikan düşüncesinde aksaklığa yer yoktur. Amerikalılar düşünmeyi 20.yy’ın ilk iki on yılında bıraktılar, hala da başlamış görünmüyolar. Ve maalesef bu anlamdaki bilimkurgu bir Amerikan türü. Şimdi gene haksızlık etmemek lazım; bu teknoloji egemenliğinden bilimkurguyu kurtaranlar da yine Amerikalılar. Philip K. Dick karşısında gerekli secdemizi edelim. Adamın değeri çok sonra 70’lerde bilindi ama kendisi 1950’lerden beri sistemli bir şekilde bu teknoloji tapınmacılığına karşı gerekli her şeyi yazıyordu, kimse farkına varmıyordu.
Aydınlanma çağında bilimciler Fransız Devrimi’nin irrasyonel tokadını yediler sonra kendilerine geldiler tekrar. 20.yy’da bu defa Amerika’nın teknolojisiyle beraber bilim gene küstahlaştı, “ben her şeyi bilirim, her şey benden sorulur, ilim en hakiki mürşittir vs…” Asimov bununla daha 1941 yılında dalgasını geçiyor. Yumuşak başlı bir dalga geçme bu. 50’lerde Dick’in “yahu siz insan diyorsunuz da insan nedir? Yahu siz beyin diyorsunuz da beyin nedir? Yahu siz düşünme diyorsunuz da düşünme nedir?” diye ırgalaya ırgalaya sorduğu sorular kadar sert değil kuşkusuz ama soruyor. 50’lerde bilimkurguyu kimsenin ciddiye almadığı, okumadığı o sıralarda 1953-54 Tolkien, Yüzüklerin Efendisi’ni yayınlıyor, 1960’lara geldiğimizde iki şey birden oluyor. Bir, biz artık bu eski üstatları istemiyoruz. Böylece yeni bir kuşak geliyor, başlarında Harman Edison, kötü bir öykücü iyi bir organizatördür, meşhur “Tehlikeli Hayaller” dizisini çıkarıyor ve yeni dalga denen kuşağın sinyalini veriyor. O sırada çıkmış ve azbuçuk satmış olan Yüzüklerin Efendisi birden bire İngiltere’de ve Amerika’da başucu kitabı oluyor, -1960’lar gençliğinin yani çoluk çocuğun da değil. Bu ikisinin denk düşmesi boşuna değil. Bayağı bir eşzamanlılık var. 1968 kuşağını biliyorsunuz, “Gandalf for President” (Gandalf başkanlığa) diye yürüyordu ellerinde pankartlarla. Şunu da ihmal etmeyeyim: 60’lar ve 70’lerin başları birçok bilimkurgu yazarının tam da Tolkien etkisiyle fantaziye de sardırdığı dönemdir. Le Guin hem fantazi hem bilimkurgu yazar. İlk öyküsü 1959 bilimkurgu ama 64’e geldiğinde artık fantazi yazmaya öncelik vermeye başlıyor, bir fantazi bir bilimkurgu gidiyor ama ağırlığı fantazi oluyor. Böyle hem fantazi hem bilimkurgu yazan da biçok yazar var. Ama sonra bunlar da bitiyor. Bugün piyasaya baktığınızda fantazi kitapları, bilimkurguyu hem total satışlarda acayip sollamış durumda hem de raf yeri bakımından. -New York’ta Forbidden Planet diye bir yer vardır, kocaman bir binadır, bilimkurgu kitapları satılır, en alt katına inerseniz Amazing Stories’in ilk sayılarını bulabilirsiniz. İngiltere’de de biraz daha küçüğü vardır bunun. 1999’da Londra’ya gittiğimde fantaziyle kaplanmıştı Forbidden Planet, bilimkurgunun rekabet şansı yok.-
Sinema alanına dönelim kısaca. Fantazi sineması geriden geldi; çünkü fantaziyi sinemada göstermek çok zor. Benim bildiğim Yüzüklerin Efendisi’nden önce fantazi sayılabilecek bir film vardır: Willow, o da becerilememiş bir filmdir. Bence Starwars da bir fantazi üçlemesidir ama bilimkurgu kamuflajıyla verildiği için insanlar uyanmakta geciktiler.
Yüzüklerin Efendisi 2001: 21.yy’ı bekliyormuş fantazi. Bu anlamda da eğer bilimkurgu 20yy’ın türü idiyse fantazi 21.yy’ın türü olacak demek mümkün.
Bülent SOMAY