Batman: Bir Süper Kahraman
Batman İlk Film (Batman The Movie – Leslie H. Martinson) – 1966
Batman bir çizgi roman kahramanı olarak; elbette ki pek çok farklı medya alet edevatına konu teşkil etti. Gazetelerde çizgi seri olarak, radyo tiyatrosu olarak, kitap olarak ve elbette ki TV dizisi ve film olarak karşımıza çıktı.
1966 yılında Amerika’da Batman dizi olarak yayınlanıyordu ve bundan yaklaşık 20 yıl kadar sonra sonra bizde de yayınlandı. Hani şu kırmızı telefonu falan hatırlarsınız, bir de Batman’in üzeri kalemle çizili maskesini, bir de Robin’in mayosunu, bir de kırmızı biyeli Batmobil’i, bir de “Pat, Küt, Çat” baloncuklarını… neyse.
Toplamda 3 sezon oynamış ve yaklaşık 120 bölüm çekilmiş bu müthiş “komedi” dizisine 1. sezon ile 2. sezon arasında bir de film çekildi.
Adam West’in Batman’i, Burt Ward’ın da Robin’i canlandırdığı filmde, kötü çocukların 4’ünü bir arada görüyoruz; Joker, Penguin, Riddler (Bilmececi) ve Catwoman (Kedi-Kadın), yani filmde bir bolluk var ki sormayın gitsin.
Bolluk demişken; en bol Batman zamazingosunun bulunduğu film de inanmayacaksınız ama bu ilk filmdir.
Batmobil, Batkopter, Batsiklet, Bat-bot, Bat-ip ve Bat-merdiven!
Filmin henüz başında Batman’in, bacağını ısırıveren köpekbalığını, tekmeleyerek düşüremeyince kullandığı “Köpekbalık-savar”dan bahsetmek dahi istemiyorum (Başka bir deyişle; bunu söyleyebilmek için çıldırıyorum!).
Konusuna gelince; çok özel ve yeni bir icadı yatıyla nakletmekte taşıyan ama tek derdi “5 çayı” olan Amiral Schmidlapp (İngilizler bunun önemine gerçekten inanmış olmalı) halen denizde hoş bir yolculuk etmekte olduğunu sanmaktadır. Oysa kötü dörtlü tarafından kaçırılmıştır ve bir sahil varoşunda Batman’e yem olarak saklanmaktadır. Penceresinden gelen vantilatör esintisi ile ferahlayıp dışarıdaki leğende palet çırpan adamın su şapırtılarıyla rahatlar, deniz manzaralı bir tabloya bakarak iç geçirir ve Joker’in bir kamarot olduğuna inanıp renginin bembeyaz olmasından üstünkörü bir endişe duyar (yani bu denli açıkgözdür kendisi). Öte yandan Batman ve Robin, hem kayıp amiralin sırrını çözmeye, hem de mucizevi bir sezgiyle tahmin ettikleri kötü dörtlünün neyin peşinde olduğunu anlamaya çalışmaktadırlar.
Film boyunca Robin’in “Hay bin kunduz!” türevi “Ulu bilmem-ne!” nidaları, Bilmececi’nin sorularına verdikleri nevi şahsına münhasır cevapları (kendimi hiç bu kadar aptal hissetmemiştim), Batman’in hüzünlü bir şövalyeden ziyade evimizin kahramanı, üniformasız polisliğin (muz çoraplı çünkü) abartılmış tezahürü olması ve düşman saldırılarını Batman’in bertaraf etme şekillerinin yine o düşmanlar tarafından “Hımm, demek şu bıdı bıdısı varmış!” şeklinde tahmin edilebilirliği akılları yerinden oynatmaya muktedirdir. Kostümler muz çorap üstüne giyilen mayo, onun da üstüne geçirilen saten pelerin şeklinde olup, “Sene 1966… Olur öyle şeyler” deyip sadece gülmemize neden olmalıdır.
Efendim konudan bahsediyordum; bu pek bir kıymetli icat sayesinde kötü dörtlü insanların su moleküllerini emip onları bir avuç renkli kuma dönüştürmekte, sonra da üstlerine su döküp geri getirmektedir (yalnız hesap etmedikleri nokta, içme suyu değil saf su kullanmaları gerektiğidir). Bu işlemle Dünya devletlerinin başkanlarını kurutup, toplantının olduğu binadan kolayca kaçıracak, sonra da eski hallerine getirip şantaj yapacaklardır (dahiyane!).
Filmin en ilginç anekdotu sanırım Joker’i oynayan Cesar Romero’nun bıyığını kesmeyi kesinlikle reddetmesi ve beyaz makyajın altından (bana kalsa üstüne para verip kestirmesi gereken… Ee, normalde de öyle oluyordu değil mi? Hani berber falan.) ters V şekilli ince bıyığının kabak gibi görünmesi idi.
Filmin en beğendiğim yanı ise sanırım hem o yılları gayet güzel yansıtan hem de gayet akılda kalıcı olan Neal Hefti’nin yazdığı Batman Theme (dırı dırı dırı dırı, dırı dırı dı bap baaaap…).
Batman (Batman – Tim Burton) – 1989
Ve nihayet, Tim Burton’ın sazı eline alması ile asıl Batman (Michael Keaton) beyaz perdeye kara gölgesini düşürür. Gotham Şehri’nin 200. yıl kutlamalarına az bir zaman kala çeteler halkın güvenliğini iyice tehdit eder hale gelmiştir. Bunların başında da sağ kolu Jack Napier’in (Jack Nicholson) göz ardı edilemez katkılarıyla, mafya babası Grissom bulunmaktadır. Jack, Grissom’ın halefi olması (ve bunun neredeyse kaçınılmaz olması), kendine olan hastalık derecesindeki güveni ve insan hayatına olan pervasızlığı ile aslında patronunun bile ödünü kopartmaktadır; diğer yandan da sevgilisini ayartmaktan geri kalmamaktadır. Ancak bu “kız meselesi” yüzünden Grissom evcil polisi ile Jack Napier’a tuzak kurar. Son günlerde başlarını ağrıtan bir kimya fabrikasıyla olan ilişkilerini belgeleyen evrakların, yerinde yok edilmesi görevini bizzat Jack’e verir. Fakat son günlerde şehirde bir de, 2 mt’lik, dev, ölümsüz bir Yarasa-Adam ile ilgili tuhaf fısıltılar dönmeye başlamıştır. Bu yaratık polisten gayrı suçluları enseleyip, ceza kesmektedir. Hasılı “Jack’e Tuzak Gecesi”nde iyi polis, kötü polis, suçlu ve Batman kimya fabrikasında buluşurlar ve tam Jack Napier yakalanacakken Batman’le giriştiği küçük bir arbede sonucu kimyasal madde dolu bir tanka düşer. Böylelikle özellikle yüz kasları zarar gören, derisinin rengi beyaza dönen ve basbayağı kafayı sıyıran Jack Napier, Joker olur.
Joker işe Grissom’ı öldürüp, mafyanın tümünü kendine bağlayıp, şehri Güleks adını verdiği öldürücü kimyasal karışım ile kaosa boğmakla başlar. Bu güzel ortama, Batman haberleri peşinde koşan gazeteci Knox’un ortağı güzel fotoğrafçı Vicki Vale’in (Kim Bassinger) katılması, her iki kostümlü karakterin de bu kadına ilgi duyması ve Kutlama Günü’nün gelip çatması ile ortalık iyice karnavala döner.
Bu film, Tim Burton’ın ellerinde baştan sona ikna edici bir masala dönüyor. Gotham Şehri’nin alabildiğine gotik ama bir o kadar da modern üslubu, Batman’in kostümü (gri tayt değil, siyah kauçuk), Batmobil ve Batwing tasarımlarının zarifliği (Bu şeylere binmek için setteki tüm çivileri çakardım… Ellerimle!), Joker’in Tim Curry’nin performansını aratmayan (bakınız: Stephen King’s It) kostümü, filmi hem fantastik hem kült kılıyor. Bu kadar da değil tabii; çok daha süssüz ve bu sayede karizma bakımından çok daha etkili Bat-oyuncakları, oyuncuların performansları, ilk filmdekinden çok farklı olsa da apayrı bir klasik olan Danny Elfman’in Batman Theme’i diye gider ki; say say bitmez (sürekli Tim Burton dememek için kendimi zor tutuyorum – ya da söyledim bile).
Batman Returns (Batman Dönüyor – Tim Burton) – 1992
Tim Burton’ın 2. ve son defa Batman’in yönetmen koltuğuna oturduğu Batman Returns ilkini aratmayan ve hayal kırıklığı yaratmayan bir devam filmi. Batman’i ilk filmde olduğu gibi Michael Keaton canlandırıyor. Gotham bu filmde daha da mistik ve büyüleyici havasını da koruyor.
Film, 33 yıl öncesinde zengin bir ailenin, hilkat garibesi olarak doğan bebeklerini, şehir kanalizasyonlarına bırakmaları ile başlıyor. Çocuğu Gotham Hayvanat Bahçesi’nden kaçan ve kanalizasyonda yaşayan penguenler buluyor ve büyütüyor.
Ve nihayet büyüyen yarı penguen, yarı insan bu hilkat garibesinin haberleri yavaş yavaş Gotham’da yayılmaya başlıyor.
Şehrin ileri gelen hırslı işadamı Max Shreck (Christopher Walken) yeni bir elektrik santralinin yapılması için bir yandan Belediye Başkanı’nı sıkıştırmakta diğer yandan da fon bulabilmek için Bruce Wayne ile görüşmeye çalışmaktadır. Tüm bu kirli çabaların ortasında ise çalışkan, pasif ama zeki sekreter Selina Kyle bulunmaktadır. Kutlamaların olduğu gün şehre Penguin’den de bir hediye paketi gelir (paket dediysem 5 mt x 5 mt büyüklüğünde falan) ve içinden çıkan cani palyaçolar etrafı savaş alanına çevirir, amaç Max Shreck’i kaçırmaktır. Öyle ya da böyle başarırlar da, Penguin’in (Danny De Vito) amacı bir PR (Public Relations) partner bulmak ve bu sayede yeryüzüne ayak basmaktır, bunun için açgözlü, “her yol mubah” insanı Shreck’ten alası düşünülemez. Shreck, bu lokmayı niye yutayım ki, diye düşünmedi sanmayın, zira hasır altı edip, yok edip, yırtıp attığı tüm kirli atıklar, belgeler ve ölü eski ortaklar Penguin’in kanalizasyondaki evine yollanmıştı (Unutma senin attığını ben baş tacı ederim Shreck). Doğal olarak el sıkışıldı.
Selina kızımızın ise, çok ve azimli çalışmak gibi bir kusuru vardı. Hele patronuna “gizli dosyalar”ına girecek kadar meşakkatli çalışıp, bahsi geçen santralin enerji vermek yerine Gotham’ın enerjisini emeceğini öğrendiğini, bunu da “çok ilginç” bulduğunu safdillilikle anlatması vardır ki demeyin. Shreck, Selina’yı doğrudan camdan aşağı atmıştır. Yalnız burada kötü adamın da tahmin edemeyeceği bir şey olmuş, saf genç kızımız kediler tarafından diriltilip Catwoman (Michelle Pfeiffer) oluvermiştir.
Hepsi intikam peşinde, üç hayvan avatarlı güç unsuru çok geçmeden birbirlerine düşer. Catwoman ile Penguin başta Batman’e karşı ortak olurlar, diğer yandan Bruce ile Selina arasında fena halde bir aşk gelişmektedir. Dediğim gibi bu hikayenin özünde intikam var; eski patrona ve ezik hayatın getirmedikleri yüzünden kendine ve herkese, terk eden aile ve dışlayan topluma, çocuk yaşta ailesini elinden alan suçlu nedeniyle tüm suçlulara ve sistemin kendisine…
Nihayetinde bu filmdeki ne Batman, ne Catwoman ne de Penguin unutulabilecek karakterler, hepsi rollerine mükemmel derecede oturuyorlar (yönetmen başarısından bahsetmiş miydim?).
Batman Forever (Batman Daima – Joel Schumacher) – 1995
3. filmde Tim Burton prodüktör koltuğuna çekilmiş, yönetmenliği Joel Schumacher’e bırakmış; Batman’i ise Val Kilmer canlandırıyor.
Gotham, bu filmde Gotham’lıktan da neredeyse çıkmış alevli meyve tabağına dönüşmüş durumda; yönetmenin perspektifine yansıyanın Hong Kong caddeleri mi, New York mu, yoksa Dune Gezegeni’nin kalabalık bir şehri mi olduğu pek muallakta.
1989 yılı yapımı Batman’de de Bölge Savcısı rolünde izlediğimiz Harvey Dent’i asitli bir suikast sırasında yüzünün yarısını ve akli dengesini kaybeden yeni süper-suçlu Two-Face (İki-Yüzlü) olarak görüyoruz (İşin garip yanı ilk filmde Dent zenciydi, bu filmde yarı beyaz-yarı fuşya)
Two-Face (Tommy Lee Jones), Batman kendisini kurtarmaya çalıştığı halde onu düşman bellemiş ve yine “intikam” peşine düşmüştür, yanında da gorilden evrilmiş piercingli adamları bulunmaktadır. Tek süper-suçlumuz Two-Face değil elbette. Wayne Şirketler Grubu’nda çalışan takıntılı, hakir görülen, tuhaf davranışlı Edward Nygma (Jim Carrey); hayran olduğu patronu Bruce’a eline geçen tek fırsatta mucizevi projesinden bahseder. Televizyon makineleri vasıtasıyla beyin dalgaları göndererek insanları programın içindeymiş gibi hissettirecektir, ama bu iki ucu açık bir durumdur çünkü insanlara bu görüntüleri verirken onların beyninden de görüntü ve düşünceleri çekmek mümkün olabilecektir. Bruce bu öneriyi reddeder ve keşfini silahı haline getiren E. Nygma diğer bir suçlu olan Riddler’a (Bilmececi) dönüşür.
Bu iki yeni düşmana karşı, Batman’e bir de zoraki ortak çıkar ki; 1966 yapımı ilk filmde daha ilk dakikada karşımıza çıkan Robin‘den bahsediyorum (Chris O’Donnell). Ailesi ile çalıştığı sirk Gotham’da gösteri yaparken, Two-Face baskın yapar ve Grayson Ailesi (Richard yani bizim Robin hariç tabii) öldürülür. Richard’ın trajedisinden kendine pay çıkartmayı bilen Bruce onu himayesine alır ve kısa bir süre sonra intikam yeminli kuş sayısı ikiye çıkmış olur (Sevgili Alfred’in de yadsınamaz katkılarıyla).
Ama durun bir dakika! Elbette, bu hikayede bir sarışın var. Batman’i kendine takıntı edinmiş (pek çok takıntılı var, hatta takıntısız insan yok, toptan tımarhanelik aslında) güzel Dr. Chase Meridian. Film boyunca bir Bruce’a, bir Batman’e “Üzgünüm ama biriyle tanıştım” deyip dursa da; netice itibariyle sarışındır ve güzeldir.
Bir de eklemek istediğim beynimi kemiren bir husus var, neden Batman Forever? Bu soruyu çok kurcalamadan “evrendeki cevapsız kalmış sorular köşesi“ne “Dünya neden adil değil?” ile “Mulder, Scully’e aşık mı?” arasındaki boşluğa itinayla terk ediyorum. Arrivederci!
Batman & Robin (Joel Schumacher) – 1997
Olayları komediye döndüren Robin’in varlığı mıdır bilemiyorum ama Tim Burton’ın yönettiği filmlerdeki puslu ve etkileyici hava yerini sıradan, komik ve aksiyon dışında pek bir dinamiği olmayan filmlere iyice teslim ediyor. Batmobil modifiye zenci arabalarına dönmüş, bir Türk arkadaş da gidip mavi ışık takmış sanıyorum.
Filmin ilk süper-suçlusu Mr. Freeze (Buz Adam – Arnold Schwarzenegger); yani karısını, tedavisi üzerinde çalıştığı amansız hastalıktan kurtarmak için donduran ama kazara kendisi de kimyasal tanka düşerek donan bilim adamı. İkinci suçlu ise; bitkileri hayvanlarla çiftleştirme programına tabi tutan bilim kadınından dönme; Poison Ivy (Zehirli Sarmaşık – Uma Thurman). Batman (George Clooney) ise Batman değil de, daha çok… George Clooney gibi. Sevgili Robin’imizi yine Chris O’Donnell canlandırırken, Alfred’in İngiltere’den gelen, gündüz cici kız, geceleri ise azılı motosiklet yarışçısını oynayan yeğeni Barbara, yani namı diğer Batgirl rolünde Alicia Silverstone’u görüyoruz. Alfred ise, sadece Mr. Freeze’in iyileştirebileceği bir hastalık yüzünden elden gitti gidiyor. Tahmin edin hastalık nedir? Mr. Freeze’in karısının hastalığı elbette ama Alfred ilk aşamasında olduğundan henüz ümit var.
Bu film diğerlerine oranla daha zayıf bir kurguya, yanar – döner kostüm ve alet-edevata ve derinlikten uzak bir anlatıma sahip. İnandırıcılığı da 1966’tan azıcık daha yukarıda.
Batman Begins (Batman Başlıyor – Christopher Nolan) – 2005
Ve çekilen son film Batman Begins bizi hikayenin en başına yani Bruce Wayne’in Batman olma noktasına ve hatta öncesine götürüyor.
Bruce, ailesinin intikamı için tüm suçlulara düşman olmuş ve kendini o bataktan bu batağa atarken dünyanın çekik gözlü tarafına kadar olayı abartmış, bir hapishanede gözlerini açmıştır. İşte bu sırada Ra’s Al Ghul’un temsilcisi olduğunu iddia eden bir adam (Liam Nelson) ilginç teklifiyle karşısına çıkıverir.Adalet, intikam ve kendi bozuk hâletiruhiyesi içinde nefes almaya yer arayan Bruce, Ra’s Al Ghul’un (Şeytanın Başı) ninja assassin örgütü içinde eğitilir;öncelikli olarak da kendi korkularına karşı. Eğitimi tamamladığında, Gölgeler Birliği’nin bir ferdi olarak adaleti temsil edebilirliğini ölçmek için suçlu olduğunu söyledikleri bir köylüyü öldürmesini isterler. Bu gruba olan inancını ispatlayacak ve bir önder olarak Gölgeler Birliği’ne katkısını görülebilecektir. Grubun asıl amacı ise, şerrin yuvası olmuş Gotham’ı, Bruce’un önderliğinde yok etmektir (tıpkı Roma gibi, Kostantinapoli gibi vb.). İnsan öldürmek konusunda hassas olan(Batman dediğin öldürmez) ve Gotham’ı yok etmek gibi bir derdi bulunmayan adamımız ise bunu reddeder ve ortalığı biraz yıkıp, kazara Ra’s Al Ghul’u öldürerek – burada kazanın altını tekrar çiziyorum, Batman dediğin adam öldürmez – (Ken Watanabe) ve kendisini eğiten hocası Henri Ducard’ı (Liam Nelson işte) son anda kurtarıp bir köye bırakarak Gotham’a döner.
Gotham’da suç oranı artmış, işsizler çoğalmış ve uyuşturucu mafyası (özellikle de Falcone) egemenliğini ilan etmiştir. Politika, yargı, sosyal örgütler ve önemli noktalardaki tüm adamlar satın alınmış, paranın gücü, daha çok para için insan hayatını hiçe sayar hale gelmiştir (Hımm, halen Gotham’dan bahsetmekteyim). Ama Falcone’nin dahi iplerini çeken birileri vardır. Bu büyük patronun bir nevi sağ kolu olan, içeri atılan adamlarını “akli dengesi bozuktur” raporu ile çıkartan psikiyatr Dr. Jonathan Crane (Cillian Murphy) yani Scarecrow’dur (Korkuluk).
Tüm bu kötü çocuklar bir yana, annesi ve babası öldürüldüğünde polis merkezinde onu teselli eden genç Müfettiş Gordon (Gary Oldman), Batman olduğunda da ona ilk inanacak kişidir (Alfred’i saymıyoruz, bu arada 1989’dan beri Alfred’i oynayan Michael Gough ilk defa bu filmde yerini Michael Caine’e bırakıyor). Bir de Bruce’un çocukluk arkadaşı olan idealist savcı Rachel Dawes rolünde Katie Holmes var elbette.
Bruce ise Gotham’a döndükten sonra kendine şirketinde bir oyuncak dükkanı bulmuştur. Babasının da arkadaşı olan Lucius Fox’un (Morgan Freeman) sürgün yeri olan “Uygulamalı Bilim Departmanı”nda Batman’in tüm oyuncaklarının prototipleri bulunmaktadır. Şu bir engele çarpıp baş aşağı döndüğü halde gitmeye devam eden pilli arabalardan bile… Pardon, Batmobil demek istedim.
Batman, Gotham’ı çetelerden temizleme uğraşına düştüğünde aslında eski bir düşmanla karşılaşır; zira, Scarecrow’un korku gazında kullandığı etkin madde; bir zamanlar Bruce’un Gölgeler Birliği’ne girmek için kendi elleriyle getirdiği ve tütsülenmiş haliyle sınandığı çiçeğin özüdür. Ayrıca bu öz çoktan şehir sularına zerk edilmiştir. Wayne Şirketler Grubu’na ait bir gemiden su moleküllerini buharlaştıran dev bir mikrodalga çöl silahının çalındığını da hemen ekleyeyim, siz kalanı birleştiriverin. Suça boğulan Gotham Şehri, korku gazıyla çıldırtılıp kendi kendinin başı yedirilecektir.
İşte tam da bu noktada sevgili arkadaşım Kayra “Keri” Küpçü’den bir mantık hatası destanı dinledim. Şöyle ki; mikrodalga fırında kaçak varsa ve biz yakınındaysak falan haşlanacağımız (mikrodalga fırın ısı vermez İlknur, sadece mikrodalgalar göndererek suyu buharlaştırır, insan vücudunun %70’i su olduğundan bla bla bla…) üzerine edindiğim bilgiler sonrasında “Hımm, ya Keri. Neydi abi şu Tim Burton’ın köpeğinin adı?” gibi bir soruyla konuyu daha kolay karşılayabileceğim bir konuyla değiştirdim. Zira bir süre sonra dinlemeseniz de arada “Tim Burton!” veya “Vincent Price!” demeniz yeterli oluyor (kusura bakma Keri). Hasılı dev mikrodalga silahını Gotham’a çevirmek değil şehir şebekesindeki suları, iliğimizi kurutacağından korku gazı falan yalan oluyor (ve sağol Keri).
Son Söz:
Batman’deki suç profilini çıkarttım da;
1 hilkat garibesi (Penguin)
1 Bölge Savcısı (Two-Face)
1 Sekreter (Catwoman)
1 kötü çocuk – ama kimyayla ilgili (Joker)
4 bilim insanı var (Riddler, Mr. Freeze, Poison Ivy, Scarecrow)
Kısacası henüz meslek seçmemiş olanlara uşak olmalarını öneririm.
İlknur “Ephinee” Suçsoran