Monster Ödüllü Hikaye Yarışmamız Sonuçlandı
7 Kasım tarihinde başlayan, Monster Bilgisayar ile ortaklaşa düzenlediğimiz mitolojik yaratıklar konseptli hikaye yarışmamız sonuçlandı.
200’e yakın hikaye yazıldı, kalemler sallandı, tuşlara basıldı ve pek çok yazar, hem Türk mitolojisinin efsanevi yaratıkları olan hem de Monster Notebook’un üst düzey performans ve oyun makinelerine adını veren Semruk, Tulpar, Huma, Abra ve Markut’u anlattı. Büyük an geldi ve kazanan hikaye ve yazarı belli oldu.
Göktuğ Canbaba,Erbuğ Kaya, Kayra Keri Küpçü, Seçkin Sarpkaya ve Mehmet Berk Yaltırık‘tan oluşan jüri tarafından 1,5 ayı aşkın süre boyunca tüm hikayeler okundu, incelendi, ince elendi sık dokundu ve kazanan isim belirlendi.
Normal şartlarda sadece 1 adet kazanan öykü açıklanacaktı ancak sizlerden gelen yorumlar doğrultusunda ilk 5’i açıklamaya karar verdik. Fakat sadece 1. olan hikayenin yazarı üst düzey Monster Abra‘yı kazanacak.
Evet, 200’e yakın hikaye arasından kazanan hikaye Yaltar Han Efsanesi oldu ve Monster Abra‘yı kazanan kişi de Adil Öztürk oldu.
Sizler istediniz, biz de sunalım istedik. Bu durumda ilk 5 de şu şekilde oluştu:
- Yaltar Han Efsanesi – Adil Öztürk
- Yalbuz’un Varisleri – Bilge Çiğdem Öztunç
- Yadacının Efsanesi – Uğur Aslan
- Bedel – Ahmet Ayhan
- Ay ve Güneş – Harun İçöz
Gönül isterdi ki dereceye giren herkese bir hediye verelim ancak maalesef birinci olamayanlara bu güzel hikayeler için teşekkür ediyoruz.
Adil Öztürk’ü, yazdığı başarılı hikayeden ötürü tebrik ediyoruz. Kendisi sadece Monster Abra model bilgisayarı kazanmakla kalmadı, Monster Notebook ile birlikte verilecek hikayeyi okurlara kazandırmış oldu.
Adil Öztürk’ün Yaltar Han Efsanesi isimli hikayesine hemen buradan ulaşabilirsiniz.
Acaba ilk beşteki diğer kişilerinde hikayelerini paylaşabilirmisiniz? Merak ettim de. o.O
Kazanan arkadaşı tebrik ederim.
Kısmette 3. lük varmış hayırlısı
Kazanan hikaye ne kadar basit baksaniza adam mitolojideki karakterleri oldugu gibi kopyala yapistir yapmis. Ona kalan sey sadece bir kurgu yapmak ve ek kelimeler eklemek. Ama biz kendi kafamiza gore bi fantastik kurgu olusturduk. Keske deseydiniz turk mitolojisini kullanin. Oyle yapardik. Biz hayalimizden baska karakterler olusturduk. Turk mitolojisi tanri ve tanricalari kullanin deseydiniz keske!
Aynen! O benimde dikkatimi çekti. Sadece Türk Mitolojisinden yararlanarak hikaye kurgulamış, halbuki ben, kendime adıma diyebilirim ki tamamen kendim yarattığım karakterler ve kurguladığım olaylardan oluşan bir hikaye yazmıştım. Ne kadar iyi veya kötü olduğu şüpheli olsa da birinci hikayenin baştan kurgulanmış bir hikaye olmasını beklerdim. Birinci hikaye böyle iken diğer hikayeleri de merakım bu yüzdendir ama yinede birinci olan hikayenin de kötü olduğunu iddia etmek söz konusu olamaz.
Çok Amerikan Tarzı kaçtık sanırım. İsteyenler bir göz gezdirebilir
http://goo.gl/zYL79y
bende ilk 5 i okumak isterdim. 1. hikaye hoşuma gitmemişti bendemi sorun var diyordum valla doğruymuş :)
Belki efsane dalında birinci olabilir fakat fantastik bir hikaye ile pek bir alakası olduğu söylenemez
en iyi canavar hikayesi bu muymuş(!)
Bu da benim hikayemdi… Paylaşmak istedim… Jüri beğenmemiş ama umarım okuyanlara keyifli vakit geçirtir… :)
1. kısım
BUMİN
Yaşadıklarımın rüya olduğuna eminim. Bu rüyayı birçok kez gördüm.
Yine kadının peşinden gidiyorum. Ormandayız ve kadın çok güzel. Vücut hatlarını
belli eden siyah bir elbisesi var. Vücudu da çok güzel. Şehvetli bir ifadeyle
beni çağırıyor, ama ben yaklaştıkça kadın uzaklaşıyor. Yürümüyor da havada süzülüyor
sanki.
Şimdi arkamdan kurt ulumaları duyuyorum. Koşmaya başlıyorum.
Kadın beni sık ağaçların arasından, gizli geçitlerden, patikalardan geçiriyor.
Var gücümle koşuyorum ama yine de kurtların yaklaştıklarını duyabiliyorum. Şimdi
hırıltılarını duymaya başladım. Hatta soluk alışverişlerini.
Orman bitiyor, bir açıklığa ulaşıyorum. Zemin kapkara çimenlerle
kaplı. Kadın açıklığın ortasında durmuş beni çağırıyor. Çimenliğe adımımı attığım
anda sırtımdan yakalanıyorum. Kurt dişlerini etime geçirmek yerine kıyafetimden
yakalıyor. Tam o anda önümde yüzlerce metre yüksekliğinde bir uçurum beliriyor.
Az ileride, havada duran kadın öfkeyle bize bakıyor. Sipsivri dişlerini gösterdikten
sonra kahkahalar atarak uçurumun derinliklerinde kayboluyor.
Diğer kurtlar coşkuyla ulurken beni son anda yakalayıp ölümden
kurtaran beyaz kurt yüzümü yalamaya başlıyor.
*
Tam o anda uyandım. Her zaman tam o anda uyanırdım ama bu
kez sanki biri beni dürterek uyandırmış gibi hissettim. Fosforlu saatim sabahın
beşini gösteriyordu. Eşime baktım, uyuyordu. Işığı açmak için yataktan kalkmak üzereyken
onu gördüm. Odanın ortasında, ayakta duruyordu. Oda zifiri karanlıktı ama onu
yine de görebiliyordum. Sanki kendi içinden dışarıya vuran bir ışığı vardı.
“Kayra Han’ın iyiliği üzerine olsun,” dedi.
Saçı yok gibi görünüyordu ama sağ omzundan göğsüne doğru kalın
bir saç örgüsü indiğine göre başının arkasından bir tutam saç uzatmış olmalıydı.
Üzerinde yere kadar uzanan beyaz bir giysi vardı. Giysinin üzerindeyse
boncuklardan, minik heykelciklerden, kuş tüylerinden tutun da hayvan
kemiklerine, kuş kafataslarına kadar türlü türlü nesne asılıydı.
Şaşkınlıktan ve korkudan dilim tutulmuştu. Yatağın kenarına
oturmuş titreyerek ve terleyerek öylece bakıyordum. Kendimi avutabilmek için
tutunabildiğim tek dayanak hala rüya görüyor olduğumdu.
Ağır adımlarla bana doğru ilerledi, elini uzatarak başıma
dokundu. Gözlerim kararırken içime bir aydınlık dolduğunu hissettim.
*
Gözlerimi tekrar açtığımda uçuyordum. Uçuyorduk. Hem de dev
bir kartalın üzerinde. Bulutların üstünde olduğumuz için yeri göremiyordum. O önümdeydi,
sırtı bana dönüktü. Kartalın boynuna oturmuş ayaklarımızı yanlardan sarkıtmıştık.
Gözlerimi açar açmaz ilk yaptığım şey beline sarılmak oldu. Saçları konusundaki
tahminim doğruydu. Büyük olasılık hala rüya görüyor olduğum konusunda da öyle.
Ancak yüzüme vuran rüzgar, alçalıp yükseldikçe içimde oluşan boşluk hissi
yeterince gerçek görünüyordu.
Yine de rüya gördüğüme karar verip “Siz kimsiniz?” diye sormaya cesaret ettim. “Beni
nereye götürüyorsunuz?”
“Benim kim olduğumun önemi yok,” dedi. “Önemli olan kehanet. Önemli olan senin otuzuncu kuşak olman ve bugünün 20 Mart 2015 olması. Bin beş yüzüncü yıldaki güneş tutulması bugün yaşanacak. İki hafta sonra da ay tutulması. Bir de ikisini aynı günde görme
meselesi var ama o konuyu ben de pek anlamış değilim. Semruk’un
işleri bazen benim bile sınırlarımın ötesinde oluyor.”
Söylediklerinden hiçbir şey anlamamıştım. “Ne kehaneti, ne kuşağı, ne tutulması? Semruk kim?” diye sordum.
“Semruk’un kim olduğunun…” diye başlamıştı ki bu kez sözünü kestim. “Senin için önemi olmayabilir ama benim için var,” dedim. Nezaketi elden bırakmıştım. “Rüya gördüğümü biliyorum ama yine de neler olup bittiğini merak ediyorum.”
“Rüya görmüyorsun,” dedi. “Bu bir yolculuk. Ben de bu yolculukta sana yardım ve eşlik
ediyorum. Şimdiki amacımız Semruk’un yanına ulaşmak.”
“Yine bir şey anlamadım,” dedim. “Daha açık anlatamaz mısın?”
“Ayrıntıları ben de bilmiyorum,” dedi. “Semruk biz şamanlara fazla şey anlatmaz. Ne öğrendiysem kadim yol arkadaşım Markut’tan öğrendim.”
Bunu söylerken dev kartalın boynuna sevgiyle birkaç kez vurdu. Kartal karşılık
olarak çığlık attı. “Ama Markut’un da çok şey bildiği söylenemez,” diye devam etti. “Onunkiler de kulaktan dolma bilgiler. Kesin olarak bildiğim, seni Semruk’a
ulaştırmakla görevlendirildiğimiz. Ama Semruk Markut’u
görevlendirdiğine göre bu da demektir ki Karağus Han da işin içindedir.”
Şamanın ağzından Karağus Han ismi çıkar çıkmaz Markut
deminkinden de yüksek bir selamlama çığlığı attı ve zaten yüksek olan hızını
daha da artırdı. Ben de şamanın beline daha sıkı sarıldım.
“Bildiğin kadarını anlatsan da olur,” dedim.
“Pekala. Ben bir şamanım, bu da Markut, kartalların efendisi, şamanların yardımcısı. Markut’un efendisi de Karağus Han’dır. Karağus Han bütün kuşların
efendisidir. Semruk hariç. Semruk da kartaldır ama çift başlı kartaldır. O Karağus
Han’ın babası Ülgen Han’ın kartalıdır. Kanatlarını açtı mı biriyle güneşi örter diğeriyle ayı. Kehanete göre, Ülgen Han’ın bir insan kızından doğan sekizinci oğlu Bumin Han’ın yaşayabilmesi için doğumundan 1500 yıl sonra, kendi soyundan gelen otuzuncu kuşak biri tarafından kurtarılması gerekiyor. Bir de o kişinin güneş tutulmasıyla ay tutulmasını aynı günde görmesi gerekiyor. Bildiklerim bu kadar.”
Açıklamalar kafamı daha da karıştırdı. “Bütün bunların benimle ne ilgisi var?” diye sordum.
Şaman başını sallayarak güldü. “İşte o otuzuncu kuşak kişi sensin,” dedi. “Başka
ne ilgin olabilir.”
“Ben bir reklam yazarıyım,” dedim. “Kaçıncı kuşak soyundan gelirsem geleyim hanları, kağanları kurtarabilecek durumda değilim.
Kaldı ki hiç kimse güneş ve ay tutulmasını aynı günde göremez. Çünkü güneş ve
ay aynı günde tutulamazlar, bu fiziğe, matematiğe, astronomiye ve geri kalan bütün
bilimlere aykırı.”
“Orasını bilemem,” dedi şaman. “Güneş ve ay Semruk’tan sorulur. Bir bildiği vardır elbet.”
*
Birden Markut alçalarak beyaz bir bulutun içine girdi. Bulut
o kadar yoğundu ki bembeyaz bir karanlığın içinde gibiydik. Burnumun dibindeki şamanın
kafasını bile göremiyordum. Konuşmaya çalıştığımda sesim çıkmadı. Derken yoğun
bulutun içinden çıkıverdik. Semruk karşımızdaydı. Daha doğrusu Semruk her
yerdeydi. Ya da hiçbir yerde değildi.
*
Karşılaştığım durum karşısında bir süre kendime gelemedim. Gözlerim
karardı, başım döndü, midem bulandı. Semruk hem her yerdeydi hem de hiçbir
yerde. Hiçbir zaman baktığım yerde olmuyordu. Bununla birlikte göz ucuyla yan
tarafımda, hatta iki tarafımda birden çift başlı ve devasa bir kartalın uçtuğunu
görüyordum. Gözümü o tarafa çevirdiğimde yine aynı şey oluyordu. Bu illüzyonla
birlikte Semruk da kanatlarını ağır ağır oynatıp hareket ettiği için görüntü
iyice birbirine giriyordu. Buna rağmen Semruk gözlerimin önünde değilse de
kafamın içinde net bir imge olarak belirmişti.
“Beni görmeye çalışma, bana bakmaya çalışma,” dedi kafamın içinden bir ses. “Belirli
bir nokta seç ve sürekli oraya bak. Ama istersen gözlerini de kapatabilirsin.
Hatta öyle yaparsan daha rahat edersin.”
Gözlerimi kapatmayı tercih ettim. Hala Semruk’u görmeye devam ediyordum. Bu arada korku mu, şaşkınlık mı, merak mı hangi hissi yaşamam gerektiğine bir türlü karar veremiyordum. Semruk isimli, çift başlı bir kartalın görüntüsü kafamın içindeydi ve benimle konuşuyordu! Bu bir rüyaysa hayal gücümün sınırlarında dolaşıyor olmalıydım. Rüya değilse… Bunu düşünmek bile istemiyordum.
“Rüya görmüyorsun,” dedi Semruk. “Bütün yaşadıkların kafanın içinde
gerçekleşiyor ama yine de bu bir rüya değil. Gerçek. Şaman sana anlatmıştır.
Yardımını istemek için seninle temas kurduk.”
“Nasıl bir yardımdan söz ediyorsunuz?” diye sordum.
“Basit,” dedi Semruk. “Yumurta hırsızlığı yapacaksın.”
“Yumurta mı?”
“Evet. Erlik Han’ın sarayından Abra’nın yumurtasını çalman gerekiyor. Bumin Han’ın hayatı buna bağlı. Bugün o yumurtanın Ülgen Han’a götürülmesi gerekiyor.”
“Abra da nedir? Bir tavuk mu? Sarayda yaşadığına göre bir tavus kuşu mu?”
“Abra Kötülük Tanrısı Erlik Han’ın yeraltı sarayının koruyucusu dev yılanın adıdır. Onun demir yumurtasını çalman gerekiyor.”
Gözlerim kendiliğinden açıldı. Hem de fal taşı gibi. “Yardım etmek isterdim ama bugün çok önemli bir toplantım var,” dedim. Doğru söylüyordum.
“Gün senin,” dedi Semruk. “Bu iş sadece birkaç dakikanı alacak. Bir rüya gibi düşün. Birkaç saniyede saatlerce süren olaylar yaşamaz mısın rüyanda?”
“Yine de dev bir yılanın demir yumurtasını Kötülük Tanrısı’nın sarayından çalabileceğimi
sanmıyorum. Ben sıradan bir reklam yazarıyım. Hem neden ben? Siz bu iş için
gayet uygun görünüyorsunuz.”
“Kehanete göre bunu ancak sen yapabilirsin,” dedi Semruk. “Başkası yumurtaya dokunursa kehanet bozulur. Hem merak etme yılan seni görmeyecek. Abra
için görünmez olacaksın.”
“Kehanet böyle mi söylüyor?” diye sordum tereddütle.
“Hayır,” dedi. “Bu benim yaptığım kesin hesaplar sonrası tahminim.”
“Ama yine de bir tahmin. Peki ya Abra dışındakiler?”
“Bugün sarayda Abra’dan başkası yok. Erlik Han, oğulları ve kızlarıyla birlikte saray dışında.”
“Ya başıma bir şey gelirse?” diye sordum. “Bunlar sadece kafamın içinde
oluyorsa zarar görmem değil mi?”
“Bu konuda yalan söylemeyeceğim. Dediğim gibi bu bir rüya değil. Başına bir şey gelirse, yani yaralanır ya da ölürsen fiziksel varlığın da zarar görür.”
“Ölmek epey büyük bir zarar,” dedim. “Almayayım, kalsın.”
“Anlamıyorsun,” dedi Semruk. “Bumin Han senin atan. O olmazsa sen de olamazsın zaten.”
Bu oldukça ikna edici bir yaklaşımdı. “Peki sizler bana yardım edecek misiniz?”
“Elimizden gelen bütün yardımı yapacağız. Yarı tanrı sözü!”
Bir tanrıyı reddetmek kolay iş değildi. Yarı tanrı bile olsa. “Ne yapmam gerekiyor?”
“Bugün dünyada güneş tutulması yaşanıyor. 4 Nisan 2015 günü de ay tutulması yaşanacak. Kehanete göre senin her ikisini aynı günde görmen gerektiği için önce kısa bir yolculuğa çıkacağız.”
“Yolculuk mu?” diye sordum şaşkınlıkla. “Yolculuğa çıkarak güneş ve ay
tutulmasını nasıl aynı günde görebilirim?”
“Bu bir zaman yolculuğu. Işık hızına yakın bir hıza çıktığımızda dünyada iki hafta geçerken senin için sadece birkaç dakika, hatta birkaç saniye geçmiş olacak. Einstein’ın
görelilik kuramlarını duymuşsundur mutlaka.”
“Duydum ama o zaman toplantım ne olacak?”
Semruk gaklamayı andıran bir kahkaha attı. “Merak etme. İşimiz bitince seni aldığımız zamana bırakacağız. Toplantını da kaçırmayacaksın. Yarı tanrı sözü.”
“Peki,” dedim. “Gidelim o zaman.”
*
Ben daha cümlemi tamamlamadan harekete geçmiştik bile.
Markut hızla yükselmeye başladı. Biraz sonra bulutlar epey aşağımızda kalmıştı.
Semruk yine göz ucuyla görebileceğim şekilde yanımızda uçuyordu. Daha sonra
fotoğraflarda ya da filmlerde gördüğüm haliyle dünyanın yuvarlaklığı şekillenmeye
başladı. Kısa bir süre sonra da uzay boşluğuna çıktık.
“Şimdi gözlerini kapat ve ben söyleyene kadar da açma,” dedi şaman.
Gözlerimi bir kez daha kapattım. Uzay boşluğunda uçtuğumuz için
herhangi bir rüzgar hissetmiyordum ama kendimi tuhaf hissetmeye başladım. Sanki
hem hafifliyor hem de ağırlaşıyor gibiydim. Ya da hem parçalanıp dağılıyor hem
de mengeneyle sıkıştırılıyormuş gibi. Hem ağlayıp hem gülmek, hem üzülüp hem
sevinmek gibi. Birbirine karşıt ne kadar his varsa hepsini birden yaşıyordum.
“Gözlerini kısa bir süre için açabilirsin,” dedi şaman. “Bunu görmeni, daha doğrusu yaşamanı isterim.”
Gözlerimi açtım ve karanlıktan başka bir şey göremedim.
Sonra yavaş yavaş etrafımda ışık huzmeleri belirmeye başladı. Ama göründükleri
anda kayboluyorlardı. Sonra sayıları arttı. Şimdi etrafımda milyonlarca ateş böceği
yanıp sönerek dans ediyordu. En sonunda yanıp sönmeyi bıraktılar ve birer ışık çizgisine
dönüştüler. Bu, ışıktan bir denizin içinde yüzmek gibiydi.
“Şimdi yavaşlamaya başlayacağız,” dedi şaman. “Gözlerini tekrar kapatsan iyi olur.”
“Bu kadarcık mı?” diye sordum hayal kırıklığı içinde gözlerimi kapatırken.
“Eh, iki haftalık yolculuk için bu kadarcık. Ama merak etme, 1500 yıl geriye giderken daha fazlasını göreceksin.
*
Durduk.
“Bak,” dedi şaman. “Tam zamanında.” Parmağıyla işaret ettiği yöne baktım. Ayın üzerinde dünyanın gölgesi ilerliyordu.
“Ay tutulması,” dedim şaşkınlıkla. “Bugün 4 Nisan mı?”
“Evet,” dedi şaman. “Geleceğe hoş geldin.”
O sırada Semruk belirdi. “Hadi o zaman,” dedi. “Şimdi de geçmişe bir yolculuk yapalım.”
“Yine ışık hızıyla mı gideceğiz?” diye sordum ışık gösterisini tekrar yaşamanın hayaliyle.
“Hayır,” dedi Semruk. “Zaten az önce de ışık hızıyla
hareket etmedik. Işık hızına yakın uçtuk. Asla ışık hızında hareket edemezsin,
ya daha az ya daha hızlı hareket etmelisin. Çünkü ışık hızında zaman durur ve sıkışıp
kalırsın. Geçmişe gitmek için ışıktan daha hızlı hareket etmek gerekir. Bunu da
ancak düşünce hızıyla yapabilirsin. Şaman bu konuda sana yardımcı olacak.”
“Şimdi alnını başımın arkasına yasla,” dedi şaman. “Böylece sana daha kolay
ulaşabilirim. Bu kez gittikçe hızlanarak hareket etmeyeceğiz, doğrudan ışıktan
hızlı başlayacak yolculuğumuz. O yüzden hissedeceklerine hazır ol. Korkma. Gözlerin
yine kapalı olsun ve sakın açma. Bu kez görmek için gözlerinin açık olması
gerekmiyor.”
Şamanın dediğini yaptım ve alnımı başının arkasına yaslayarak gözlerimi bir kez daha kapattım.
“Hazır mısın?” diye sordu şaman.
“Hazırım. Sanırım.”
2. kısım
Bir anda beynimin ortasında atom bombası patlamış gibi oldu.
Bu, acı veren bir patlama değildi ama nasıl bir his olduğunu kelimelerle tanımlamak
da mümkün değildi. Tam panikle gözlerimi açacaktım ki kafamın içinde “Korkma,
gözlerini açma,” diyen şamanın sesini duydum. “Kendini
bırak. Alışacaksın. Hatta hoşuna bile gidecek.”
Gözlerimi açmadım. Şimdi beynimin içinde bir görüntü bombardımanı
vardı. Kimi zaman rengarenk şekiller görüyordum kimi zaman insanlar, derken
savaşlar, okyanus dalgaları, bir bizon sürüsü, demir döven bir usta, bir çan
kulesi, bir örümcek ağı, bir yangın, fincana dökülen kahve, şeker yiyen bir çocuk…
Birbiriyle ilgisiz görünen bu görüntüler bir saniyeden kısa sürede belirip
kayboluyor ama ben kurgusu olan bir film izler gibi izliyordum hepsini. Hepsi
birbiriyle bağlantılı, hepsi birbirinin devamı, aralarında neden sonuç ilişkisi
olan birer olaylar zinciriydi. Çöpleri karıştıran bir köpek, harakiri yapan bir
samuray, bir yaprak, bir sürahi, bir kuyu… Yüzlerce, binlerce,
milyonlarca görüntü… Bu böyle ne kadar devam etti
bilmiyorum ama sonra her şey bir anda yok oldu.
“Geldik,” dedi şaman. “Geçmiş olsun.”
*
Dağlık bir arazideydik. Bir mağaranın önündeki açıklığın
ortasına konmuştuk. Markut kanatlarından birini yere doğru uzattı, üzerinden
kayarak yere indik.
“Burası Tanrı Dağları,” diye açıkladı Semruk. “Bir ucunda Ülgen Han’ın
sarayı, diğer ucunda, bizim bulunduğumuz yerin altında Erlik Han’ın
sarayı bulunur.”
“Nasıl yani?” diye sordum. “İnsanlar ellerini kollarını
sallayarak tanrıların saraylarına ulaşabiliyorlar mı?”
“O kadar basit değil.”
Bu kez şaman konuşmuştu. “Saraylara ulaşmak için boyut kapılarından
geçmek gerekir. Ülgen Han’ın sarayı aslında göğün on
yedinci katında, Erlik Han’ın sarayı yerin yedi kat
dibindedir. İnsanlar boyut kapılarının yerini bilmez veya rastgele bulamaz. Sen
bu mağaranın içindeki boyut kapısından geçeceksin.”
“Benim zamanımda da var mı boyut kapıları?”
“Hayır,” dedi şaman. “Erlik Han’ın boyut kapısı bugün sen yumurtayı dışarıya çıkardığında sonsuza kadar kapanacak. Ülgen Han’ın boyut kapısı uzun hikaye. Onu başka zaman anlatırım. Çünkü şimdi misafirlerimiz var.” Bunu söyledikten sonra gözünü gökyüzüne
dikti.
Ben de onun baktığı yöne baktım. İki yeni dev kartal
geliyordu. Ancak kuşlar yaklaştıkça kartal olmadıklarını anladım. Birisi her
renkten tüylerle kaplı değişik bir kuştu. Diğeri ise kuş bile değildi, kanatlı
bir beyaz attı. Hemen önümüze aynı anda kondular. Daha doğrusu beyaz at kondu
fakat diğeri yere yakın bir şekilde havada durmaya devam etti.
“Bunlar Huma Kuşu ve Tulpar’dır,” diye açıkladı Semruk. “Huma seni kutsayarak görevin sırasında talihinin iyi gitmesini sağlayacak. Tulpar saraya kadar seni taşıyacak. Biz kuşlar
yer altına indiğimizde güçlerimizi kaybediyoruz. Ama Tulpar kanatları olsa da
kuş değil, bir at. Bu nedenle aşağıda, sarayın yakınlarına kadar yanında
olacak.”
Bu sözlerden sonra Huma bana doğru uçtu ve önce sol, sonra
sağ kanadının ucuyla yüzüme dokundu. Sonra bir şarkının melodisine benzeyen
birkaç ses çıkarıp yerine döndü.
Tulpar yanıma gelip ön ayaklarını kırarak diz çöktü. Ben üzerine
çıktıktan sonra tekrar ayağa kalktı.
“Şimdi ne olacak?” diye sordum.
“Tulpar seni boyut kapısından geçirerek sarayın yakınına götürecek. Sonra tek başına ilerlemen gerekiyor. Abra her zaman sarayın girişinde durur ama merak etme seni göremeyecek.”
“Tahmininize göre,” dedim.
“Evet, tahminime göre. Yanından geçip saraya girersin. Sarayın kapısı, kilidi yok. Yumurta girişteki salonun ortasına, bir kaidenin üzerinde duruyor. Demirden olduğu için biraz ağırdır ama taşıyabilirsin. Tahminime göre sen dokununca yumurta da görünmez olacak.”
“Tahmininize göre,” dedim tekrar.
“Evet, tahminime göre. Ama bil ki ben şimdiye kadar tahminlerimde neredeyse hiç yanılmadım.”
“Neredeyse,” dedim bu kez.
“Neyse,” dedi Semruk. Sonra ekledi: “Kayra Han yolunuzu açık etsin.”
Bunu duyan Tulpar mağaraya doğru atıldı ve dörtnala karanlığın
içine daldık. Son anda yelesine yapışmasaydım tepetaklak yuvarlanacaktım.
*
Bir süre karanlığın içinde yol aldıktan sonra durduk. Tulpar
karanlığın içinde bir şeyler yapıyordu. Anladığım kadarıyla ön toynaklarından
biriyle mağaranın duvarına vuruyordu. “Tak, tak, tak.”
Sonra duvarda ışıktan çizgiler oluştu ve birleşerek bir kapı halini aldı. Çizgilerin
arasında kalan kısım yavaş yavaş içeriye doğru açılmaya başladı. Boyut kapısı açılıyordu.
Ben yeni bir mağara beklerken karşımıza devasa bir yeraltı galerisi çıktı. Biz
galerinin en tepesinde duruyorduk. Birkaç yüz metre aşağıda kocaman bir ateş
yanıyordu ve galeriyi aydınlatıyordu.
Tulpar hiçbir uyarıda bulunmaksızın kendini boşluğa bıraktı.
Yelesini yine son anda yakaladım.
“Böyle durumlarda önceden haber veremez misin?” dedim sitem dolu bir sesle.
Kahkahaya benzer bir kişnemeyle karşılık verdi.
Ateşe doğru alçaldık, yanından geçerek tam karşıdaki duvarın
dibine konduk. Burada bir mağara girişi daha vardı. Tulpar yine diz çöktü, ben
de yere indim. Bir süre öylece durduk. Sonra başıyla sırtımdan iterek beni mağaranın
kapısına doğru yürüttü. Anlaşılan bundan sonrasını kendim halledecektim.
*
İkinci mağaranın içinde ilerlemeye başladım. Biraz sonra
arkadan vuran ateşin ışığı tamamen görünmez oldu ve zifiri karanlıkta kaldım.
Duvara tutuna tutuna yürüyordum. Derken mağara sona erdi ve başka bir galeriyle
karşılaştım. Bu seferkinin duvarlarında bulunan oyuklarda birçok ateş yanıyordu.
Yine tam karşıdaki duvarda büyük bir giriş vardı. Girişin hemen yanında da, nasıl
anlatsam, dev kamyon tekerleklerinden on kat büyük siyah bir tekerlek
duruyordu. Girişe doğru yürümeye başladım. Etrafta Abra falan yoktu.
Umutlanmadan önce sarayın içinde olabileceğini düşündüm. Temkinli adımlarla yürümeye
devam ettim. Girişe elli metre kalmıştı ki tekerleğin içinden siyah bir şey yükselmeye
başladı. Bu Abra’nın kafasıydı. Tekerlek sandığım şeyse
duvarın kenarına çöreklenmiş gövdesiydi. Gövdesinin yerden yüksekliği boyumun
en az iki katı olmalıydı. Olduğum yerde donakaldım. Yılan ateşlerin ışığıyla kıpkırmızı
parlayan gözlerini galerinin her yanında dolaştırdı. Bakışları benim üzerimden
de duraksamadan geçince Semruk’un tahminin doğru çıktığını
anladım. Bakalım yumurtayı elime alınca o da görünmez olacak mıydı?
Yılanın yanından geçip sarayın içine girdim. Saray dedikleri
birbirine geçitlerle bağlanan büyük mağaralardan ve galerilerden başka bir şey
değildi. Semruk’un tarif ettiği gibi girişteki salonun ortasında bir kaide vardı. Üzerinde demir yumurta duruyordu. Bu iş ummadığım kadar kolay olacağa benziyordu. Yumurtaya doğru ilerledim. Şimdi tam karşımdaydı. Almak için ellerimi uzattığım anda arkamdan biri konuştu: “Hoşgeldin, ben de seni bekliyordum.”
*
Duyduğum bir kadın sesiydi. Yavaşça arkamı döndüm. On adım
uzağımda duruyordu. Havada süzülüyordu desem daha doğru olur. Üzerinde vücut
hatlarını belli eden siyah bir elbise, yüzünde şehvet dolu bir gülümseme vardı.
Bu rüyamda gördüğüm kadındı.
“Herkes gitti ama ben kaldım,” dedi. “Geleceğini biliyordum. Yüzyıllardır biliyordum.
Kehanetten babama ve kardeşlerime bahsettiğimde bana inanmadılar. Ama bak,
buradasın. Gördüğün rüyayı Semruk denen kuş beyinliye anlatsaydın seni buraya
elini kolunu sallaya sallaya göndermezdi sanırım. Neyse, bu kadar sohbet yeter.”
Sonra bir anda önümde belirdi ve kollarımı yakaladı. Elleri mengene gibiydi. Tırnaklarının kemiklerime kadar etime gömüldüğünü hissettim.
Sonra ağzını açarak sivri dişlerini gösterdi ve boynuma doğru eğildi. İşin
kolay olacağını düşünmekte acele etmiştim. Ölmek üzereydim. Semruk haklıysa gerçek
hayatta da ölecektim. Ve Semruk her zaman haklı çıkıyordu. Neredeyse her zaman.
Kadının dişlerini boynumda hissettiğim anda sarayın dışından
çığlıklar, ulumalar duyulmaya başladı. Kadın beni yere fırlatıp girişe doğru koştu.
O daha girişe ulaşamadan dev gibi bir beyaz kurt içeriye daldı ve üzerine atladı.
Kadın sivri dişlerini ve tırnaklarını kurdun kalın postuna geçirip kanla
lekelenmesine neden olduysa da kurt daha güçlüydü. Kısa bir boğuşmanın ardından
dişlerini kadının boğazına geçirip paramparça etti. Dışarıdan hala çığlıklar,
ulumalar geliyordu. Sonra son bir viyaklamayla sesler kesildi.
Beyaz kurt yanıma gelip beni burnuyla dürterek ayağa kaldırdı.
Hemen durumun farkına vardım. Yumurtayı kucakladığım gibi girişe doğru koşmaya
başladım ama kurt önüme geçti. Tam o sırada girişte Abra’nın
simsiyah kafası belirdi. Dosdoğru bana bakıyordu. Anlaşılan Semruk bu kez yanılmıştı.
Yumurta görünmez olmadığı gibi ben de görünür olmuştum.
Kurt sarayın içlerine doğru koşmaya başlayınca peşine takıldım.
Yumurta ağır olduğu için yeterince hızlı koşamıyordum. Yılanın sürünürken çıkardığı
sesi çok yakınımda duyuyordum. Kurdu takip ederek birkaç geçitten ve büyüklü küçüklü
galerilerden geçtim. Burası labirent gibiydi. Beyaz kurt olmasaydı kaybolurdum.
Kurt beni Abra’nın geçemeyeceği dar geçitlere yönlendiriyordu.
Ama Abra başka bir geçitten dolanarak yine bizim girdiğimiz galeride
beliriveriyordu.
En sonunda uzun bir geçitte koşmaya başladık. Bir türlü sonu
gelmiyordu. Artık yılanın tıslaması kulağımın dibinden geliyordu. Derken kurt
durdu ve geri dönerek yılanın üzerine atladı. Bu çok cesurca bir hareketti. Çünkü
Abra o kadar büyüktü ki ne kadar gözü pek ve güçlü olsa da kurdun onunla başa çıkması
mümkün değildi.
Ben duraksamadan koşmaya devam ettim. Birkaç adım atmıştım
ki kendimi ilk girdiğimiz galeride buldum. Birkaç adım daha koştuktan sonra
geriye baktığımda kayalardan başka bir şey göremedim. Beyaz kurt sayesinde dışarıdan
görünmeyen gizli bir geçitten çıkmıştım. Tulpar yüz metre ileride, beni uğurladığı
yerde duruyordu. Bağırarak koşmaya başladım. Sesimi duyunca kafasını çevirdi ve
o da bana doğru koşmaya, sonra da uçmaya başladı. Tam o anda korkunç tıslama
sesiyle Abra’nın kafası gizli geçitten dışarıya çıktı ve hızla bana doğru sürünmeye başladı.
Koşamayacak hatta yürüyemeyecek kadar bitkin düşmüştüm. Olduğum
yerde durdum ve Tulpar ile Abra arasındaki amansız yarışı izlemeye koyuldum. O
anda aklıma çocukluğumuzda oynadığımız mendil kapmaca oyunu geldi. Önce gelen
mendili kapacaktı. Yılan daha yakın olduğu için avantajlıydı. Nitekim Tulpar
henüz otuz metre uzaktayken Abra bana ulaştı. Benimle birlikte Tulpar’ı
da tek lokmada yutabileceği büyüklükteki ağzını açarak son hamlesini yapmak üzere
başını yukarıya kaldırdı. Yapabileceğim tek şey yine gözlerimi kapatmaktı. Ben
de öyle yaptım. Bir saniye… İki saniye…
Abra’nın hamlesi gecikmişti. Gözlerim merakla kendiliğinden açıldı.
Abra’nın ifadesiz yüzünde bir acı ifadesi belirmişti. Kafasını
çevirip arkaya baktı. Beyaz kurt kanlar içinde geçitten çıkmış, son bir
gayretle yılanın kuyruğunu ısırmıştı. Abra’nın bir anlık kararsızlığı
Tulpar’a zaman kazandırmış, ben fare gibi yutulmadan önce yanımıza
ulaşmasına olanak vermişti. Dişleriyle ensemden yakaladığı gibi beni sırtına fırlattı
ve tekrar havalandı. Tepedeki mağaraya girmeden önce son anda dönüp baktığımda
kurdu Abra’nın ağzındayken gördüm.
*
Tulpar’la birlikte mağaradan çıktığımızda büyük bir sevinçle karşılandık. Ben olan biteni hızlıca anlattıktan sonra Semruk Tulpar’a teşekkür etti ve Pura Han’a
da selamlarını iletmesini söyledi. Tulpar ıslak burnunu yanağıma değdirdikten
sonra havalanıp uzaklaştı.
Beyaz kurdun nereden çıktığını sorduğumda “O Kurt Ata’dır,” dedi Semruk. “Karakız
doğru söylemiş. Gördüğün rüyayı anlatmış olsaydın seni oraya göndermezdim. Kurt
Ata bunu tahmin etmiş olmalı. Bu nedenle Karakız hakkında bir şeyler bildiği
halde haber vermeyip kendisi müdahale etmiş demek ki.”
“Ama o öldü,” dedim üzüntüyle.
“Merak etme,” dedi Semruk. “O da bir tanrıdır ve Abra’ya kolay kolay yem olmaz.” Sonra da ekledi: “Haydi bir an önce yola çıkalım, toplantına geç kalmanı istemem.”
*
Kısa bir yolculuktan sonra Tanrı Dağları’nın
diğer ucuna ulaştık. En yüksek dağın zirvesine konduk. Etrafta kayalardan başka
bir şey yoktu. Şaman gözlerimi kapatmamı istedi. Bugün o kadar çok gözlerimi
kapatıp açmıştım ki itiraz etmeden söyleneni yaptım. Tekrar açmamı söylediğinde
de açtım. Kendimi bu kez gerçek bir sarayın içinde bulmuştum. Büyük bir salonun
ortasındaydık. Her tarafta altınlar, mücevherler parlıyordu.
Tam karşımızdaki büyük bir tahtın üzerinde elinde ışıl ışıl
asasıyla heybetli bir adam oturuyordu. Sağ yanındaki daha küçük tahtlarda dokuz
tane birbirinden güzel kız, sol yanındaki tahtlarda yedi erkek sıralanmıştı.
Semruk, Markut, Huma ve şaman başlarını öne eğip karşımızdakileri
selamlayınca ben de onları taklit ettim.
“Ulu Ülgen Han, ulu Kıyanlar ve ulu Kıyatlar,” dedi Semruk. “Kayra Han’ın iyiliği üzerinize olsun. Size demir yumurtayı getiren, soylu insan kızı Börükız Hatun’dan doğan sekizinci oğlunuz Bumin Han’dan olma otuzuncu kuşak torununuz Alp Han’ı
takdim ediyorum.”
O anda ilk kez durumun farkına vardım. Daha önce söylememiştim
ama benim ismim Alphan’dır. Yani Alp Han. Ve ben tanrıların
soyundan geliyordum. Vay be!
“Kayra Han’ın iyiliği üzerinize olsun,” dedi Ülgen Han. “Sana
şükranlarımızı sunuyoruz Alp Han. Zamanı geldiğinde ödüllendirileceksin.”
Daha sonra benimle hiç muhatap olmadı. Biraz alındıysam da
fazla kafaya takmadım. Ne de olsa o gerçek bir tanrıydı.
O sırada salona çok güzel bir kadın girdi. Bu benim büyük büyükannem
olmalıydı. Kucağındaki bebeği getirerek demir yumurtanın da üzerine konulduğu
yumuşak postla kaplı kaidenin üzerine bıraktı. Bebek hareketsizdi.
Ülgen Han ayağa kalktı, kaidenin yanına geldi. Asasını değdirince
yumurta ikiye bölündü. Ortasında erimiş altına benzeyen bir sıvı vardı. Asanın
ucuyla bir miktar sıvı alan Ülgen Han bu sıvıyı Bumin Han’ın
ağzına sürdü. Bebek gözlerini açtı ve ilk çığlığı salonu inletti.
O ana kadar gayet ciddi duran Kıyanlar ve Kıyatlar sevinç çığlıklarıyla
ayağa fırladılar ve yanımıza geldiler. Kimisi şamana, kimisi kadına, bazısı
bana, hatta Markut’un ve Huma’nın boyunlarına sarılarak dans etmeye, şarkılar söylemeye başladılar. Ciddiyetini koruyan sadece Ülgen Han kalmıştı. Ama en sonunda o da gülerek. “Şenlikler başlasın!” diye gürledi. Salon bir anda insanlar, müzisyenler,
dansçılarla doldu. Hatta birçok tuhaf yaratık ortalıkta dolaşmaya, dans etmeye
başlamıştı. Yemek ve içki taşıyanlar elleri kolları dolu olarak salona akın
ettiler.
*
Şenlikten sonra sıra dönüş yolculuğuna geldi. Beni şaman ve
Markut geri götürecekti. Semruk bu kez gelmiyordu. Semruk’la
vedalaştıktan sonra ışık hızına yakın yolculuğumuza başladık. Ama asla tam ışık
hızında değil!
Bu kez 1500 yıllık mesafe kat ettiğimiz için ışık gösterisinin
tadını daha uzun süre çıkardım. Odaya döndüğümüzde her şeyi bıraktığım gibi
buldum. Eşim hala uyuyordu. Markut dışarıda kalmış, şaman benimle birlikte
gelmişti.
Vedalaşma faslından sonra gitmeden önce “Doğrusunu istersen Ülgen Han’ın bahsettiği ödülün ne olduğunu merak ettim,” dedi. “Ne yazık ki hiçbir zaman öğrenemeyeceğim. Ama eminim çok hoşuna gidecek bir ödüldür. Çünkü Ülgen Han cömert bir tanrıdır.”
Bunu söyledikten sonra yavaş yavaş silindi, yok olup gitti.
Saate baktığımda beşi çeyrek geçtiğini gördüm. Bütün olanlar sadece on beş
dakikaya sığmıştı.
Yatağa uzandım. Uyuyabileceğimi sanmıyordum ama yorgunluktan
olsa gerek kısa süre sonra uykuya daldım. Üstüne de birçok rüya gördüm.
*
Saat sekizde alarmın sesiyle uyandığımda gördüğüm rüyaların
hiçbirini hatırlamıyordum. Hem de hiçbirini!
Eşimle oğlum çoktan kalkmış, biri işe biri okula gitmek üzere
çıkmışlardı bile. Benim de dokuzda toplantım vardı. Yatak keyfi yapamadan fırladım.
Banyoya gidip güzel bir duş aldım. Dişlerimi fırçalamak üzere aynanın karşısına
geçtiğimde iki kolumda da bulunan derin tırnak izlerini fark ettim. O anda her şeyi
hatırladım. Demek ki yaşadıklarım rüya değildi. Hepsini gerçekten yaşamıştım.
Ben, Alp Han, tanrı soyundan geliyordum.
O sırada şamanın ayrılmadan önceki son sözleri aklıma geldi. “Ama eminim çok hoşuna gidecek bir ödüldür. Çünkü Ülgen Han cömert bir tanrıdır.”
“Çok hoşuma gidecek bir ödül,” diye kendi kendime yüksek sesle konuştum. “Valla aslında pırıl pırıl bir Monster Abra oğlumun çok hoşuna giderdi.”
SON
Hay benim memleketim.. Dur daha neler göreceksin. :)
Kazanan arkadaşı can-ı gönülden kutlarım. Güle güle kullansın. Güle güle kullansın, aklına gelsin bu kadar adam nasıl mal oldu nasıl aptal yurduna konuldu ve nasıl birinci oldu :)
İsmi geçen beş jürinin kendi çapında nam-ı olan saygın insanlar olması da ayrı bi ironi. Demezler mi adama, sen nasıl bu kadar cahilsin diye.. Yazarlık meslek olmamalı arkadaş. Jüri koltuğuna oturanların 1000 kitap dahi okumadığına yemin edebilirim ben. Ediyorum da… Neye göre değerlendirildi, kime göre?
Birinci bu dediğiniz öyküde objektif okuyup bulduğum onca hata ne? Yapmayın böyle nolur. Arada bir girip nefes aldığımız şu güzelim mekana yakışmıyor. Hoş.. Daha takılmam buralara. Buralarda fos çıktı… Hadi eyvallah.
Bu arada yarışmaya katılmadım. Belirteyim. Tam yazmaya niyetlendim, önsezi işte.. Geleceği gördüm, hayal kırıklığına uğradım bir kez daha haklı çıktığım için. Gençler, siz okuyun. Siz okuyun da böyle olmayın.
Kazanan Adil Öztürk’ü ve dereceye girenleri tebrik ederim:) Türk mitolojisi konusunda yazılmış hikayeler adına bir veritabanı niteliğinde olsun ve yazılanlar okunmadan öksüz kalmasın diye bu başlık altında paylaşma fikrini destekliyorum. Böyle yarışmaların devamını bekliyoruz:)
http://zabkaf.tumblr.com/post/109673666231/kambur-kam
Hocam alttaki adreste yayımlanmış hikaye var. Yazan kişi yakınen arkadaşım olur. Bi bakın derim.
http://dijitalartiz.tumblr.com/
Kazanan çalışma tabii ki emek içeriyor ama Öykü temasına uygun değil. Mitoloji külliyatından yapılmış bir alıntı metni gibi. Yarışma öykü yarışmasıydı. Yazılması gereken şey bu mitoloji karakterlerinin kahraman olduğu bir “öyküydü”. Ama siz gidip ödülü salt mite dayalı bir metne verirseniz diğer emek harcayan insanlara haksızlık etmiş olursunuz.
arkadaş hikaye nesir benmi bilmiyorum yoksa dalgamı geçiyolar ilk 5 hikayeyi görmek istiyorum. Hikaye yarışmasında hikaye okuyamadık!!!!
Tamam istediğiniz hikaye (!) Tarzı bu ama insanlara yeni bi dünya karakterler fantastik öğeler diyorsunuz ve 200 tanede ne kadar farklı dünya varsa hepsi heba oldu. Mitolojik bir hikaye deseydiniz fantazi yerine herkes öyle yazardı.Gerçi frpnet çok yanlış bir site olmuş yarışma sonucuna göre…
Biz olayı çok yanlış anlamışız…
fantastik hikaye yarışmasında 1.lik hikayesi olmayana verilmiş. dayanabilen okusun ama kurgulu bir hikaye bulamayacak. o değilde göktuğ canbaba buna nasıl oy vermiş. Hikaye yarışmasında söylence 1. olmuş bizede susmak düşer. jüriye sesleniyorum bu hiakye mi söylence mi?
Kazanan arkadaşı ve katılan tüm arkadaşları öncelikle tebrik ederim. Ben dahil kaybeden tüm arkadaşlar için, yani gönüllerin birincilerine sağlık olsun diyorum :) Geride kalan hikayeleri çöpe atmak kesinlikle akıl karı bir iş değil. Bir blog olur veya daha farklı bir site olur, bu hikayelerin oraya da yüklenmesi taraftarıyım. Sonuçta kazanan hikayeyi gördük, bir de kaybedenleri görelim değil mi?
Evet, haklısın. Hikaye aslında has bir kurgu yerine Türk Mitolojisinden alıntılar bolca içerdiğinden dolayı, haksız bir durum olduğu sanılıyor ama böyle bir şart olmadığı için haksız bir durum yok fakat burada ki sorun, var olan şeyler üzerine yapılan kurgunun, kişinin kendi yarattığı evren kurgusundan üstün tutulmuş olması. Diğer hikayeler nasıl olduğunu bilmediğim için pek bir şey diyemem fakat “bence” baştan sona kişinin kendisine ait evren ve karakterler içeren bir kurgu üzerine yapılmış bir hikayenin birinciliği hak ettiğini düşünüyorum. Umarım yanlış bir şey demiyorumdurum. o.O
Lanet olsun boyle yarışmaya. Adam internetten aldigini yazmış. Halbuki o kadar arkadaş (bende dahil) kafamiza gore bir kurgu yapip hikaye yazdik. Siz illa turk mitolojisiyle alakali oldugu icin bu kıytırık metni birinci yaptiniz. Oysaki zora kacam bizlerdik. Kesinlikle kendimi dusundugumden konusmuyorum sadece diger arkadaslaron hakkıni aramaya calisiyorum ancak goruyorimki boş.. kazanan arkadasta cok silmarillion okumus galiba ustad tolkiene ozenmis.
Neyse bir daha ugramam bu siteye
Allah aşkına bunun neresi öykü? Sayın jüriler bilmiyorsunuz sanırım, açıklayayım. Öykü, gerçek yada gerçek dışı olayları kısaca anlatan metinlerdir. Biz çalışmalarımızda olay anlattık. Birinciliğe layık gördüğünüz arkadaşın çalışması diyemiyecem, tamamen bir parça mitten oluşuyor. Üstelik bu beş yaratıkta geri planda tutulmuş. Adam resmen bir önsöz yazmış sizde buna birincilik kazandırmışsınız. Şu an tek dileğim o arkalara attığınız arkadaşların öykülerini okumam. Ayıp!
Elinizi vicdanıniza koyun bu hikâye mi simdi ? İlk 5 hikayeyi sayfaya koymaya cesaretiniz varmı.
Bu tur yarismalarda bu durum her zaman görülür hele hele bu kadar amotorse etkinlik. Moralim bozulmadi desem yalan soylemis olurum gostere gostere ayip ettiler. Ortada ne canavar nede blr hikaye var.Bidaha frpneti takip etmem o juride artik kendini kanitladi ayip
200 tane hikayeden bu mu yani? Ben kendi fantastik dünyamı yaratmıştım ve kendimce başarılıydı, eminim benim gibi bir çok arkadaş orjinal hikayeler yollamıştır. Bu nedir biri bana açıklasın lütfen. Fantastik kurgu dediniz, hayallerimizin sınırını zorlayarak dünyalar oluşturduk ve gel gör ki birinci seçilen hikayeye bakalım. Tamam kötü demiyorum çok başarılı yazmış ama eminim bundan daha iyileri vardır. Diyecek söz bulamıyorum. 5 juri demek ki bunu uygun görmüş, bu seçilmiş. Ne diyelim, tebrikler. Güle güle kullansın arkadaş. Sizede teşekkürlerimi sunarım, birazda hayal kırıklığımı.
Hikaye ile ilgili eleştirilerime geçmeden önce birkaç şeyi belirteyim. Hikayenin evrenini ve zamanını bize bıraktınız, ancak seçtiğiniz hikaye(!) gösteriyor ki bu sözde bir seçim hakkıymış. Siz Türk Mitolojisi’ne en çok yakınlaşan hikayeyi seçtiniz. Muhtemelen iki yüz hikaye içinde fantastik, cyber punk, steam punk veya post-apokaliptik bir hikaye vardır. Onların yarattıkları evrenlere ve karakterlere haksızlık ettiniz. Bende bir Türk Mitolojisini kullanıp öykü yazan biriyim, şayet kendi kurgusu ve evreni vardı, Türk mitolojisine sadece bir kısım bağlıydı. Bir de hikayedeki merkezinde bu 5 yaratık olacak derken siz ana karakter yapmaktan bahsetmişsiniz biz birşey anlamamışız. Neyse eleştirilerime geçeyim nasıl olsa bu söylediklerim havada toza karışacak. Çünkü siz biraz da firmanın isteği doğrultusunda seçim yapmış gibisiniz. Bu da hikayeyi biraz kayırmak anlamıan geliyor.
– Hikayede anlatım konusunda sıkıntılar ve yazarın yaşadığı çaresizlikler var. Bazı yerlerde bir çoğumuzda olan anlatım da kıtlık hissediliyor.
– Noktalama işaretleri eksik , bazı yerler anlaşılmıyor bu sebeple.
– Huma pençeleri olmayan bir kuş iken , elleriyle birşeyi aldığından bahsediliyor.
– Tulpar tek bir canlı olarak anlatılmış, ve o yaratıklar içinde ruhani olmayan tek canlıdır, nasıl Sırça Saray’a kadar gidebiliyor.
– Hikaye mitolojik bir hikayeden alınmış orjinal bir kurgusu yok.
Böyle saçma sapan bir seçim olacağını tahmin ettiğimden girmedim iyi ki de girmemişim.
Yazıklar olsun. Uğraşıp yazmıştık, ancak kopyala yapıştır hikayeye ödül vermişsiniz. Bir daha da girmem bu siteye.
Frpnet bu yorumlara neden kulak tikiyor kazanan tanidik mi?
Insanlari bos yere oyaladiniz frpnet. Kazanan hikaye bumu ? Aynilari forumlarda vikipedi de var. Birde, “yazdiginiz hikaye turkiyenin onde gelen fantastik kurgu uzmanlari tarafindan degerlenecek” yazmissiniz peh! Bu juri takimindan olsa olsa amatör bir okur zihniyeti olur, fantastik kurgu dahil edebiyattan anlamayan… 1.yaptiginiz hikaye tamamen bir kitap metninden alinti gibi. Hikaye demek olay demek. Hikaye demek yazarin kendisi demek. Yazar romanda hikayede otoriter kisidir. Okurla surekli oyun oynar. Burda da siz yazarsiniz oynanan kiside bu birinci arkadas haric 199 kisi olmustur. Bir daha ‘F’ harfini hic sevmiyecem.
Cok dogru konustun kardes ağzına sağlık vallahi. Bu sahtekarlar bizi kandirdi
Merhabalar,
Yorumun iyisine, kötüsüne her zaman açığız. Kulak tıkamamızın sebebi ise yorumların %80’lik kısmının anonim olarak yapılmış olması. Ne kadar enteresandır ki, bu anonim yorumlar aynı IP adresi üzerinden giriş yapmış. Anonim olmayan, Disqus platformuna kayıtlı kullanıcıların yorumları, öz eleştiriyi kabul eden, gayet doğal ve mantıklı açıklamalara sahip iken, aynı IP’den giriş yapmış yorumların hepsinde, nefret ve karalama görüyoruz. Bu yüzden şimdilik cevap hakkımızı saklıyoruz.
Yani anlayacağınız ufak çaplı bir karalama kampanyası mevcut. Hepsini geçtik, Jürimiz olan Göktuğ Canbaba, Erbuğ Kaya gibi Türk fantazi edebiyatına katkıda bulunmuş yazarları amatör olarak nitelendirilmesi bizi daha çok üzdü.
Yarışmaya katılan diğer yazıları, site üzerinden paylaşmak isterdik. Ancak yazının daha sonra başka bir platformda özgün olarak kullanılmasına engel olmamak için paylaşmama kararı aldık.
Kazanan arkadaşı tebrik ediyorum. Katılan arkadaşları da cesaretleri için kutlarım.
Boşa ümitlenmişiz, sadece zamanımız çalındı
Arkadaşımız tabiki de tebriği hak ediyor ama bu kadar yoruma aynı IP denmiş demek haksızlık aynı kişi söylüyorsa hepsini diğer katılımcılar çıksın desin aha işte bu birinci hikaye. GERÇEKTEN BAŞIYLA SONUYLA KURGU FANTASTİK VE YAPIMI ZOR uğraşılmış.yazan kişi karakter adlarından herşeyi araştırdığı gibi özgün anlamlı yapmış.Araya da kendi mizacı veya kişiliğinden bişi katmış.Ansiklopedi okur gibi değil. FrpNet işbirliği ile yapılması gereken bir yarışma. İşin kötüsü hak yenip yenmediğini bilemeyiz.bu bir yarışmaydı yetenek sizsinizde yetenekli kazanamadığı gibi ses yarışmasında şova bakıldığı gibi burada da mitoloji süsüne bakıldı.Biz de mitolojimizi araştırır ne bulursak karıştırır jüriye uygun bir hikaye yapardık. Ayrı bir tada ne gerek var.Yeni bir dünyaya. Fantaziye ne gerek var. Ben de roma mitolojisiyle harmanlayıp farklı bir evrene yolladım bizim beşliyi. Benimki de mitolojiydi ama en azından okuyanı heyecanlandıran kafasında canlandırabileceği bir dünya yaratmaya çalıştım. İyi ki de öyle yapmışım ki daha iyi fikirleri değer verilmeyeceği yerlere yollamazdım. Burada bilgisayar önemli değil. Ben hikayemi daha iyisini yazabileceğim için beğenmemeye başlamıştım zaten.veya daha iyisi yazklabileceği için. Ama kazananı okuyunca ne içimde o his vardı nede adaleti gördüm. Belki geçilöişizdir ama birinci bu olmamalı…
Selam. Evet, jürideki isimlerin amatör olmadıkları ortada. Her ne kadar jüri üyelerinin böyle bir karalamayı hak etmedikleri konusunda haklı olsanız da, “negatif” yönde yorumları bulunan arkadaşların -Aynı IP’den olmayıpta, karar sonucunda üzüntülerini belirten arkadaşların, ki birden fazla yorumu olan arkadaşın da yorumunun dikkate alınması gerekir- da haklı bir noktaya parmak bastıkları söylenebilir. Evet, birinci olan arkadaşımız Adil Öztürk, yazı stilini -yazdığı “parçayı” okuduktan sonra- beğendiğim(iz) biri ve kazandığı için arkadaşı tebrik etmek gerek. Ancak gönderdiği metnin gerçekten yarışma formatına uygun olduğu söylenebilir mi? Biz, geri kalan arkadaşlar olarak OLAY bazlı hikayeler yolladık. Arkadaşın yazdığı eser -bu fikir, burada okuduğum yorumlar sonrasında daha da netleşti- bir mit, efsane metni. Sanırım bunun yarışma formatına uygun sayılmaması gerekirdi. Bunun dışında arkadaşın hikayesinin Türk Mitolojisi’ne bağlı kaldığı sebebiyle kötülendiğini gördüm. Her ne kadar eserinde kullandığı tüm karakterlerin Türk mitolojisinden direktman geçirmiş olsa da, bu kişisel tercihi. Yani bu konuda yazar arkadaşların uzatmaması gerekiyor. Fakat birkaç satır üstte de bahsettiğim gibi, kazanan eserin bir MİT olması diğer arkadaşlar -hikaye gönderen arkadaşlar- için üzücü bir durum. Şahsen ben, uzun zaman sonra “Writer’s Block”umu aşıp, bir eserimi sonlandırabildiğim için mutluyum. Ancak bu konuya bir açıklık getirmeniz bence her katılımcıyı mutlu edecektir. ((IP adresimi kontrol edebilirsiniz.))
En başından beri bir ya da birkaç arkadaşın takıldığı nokta hikayenin mitolojik nesir şekilde yazılmış olması. Bunu biraz daha açmak isterim. Şöyle ki:
Hikaye konusu serbesttir. Herhangi bir fantastik mekanda ve zamanda geçebilir.
Şeklinde bir kuralımız vardı. Konuyu ve yazım biçimini tamamen katılımcılara bıraktık. Fantazya türünün temel alınmasını istedik. Keza katılımlar da bu yönde oldu. Eğer burada edebi bir tartışma yaşanılacaksa, hangi yazım biçiminin hikaye, hangisinin olmadığını saatlerce ya da binlerce kelime uzunluğundaki yorumlarımızla tartışabiliriz.
Mitoloji bir hikaye türü müdür? Orası tartışılır. Ama mitoloji hikayelerle beslenir ve yayılır. Eğer hikayeyi mitolojik bir kalıba oturtursanız neden olmasın. Burada yazarlara özgürlük tanımak istedik. Hikaye ne kadar özgün olmuştur orasını da jüri karar verdi.
Yani eğer toparlarsak, sorun sanıyorum ki katılımcı olan 1-2 arkadaşın “hikaye” kalıbına saplanmış olması. Kazanan hikaye bu tarz karalamaların içerisinde yerin dibine geçirilmiş. Gözden kaçan şey ise hikayenin, her ne kadar mitolojiden beslenmiş olsa da, edebi dilinin kuvvetli olmasıydı. Belki de jüriyi çeken nokta bu dilin kullanımı olmuştu.
Gelen kötü yorumların geneli karara yönelik. Ama biraz da öz eleştiri yapmayı bilmek gerekiyor. Yapılan yorumlar, kazanan arkadaşın da hikayesini yerin dibine sokuyor. Kazanan siz ya da başka biri olsaydı ve böyle konuşmalar gerçekleşseydi… Empati kurmak bu kadar zor olmamalı.
Yorumlar arasında anlatılmak istenen şu aslında; birinci şeçilen
hikayenin, zorunlu kılınan beş yaratık dışında direkmen Türk
Mitolojisi’nden karakterler “alıntı” yapması ve kendi yarattığı
karakterler ile harmanlayıp kurgulaması. Tam olarak nasıl anlatsam…
Hmm… Kelime dağarcığım pek geniş değildirde. :D Birinci seçilen
hikayenin kurgusu güzel ve dili cidden çok kaliteli ama sorun şu ki
“has” bir kurgu değil. Alıntı yapılmış karakterler üzerine kurulu bir
hikaye. Çoğu kişi yazdığı hikayede zorunlu kılınan beş mitolojik yaratık
dışında herhangi bir “alıntı” yapmaksızın kendi kurgusunu
oluşturmuştur. Tahminim bu yönde. Şahsen ben kendi hikayemde “Göndermeler”
yaptım. İlahi bir varlıktan bahsederken, Tengiricilik’de inanılan ilahi
varlığın gökte yaşadığına inanıldığı için “Gökte Yaşayan” diyerek
“Gönderme” yapmış bulunmaktayım. Herhangi bir varlığı direkmen alarak
hikayeme eklemiş değilim fakat gönderme yaparak farklı bir hava sunmaya
çalıştım, ne kadar doğru olmuştur bilemem. Birinci seçilen hikaye de ise
Türk Mitolojisinde bulunan Erlik Han, Ülgen Han gibi ilahı varlıkları
direkmen, herhangi bir değişikliğe uğratmaksızın alıntılayıp, bu
karakterler üzerinden hikaye kurgulaması, kurguladığı hikayenin “has”
bir hikaye olmaktan çıkıp “alıntılar” içeren bir hikaye olmasına sebep
olmuştur. Dili çok kuvvetli olabilir fakat yazdığı hikaye tam olarak
“has” bir kurgu değildir. Ben ve yorum yapan diğer yarışmacıların,
birinci seçilen hikayenin birinciliği hak etmediği düşüncesi bu
yüzdendir. Umarım doğru anlatabilmişimdir.
Yorumlar hakkındaki eleştiriniz zaten doğru. Ben sadece arkadaşın eserinin mitolojik nesir türünde yazılmasının doğruluğunu açmanızı istemiştim ve açıklamayı da tatmin edici bir şekilde yaptınız. Hızlı cevap için teşekkür ederim.
siz bu hikayeyi gidin bitane uçağın arkasına koyun 7 düvel duysun saçmalıgınızı
Şu an söyleyeceğim şey tamamen tahmini olacak. Hikayelerin hiç birini okumadım.
Belki de jüri bu noktada, özgünlüğünüzü beğenmiş olabilir ama yazım dilinizi uygun görmemiştir. O konuda gerçekten açıklama yapmakta yetersiz kalacağım. Son karar jüriye aitti. Sadece puanlamaların 10 üzerinden çeşitli etmenleri içererek verildiğini biliyorum.
Şu noktada “hocam, neden 5 puan kırdınız” gibi konuşmaya gidebilir. O yüzden dediğimi yineleyeceğim, bu konuda açıklamam yetersiz kalacak. Jürinin takdiridir diyeceğim.
Yarışma Türkiye’de ise Türkiye’nin kuralları geçerlidir arkadaşlar. Torpil vardır, hile vardır, üç kağıt vardır, üniversitlerinde bile kopyala yapıştır ile tez verip doc, prof olunabilen bir ülkede kopyala yapıştır ile yarışma kazanmak normal olsa gerek… Bu kadar insanın emeğine yazık…
Merhabalar. Kazanan hikayeyi beğenmek bir yana dursun bitirmekte dahi zorlandım. Bu arada bu alanda kendi öykülerinin linklerini veren arkadaşların hikayelerine de göz gezdirdim, bazıları (bana göre) birinciden daha iyiydi. Ancak sonuçlara (ilk 5), jüri üyelerinin özgeçmişlerine ve önceki işlerine bakınca ister istemez sorunun bende olduğunu düşünmek durumunda kalıyorum. Sonuçta konu hakkında derin bir birikime sahip değilim. Hayırlı olsun diyelim :)
Açıkcası bir Türk mitolojisi meraklısı olarak kazanan hikaye benim de pek hoşuma gitmedi bir süre sonra okuma isteği kalmadı içimde sırf neden seçmişler acaba diye okudum, onun dışında erdem beyin belirttiği gibi gerçeketn birinciden daha iyi olan yazılar vardı örneğim Zabkaf Ouzalm’in paylaştığı Kambur Kam çok hoşuma gitti daha kaliteli yazılar heba olmuş gibi duruyor.
Kazanan yazı öykü falan değil bildiğin belgesel gibi bir şey olmuş. Ortada hayal gücü filan göremedim ben, sadece bilinen şeyleri değiştirip geçmiş. Kim bunu birinci yaptı bilmiyorum ama diğer arkadaşlara yazık olmuş.
Yıl olmuş 2015 hala aynı IP ile farklı yorumlar yazarak, kendince “zavallı” bir çoğunluk elde ettiğini sanarak saatlerce boş boş tırmalayan insanlar var. Kaybettiyseniz kaybettiniz lan işte? Bu kadar zırlamanın, çirkinleşmenin, çocuklaşmanın alemi ne? Aynı laflar, aynı gevelemeler, aynı saçmalıklar. Şuna harcadığınız enerjinin bir kısmını öykülerinize harcasaydınız şu anda sizin yazdığınızı okuyor olurduk! Ne kadar sinir bozucu, katlanılmaz, kaşıntı veren insanlar olduk böyle? Birinci olan arkadaşı da tebrik ediyorum… Eleştiri kisvesi altında yapılan yorumlara bakıyorum da ne eleştiri ne de tartışma kültürümüz var. “Yazarın yaşadığı çaresizlik” ne demek bir defa bir aklı selim insan bana bunun açıklamasını yapabilir mi? Yani yazmış olmak için yazmanın manası nedir? Öykülerinizi de böyle kaleme alıyorsanız daha çok kapı aşındırır, çok bekler, çok üzülürsünüz… Saygılarımla…
Adamlar aynı ıp dedi diye inan sen de. Bir kişi niye bu kadar uğraşsın Allah aşkına aynı Ip ise ve sen yazmış olmak için yazıyorsunuz öyküleriniz de böyleyse derken bizden çok farklı bir şey yaptığını mı sanıyorsun eleştirirken. Bilgisayarında olsunlar olmasınlar bunu beğenmeyenler var. Açıkçası oyun bilgisayarı alıcam ve bana böyle ruhsuz edebi yönünden fantazi edebiyatındaki betimlemeler yerine birkaç etkileme sanatını. Canlı karakterler yerine sütunları koyan bir hikayeyi vericekler. Evet az ağır yazan arkadaşımızdan özür dileyerek bu yorumları yapıyorum çünkü bizim düşüncemiz bu. FrpNet sitesinde yapılıyorsa bu yarışma bu siteye göre bir şey çıkmalı. Evet okuyan arkadaş üzülcek benim hikayemi beğenmediler diye kabul ediyorum ama daha iyisi olmadığını nerden bilicek(iz). Tartışıcaz evet jüri de bişiler desin açıklasın olmadı hikayeler yayınlansın birinci ödülünü alsın ama nerede bu hakkının hakkı diye sorulmasın
Bende hikayelerin yayınlanması taraftarıyım. Kazanan zaten kazandı ancak diğer hikayeleri merak eder oldum.
Jürinin geçmişi takdire şayan olmakla birlikte yarışmanın sonucu nedense çoğu insanı tatmin etmedi -tabi beni de-. Size yapıştırabileceğim en ufak yafta bile yok ama bu durumu nasıl açıklayacaksınız merak konusu. Diğer hikayeleri okuyamadınız mı? Yoksa yalap şalap bir seçim mi gerçekleşti bilemiyorum. Mesele benim için herhangi bir ödül kazanma gibi bir şey değil, bu büyük jüri tarafından değerlendirilip başarılı olma isteğiydi. Tekrardan teşekkürlerimi ileterek hikaye hakkında eleştirilerimden önce size son bir eleştiri yapmak istiyorum. Yetkin bir jüri olmak istiyorsanız yaptığınız şey hakkında bilgi sahibi olmanız gerekir. Bilgi dediğim fantastik eserler, Türk mitolojisi gibi konular değil. Örneğin hikaye ile ilgili bir yarışma yapıyorsanız “Hikaye nedir? Olay örgüsü, yazılışı, tasvirler ve diyaloglar nasıl olur?” gibi soruları bilmeniz lazım. Şimdi hikaye hakkında eleştirilerime geçiyorum.
İyiler
-İsimler konusunda gayet İslam öncesi Türk geleneğine sadık kalınmış,
-Kutsal bir kitap olsa gayet başarılı. Tevrat tarzı bir hikaye olmuş.
-Jüri kararının getirmiş olduğu prestij ile okuma şansı :)
Kötüler
-Eline dünya tarihindeki mitolojilerle ilgili bir kitap almış bir kimse tarafından kolayca yazılabilecek bir eser olmuş.
-Türkçesi bayağı kötü, imla hataları olağanüstü ki ben bile iki günde yazmış olmama rağmen bu kadar hata yapmadım :)
-Olay örgüsü zayıf.
-Hikaye tarzının bilgisizliği çokça mevcut. Örneğin; tasvir yapmak için diyaloglardan kısmak. (Bu sayın jüriye de bir eleştirim)
-En önemlisi alıntı var ki bu kadar bilgili insanların bunu gözden kaçırması çok büyük bir hata.
Tabi bu yazdıklarımda hafif kıskançlık olabilir. Sayın Adil Öztürk üzerinize alınmayın lütfen :). Sayın jüriye, kazanan arkadaşa başarılar dilerim.
Not: Umarım bu yazdıklarım da aynı IP(?) gibi bir boş vermeye tabi tutulmaz.
Adminler dereceye giren hikayeleri yayınlayamazmısınız diğerlerini merak ediyorum. Hiçbir yazar buna karşı çıkmaz. Çünkü o hikayeler yarışmanın formatına göre yazıldı. Önceki yorumdada belirttiği gibi (kimsenin zoruna gitmesin lütfen) hikaye yarışmasında hikaye okuyamadık. Kimsenin bir kaybı olacagını sanmam.
Neyinin beğenilmediğini anlamadım yazacağım da sıralanmış teker teker; fakat birçoğuna katılmıyorum. Diğer hikayeler nasıldı, neye göre kurgulanıp yazılmıştı bilmesem de bu hikayede açık bir sorun da yok. Mis gibi bir giriş var zaten ki güzel gidişatın da habercisi bu. Haberci ki gelişmede ve sonuçta halden hale ve halden istikbale neticeleniyor. Hikayede sağdan sola ok atanlar şimdi burada gelip bok atıyor; işte fantazya budur.
edebiyattan anladığın belli (!)
Merak edenler için 3. Olan hikayeye buradan ulaşabilir:
http://www.uaslan.net/yadacinin-efsanesi.html
Birinci olan hikayeyi dün okumaya başladım… ve bugün ancak bitti. Çünkü yeterince akıcı değil; ne olay örgüsü, ne dil kullanımı bakımından. Bir çok eksiği-hatası var ve ciddi hatalar bunlar. Ben kendi gördüğüm bi kaç şeyi yazıyorum. Amacım yazar arkadaşı üzmek değil bu arada, samimiyetle söyleyeyim. Okudum, ciddiye aldım, yorum yapıyorum sadece.
Dil ve anlatımdan başlarsam: noktalama işaretlerine dikkat etmesi konusunda aynı fikirdeyim. Anlam düşüklükleri, anlatım bozuklukları var yazının bir çok yerinde, ben de gördüm. Ama bunlar dikkatle, kontrol etmekle falan çözülecek şeyler değil. Arkadaşın okuduğu yazarları değiştirmesi ve daha fazla kitap okuması gerekiyor.
Esas önemli nokta ise şu: kimin bilmiyorum ama birinin yazım dilini taklit ettiği anlaşılıyor -muhtemelen fark etmeden- ve bu çabası başkasının elbisesini giymek gibi bi şey olduğundan, açıkçası eğreti durmuş. Bunun bir çok göstergesi var öyküde. “Falan filan bir bıdı bıdıydı ki, öyle böyle olurdu.” kalıbı örneğin, yerli yersiz ve çok fazla kullanılıyor. Noktalı virgüller sayesinde tren misali uzamış cümleler de cabası. “Kelime dağarcığı çok iyi” demek istiyorum aslında ama bu da bi yalan olurdu; çünkü eski kelimelerin kullanımında titizlik gösterilmiş ve çoğunlukla başarılı olunmuşsa da, arada göz kırpan modern sözcükler atmosferi bozuyor, doğallığından çalıyor yazının. Yani sözlük karıştırılıp bi şeyler seçildiği, sonra da zorlama bi çabayla kullanıldığını “çaktırıyor”.
Bunun dışında, diyaloglar çok çok az. Betimlemeler yeterli ve cezbedici değil. Okuyucu karakterler ile ilişki kuramıyor. Özellikle Yaltar Han karakteri insan mı, tomruk mu belli değil. Kurguda genel bir ruhsuzluk mevcut. Öykünün her yerinde aynı monotonluğun korunmuş olması, söz gelimi savaş sahnesinde betimlemelerin daha canlı olmaması, ya da Yaltar Han’ın öyküye dahil oluşunun diyaloglarda artmaya sebebiyet vermemesi, bu ruhsuzluğu iyice perçinlemiş.
Açıkçası bi yarışma için yeterli görülmüş olabilir, ama benim şöyle ağız tadıyla okuyup “işte bu iyi bi öykü” diyebileceğim bi çalışma olmamış (ben katılmadım bu arada, sadece okuyucuyum, kazanamadığım için tırmalıyor değilim yani).
Diğer öyküleri görmeden “bu hikaye mi şimdi birinci?! eminim daha iyisi vardır!!!1!bir!” demiyorum, tam tersine “birinci buysa kim bilir diğerleri nasıldır… çok vahim çok…” diyorum, ki bu düşüncem çok normal ve esas böyle düşünülmesine sebep olmak yarışmaya katılan herkesin emeğine saygısızlık oluyor. Zaten burada bu kadar ses çıkmasının sebebi elden giden ödül değil. Belli ki ciddiye alınmış bu yarışma. Belki jüri ile, belki yapan platform ile ilgili… Ama ciddiye alınmış, haliyle ciddi tepkiler de görülecektir. Bunda üzülecek bi şey göremedim site adına. Demek ki bi işe kalkıştığınızda insanlar buna önem veriyor. Tabii bu da size daha fazla sorumluluk yüklüyor.
Belki de daha profesyonel olunmalıydı. Bir portal kurulmalı, tüm öyküler paylaşılmalı, hatta okuyucuların puanları da belli bir yüzde olarak değerlendirmeye katılmalıydı. Açıkçası yarışmanın formatı üzerinde yeterince düşünülüp uygun altyapı sağlanmamış olması, esas üzerinde durulması gereken nokta gibi görünüyor. “Hadi 3-5 kişi oturalım, öyküleri okuyalım, kazanana da verelim bi bilgisayar gitsin” değilmiş demek ki sizden beklenen, umulan, size yakıştırılan… Gözlemim o yönde.
Ayrıca empati falan denilmiş de, kime empati yapılacak ki? Jüriye mi? Kusura bakmayın ama yapmam, adamlar zaten JÜRİ, saçma olur. Birinciye mi? Ona da yapmam çünkü öyle bi sorumluluğum yok. Bu bi yarışma. Rekabet var. Ortaya bi ürün, bi eser konulmuş. Jüri beğenmiş, olabilir. Okuyucu beğenmemiş, bu da olabilir. Kazanan arkadaş bu yorumları görüyorsa kendini dışarıya kapatmak yerine fırsat olarak alsın, eksik yönlerini tamamlamaya, kendini daha da geliştirmeye çalışsın; ki zaten öyle de yapmalı. Yazmak acımasız bi iştir, ciddi bi iştir ve eleştiri olmadan yürümez. Asla yeterince iyi olamazsın, illa ki birileri tarafından yerden yere vurulacaksın. Sanatın doğası böyle. Hele ki eserinle bi yarışmaya katılıyorsan “alın bunu, övün veya yerin, size teslim ettim” demiş oluyorsun. Katılımcıların medeni cesaretini elbette takdir eder herkes, ama beğenmek çok ayrı bir mevzu. Bu yüzden ya “bu kadar eleştiriyorsunuz ama adam üzülüyor, onun da kalbi var, yapmayın etmeyin” demesin kimse, ya da jüriye bi uğrasın, ilk beşe giremeyenlere de ödül bi çare buldursun, desin ki “ama yazık onlar da insan, onlara da ödül verin, derece verin…” Komik…
Neyse gereksiz miktarda yazdım. Temennim bu yarışma sonunda alınan geribildirimlerden ders çıkarılıp, başka konseptlerde daha başarılı yarışmalar düzenlenmesi sadece. Son söz olarak katılan herkesi tebrik ediyorum ve bol hayalgücü diliyorum. Yorumlara atılan hikayelerin hepsini de okuyacağım.
Şu ana kadar yapılan yorumlar arasında en düzgünü ve en geneli buydu.Harfiyen katılıyorum ve sert bir şekilde jüriye veya birinci arkadaşa suç atmak yerine,yapıcı ve onarıcı eleştiriler yaptığın için tebrik ediyorum.
Sırça köşkün kütüphanesinde oturan 5 canavarimiz var. Biri kalkan hediye ediyor, digeri tespih.
Begeni gorecelidir. Ben begenmedim. Jüri begenmis seçmiş. Hicbir duygu yok, akici degil. Canavarlari birakin kendi ozellikleri ile anlatmayi mesela Huma kuşu homay gibi bir isimle anlatilmis..
Bende katildim yarismaya, oykumun ne kadar amatör olduğunu tahmin edip, birinci secilen öykü (!) nun nasil güzel olabilecegini dusunurken hayal kırıklığı yaşadım. Sağlık olsun. Yine de herhangi bir öykü yarismasinin olmasi guzeldi.