Ejderha Mızrağı Hikayeleri – Hikâyeci
Tekrar bir Ejderha Mızrağı kısa öyküsü çevirisiyle karşınızdayız. Bu hikayemizi Margaret Weis ve Tracy Hickman tarafından derlenen Kender, Gully Dwarves and Gnomes antolojisinden alıp çevirdik. Öykümüzün adı The Storyteller, pek çok başarılı fantezi eserine imza atan Barbara Siegel ve Scott Siegel çifti tarafından kaleme alındı. Oldukça eğlenceli, bir o kadar hüzünlü ve sürpriz sonlu bir hikayeye hazır olun!
HİKÂYECİ
“Hikâyeci Kenro, tutuklusun!” diye duyurdu ejderhaordusu subayı, kılıcının ucunu boğazıma dayayarak.
Zorlukla yutkundum, inip yükselen adem elmamın, kılıcı yüzünden kesilmemesini umuyordum. Sesimdeki titremeyi bastırmaya çalışarak, “Herhangi bir yasayı çiğnemedim. Hangi suçlamayla beni tutukluyorsunuz?” dedim.
Solgun gri rengi gözlerinin etrafı benekli yanık izleriyle kaplı subay hırladı, “Hikâyelerini anlatmaya bir son vermen için uyarılmıştın Kenro. Yüceefendi asla ikinci şans vermez.”
Pençe İzi Hanı’nın ortak salonundaki şöminenin kenarında duruyordum. Toplanan seyircilere hikâyelerimden birini anlatmayı daha yeni bitirmiştim. Hepsini bir arada görmek ne kadar da garipti; gülünç parlak renkli kıyafetleri içindeki kenderler, koyu gri sakallı cücelerin ve toprak rengi tenli çalışkan gnomların yanında karanlık bir gökyüzündeki parlak yıldızlar gibi kalıyordu.
Ejderhaordusu subayı onlara hiç aldırış etmemiş gibi gözüküyordu. Sanıyorum pek korkmuyordu çünkü subay yoldaşları onunla birlikte hana girmişti ve her çıkışı tutmuştu.
Gözümün ucuyla kender Quinby Cull’ın kasıla kasıla yaklaştığını gördüm. Suratı kıpkırmızı olmuştu ve yanakları iyice şişmişti. Hem silahsız hem de ejderhaordusu görevlisinin yarı cüssesinde olsa da Quinby hiç korkmuşa benzemiyordu. Keşke aynısını kendim için söyleyebilseydim.
“Hikâyeci bizim dostumuzdur ve onu tutuklamaya hakkınız yok!” diye duyurdu Quinby.
“Yüceefendi’nn hapishanesinde sana da yer var kender,” dedi ejderhaordusu görevlisi gizemli bir şekilde.
Quinby, masum bir şekilde sormadan önce görevlinin ifadesini iyice düşünür gibi gözüktü, “Yüceefendi’nin hapishanesinde ne kadar boş yer var ki? Hepsinin çoktan dolduğunu sanıyordum.”
Subay, kılıcının ucunu boğazımdan çekip Quinby’ı tehdit etmek üzere ileri adım attı.
Subayı kolundan tuttum. “Herhangi bir şeyi kastetmedi,” dedim hızlıca. “Onu rahat bırakın.”
Quinby, birkaç hafta önce Flotsam’a geldiğim günden beri iyi bir dostum olagelmişti. Solace kasabasının kırlarında başlayan ve bu karanlık vahşi şehirde biten yolculuğumun sonunda ruhum darmadağındı ve neredeyse kırılma noktasına gelmişti. Hikâyelerim için sağlam bir seyirci kitlesi bulma umuduyla kıtanın yarısını dolaşmıştım. Ve en sonunda burada bulmuştum. Ama daha da önemlisi dostluğu bulmuştum…
“Lütfen,” diye yalvardım, subayın kolunu bırakmayarak.
Ejderhaordusu subayı yavaşça kılıcını indirdi.
“Sorun yok Quinby,” dedim. “Bu subayla birlikte gidip her şeyi çözeceğim. Eminim,” Eskisinden de büyük bir özgüven duygusuyla “sabah olmadan serbest bırakılacağım.”
Vigre Arch isimli bir cüce bir anda Quinby’ın yanında durdu ve cesurca, “Bu hiç hoşuma gitmedi. Bizimle burada kalman daha iyi Hikâyeci.” dedi.
Ejderhaordusu subayının kaşları endişeyle yükseldi. Cüceler ve kenderler bir konuda mutabık mı kalmışlardı? “Yüceefendi haklıymış,” diye mırıldandı.
“Hangi konuda haklıymış?” diye sordum.
“Senin tehlikeli bir adam olduğun konusunda. Bu kadar konuşma yeter. Gidelim Kenro yoksa kelleni şimdi uçuracağım. Hikâye anlatmana son vermek için hızlı bir yol olurdu, değil mi?” diye sırıttı pis pis.
Seçim hakkım olmadığı için subayı hanın dışına doğru izlemeye başladım. Quinby ve Vigre Arch bir kenara itildiler ama kalabalığın içinde yükselen bir homurtu vardı.
“Hikâyeciyi nereye götürüyorsunuz?” diye bağırdı kenderlerden biri.
“Başka bir hikâye istiyoruz!” diye bağırdı odanın uzak ucundaki bir cüce. “Hikâyeci’yi bırakın!”
“Evet! Hikâyeci’yi bırakın,” diye bağırdı genç bir gnom da kalabalığa katılarak.
Kısa süre içinde odadaki herkes –tabii ejderhaordusu askerleri hariç- aynı anda bağırmaya başladı, “Hikâyeci’yi bırakın! Hikâyeci’yi bırakın!”
Hanı dolduran kenderler, cüceler ve gnomlar birbirleriyle kavga etmek dışında daha önce hiçbir şey için bir araya gelmemişlerdi ve bu şekilde Yüceefendi’nin şehri yönetmesi daha kolay oluyordu. Ama ejderhaordusu askerleri, gözlerini yeni ve korkutucu bir gerçekliğe açan farklı bir şey görüyorlardı. Üç ırk, beni savunmak için birleşmişti!
Açıkçası beni de çok şaşırtmıştı.
Kızgın kalabalık –sayıları rahat iki yüzden fazlaydı- aynı anda ilerlemeye başladı.
“Onlara durmalarını söyle!” diye emretti subay.
Ejderhaordusu askerlerinin kurmalıyaylarını kaldırdıklarını gördüm.
Bu delilikti.
“Dinle,” dedim subaya. “Bırak onlara bir hikâye anlatayım. Onları sakinleştirecektir.”
Subay, huysuz kalabalığa ve gergin askerlerine baktı. Omzunu silkti ve çekinerek, “Kısa bir tane olsun.” dedi.
Ellerimi sessizlik için kaldırdım.
Herkes bir anda beklentili bir sessizliğe gömüldü. Rahatladım. Subay da öyle.
“Bu adamlarla gitmek zorundayım ama önce bu muhteşem akşamüstünü kapatmak üzere sizlere basit bir hikâye anlatmama izin verin.” Anlamlı bir şekilde henüz kılıcını kınına yerleştirmemiş subaya baktım. O da bakışlarıma karşılık verdi.
Derin bir nefes aldım ve başladım, “Zamanın kendisi kadar eski ama bir insanın hafızası kadar da kısa bir hikâye. Flotsam’dan çok da farklı olmayan bir şehirde büyüyen üç yetimin hikâyesi.”
“Bu hüzünlü bir hikâye,” diye iç geçirdi Vigre Arch. “Hikâyeci’nin beni ağlatmasını seviyorum.”
Birkaç cüce, hikâyemin beklentisi içinde burunlarını çekerek ağlamaya başladı.
“Evet, hüzünlü bir hikâye,” dedim. “Ama çıkarılacak bir ders de var. Görüyorsunuz,” diye devam ettim, “Yetimler açlık çekiyorlardı ve bulabildikleri her yiyecek parçası için birbirleriyle kavga ediyorlardı. Yaşadıkları şehir fakir bir şehir değildi, sakın ha yanılmayasınız. Güçle, parayla, şıklıkla dolu varlıklı bir şehirdi. Ama üç küçük veledimiz için değil. Daima hor görüldüler, üstlerine tükürüldü ve şehrin büyükleri tarafından hırpalandılar.”
Ejderhaordusu subayı beni dikkatlice izliyordu. Kılıç tutan elinin eklemleri bembeyaz kesilmişti.
Hızlıca hikâyeme devam ettim.
“Bir gün, üç yetim şehrin sınırına kadar gelmişler. Ve işte o zaman Yüce Kızıl Boru’ya denk gelmişler, küçük ejderhaların bile korktuğu o vahşi ve büyülü kuşa. Boru’yu yakalayıp büyüsünü ele geçirebilirlerse, yetimler bir daha asla alay edilmeyecek ya da aç kalmayacakmış.”
“Boru’nun kanadı kırıkmış ve uçamıyormuş. Ama pençeleri keskinmiş ve gagası da kayda değer bir silahmış.”
“Sonunda üç yetime, kendilerine yeni bir hayat kurma şansı verilmiş ve tek yapmaları gereken büyülü kuşu yakalamak için birlikte çalışmakmış.”
Bir elimi öne uzatıp kalabalığı süpürürcesine savurdum. “Ama Boru’nun büyüsünü yakalamak için birlikte çalıştılar mı? Hayır!” diye ilan ettim. “Öylesine aç, öylesine çaresizlerdi ki bu zavallı yetimler güçlerini birleştirmeyi akıl dahi edemediler. Bunun yerine Boru için birbirleriyle kavga ettiler. Ve onlar kavga ederken şehrin yaşlıları arkalarından gizlice sızıp kuşu –ve büyüsünü- kendileri için yakaladılar!
“Ah, o yetimler ne kadar da ahmak ve aptallar!” diye bağırdı Quinby.
“Korkunç bir utanç!” diye bağırdı Vigre, kendere katılarak. “Üç yetim daha akıllı olmalıydı.” Cüce, Barsh’ın gözyaşlarını sildiğini gördü. Gnomların liderinin omzuna teselli edercesine hafifçe vurdu.
Gnomlar Barsh’a hayrandı, sadece aralarındaki en uzun gnom olduğu için değil, içlerindeki en harika ve en ilham verici mucit olduğu için. Diğer yandan cüce Vigre, Barsh’ı işe yaramaz imkânsız makinelerin umutsuz, şaşkın mucidi olarak görüyordu. Ama tam da o anda, Vigre ve Barsh aynı fikri paylaşıyordu.
Barsh en yeni dostu Vigre’ye bakmak üzere döndü ve hıçkırarak ağladı, “Birlikte çalışmak için bir yol tasarlamaları gerekiyordu. Ardından onca gücü ve zenginliği şehrin zalim yaşlılarından alabilirlerdi!”
Yanı başımda duran ejderhaordusu subayı kulağımın dibine girip tısladı, “Zeki bir adamsın Kenro ama ben yutmam. Neyin peşinde olduğunu biliyorum. Bu hikâyeyi hemen sonlandır yoksa ben hayatını sonlandıracağım.”
Hikâyelerinde gerçeğin tınısı yoksa hikâyeci bir hiçtir. Ve bu hikâyenin tek bir gerçek sonu vardı…
“Dostlarım,” dedim nazikçe, hepsinin duymak için öne doğru eğilip kulaklarını açmalarını sağlayarak, “O üç yetim şu an bu odada.”
Subay, kılıcını kaldırmaya başladı.
Aynı anda kenderler bağırmaya başladı, “Neredeler? Onları görmüyorum! Masaların altındalar mı?”
“Sizi kapı kulpları!” diye kükredi cüceler, kenderlere iğrenerek bakarak. Neden bahsettiğimi anlamışlardı. Gnomlara gelince, anında heyecanlanmışlardı ama o kadar hızlı konuşuyorlardı ki kimse tek kelimelerini dahi anlamıyordu.
Subay, üç ırka bakarak kahkaha attı. “Ahmaklar,” dedi. Sonra kılıcının ucuyla beni dürttü. “Dışarıya Kenro,” diye emretti.
* * *
Küçük bir orman köyünden geliyordum ve bir güruhun adıma tezahürat yapmasının yarattığı o sarhoş edici duyguyu hiç yaşamamıştım. Ama Kemikli Çene Jekson yaşamıştı. Bir hikâyeyi tam anlamıyla anlatmayı becerebilen bir adamdı. İnsanlar sırf onu dinlemek için iki gün boyunca köyümüze yürürdü. Dönüş yolculukları ise daima daha hızlı geçiyor gibiydi çünkü kafalarının içi Jekson’ın harika hikâyeleriyle dolu olurdu.
Küçük bir çocukken Kemikli Çene’yi her yerde takip ederdim. Hikâyelerini, küçük vokal numaralarını, hikâyenin gidişatına göre vücudunu nasıl hareket ettirdiğini öğrenmeye çalıştım. Beni kanadı altına aldı ve daha da fazlasını öğretti. Kemikli Çene bir öğretmenden fazlasıydı, benim için bir baba gibiydi –sabahtan akşama kadar bana yatak masalları anlatan bir baba. Ama asla onun kadar iyi değildim ve Kemikli Çene Jekson etraftayken kimse beni dinlemek istemiyordu. Öğrendiğim her şeye rağmen ihtiyaç duyulmuyordum, istenmiyordum, işe yaramazdım.
Kendi başıma yola çıkmamın zamanı gelip çatmıştı ama gitmeye korkuyordum. Ya kimse beni dinlemezse?
Bir akşam geç saatte, Kemikli Çene beni Patch Nehri boyunca uzun bir yürüyüşe çıkarttı ve –tahmin edin- bana bir hikâye anlattı. Bu küçük hikâyesinde beni bir kahraman, bir efsane, ismi çağlar boyunca anılacak bir hikâye anlatıcısı yapıyordu. Dinlerken kendimi bir tepenin zirvesinde, güneş üstümde parlarken, yüzlerce –hayır binlerce- insanın sözlerimi duymak üzere altımda toplandığını hayal edebiliyordum.
Dehşet verici korkularıma rağmen evimi terk ettim ve Kemikli Çene’nin sözlerinin yarattığı o ufak bulutun üstünde, bilinmeyene doğru yelken açtım. Onun hikâye anlatma kudreti de böyleydi işte.
Krynn boyunca dolaştım, küçük köylerde ve kasabalarda kendi hikâyelerimi anlatıp birkaç gözyaşı döktürmeyi ya da zoraki bir kahkaha attırmayı güç bela başardım. Kendimi kasvetli bir başarısızlık olarak görüyordum. Ama sonra Flotsam’a geldim. Kenderlerin, cücelerin ve gnomların arasında hiç hikâye anlatıcısı yoktu. Beni hikâyelerimi anlatırken duyduklarında, sanki ejderhaların ilki kanat açıp uçmuş gibi bir etki yaratmıştı. Gözleri şaşkınlıkla büyümüş ve büyülenmiş bir ifadeyle beni dinleyip izlemişlerdi.
Flotsam’a gelişimden hemen sonra bir tabakhanede, bir öğün yemek karşılığında bir grup kendere hikâye anlatmıştım. Tabakçı hikâyemin sonunda ağlamaya başlamıştı. Arkadaşlarından birisi beni evine götürüp doyurmuştu. Yemek yerken bana, tabakçının kızının son yeniayda öldüğünü söylemişti. Babası cenazede hiç ağlamamıştı ama küçük kızını çok sevdiği belliydi. “Neden,” diye sordu bana, “tabakçı, kızı için hiç ağlamayıp hikâyemdeki insanlar için gözyaşı dökmüştü?”
Bir taşı bile ağlatmayı başarabilecek kabiliyette muhteşem bir hikâyeci olduğumu söylemek istedim. Ama söylemedim. Bir cevabım yoktu – ta ki şu ana kadar. Kemikli Çene’nin bir keresinde, hikâyelerin hayata açılan pencereler olduğunu söylediğini hatırlıyorum. İnsanların pencereden içeriye bakıp, çektikleri acılarda aslında yalnız olmadıklarını görmelerini sağlar. Dünyaları karardığında onlara umut veren, kendi ahmaklıklarını gördüklerinde onları güldüren ve tek cevap gözyaşı olduğunda onları ağlatan kültür budur. O pencere olmadan demişti, en büyük duygular bazen asla dokunulamaz, hissedilemez ve paylaşılamaz.
Kemik Çene’nin orada olup da Pençe İzi Hanı’ndaki o büyük kalabalığın adıma tezahüratlar yaptığını görmesini o kadar çok isterdim ki! Benimle gurur duyardı. Pek çok pencere açmayı başarmıştım.
Ejderha Yüceefendisi’nin huzuruna çıkartılmıştım. Zırhı yüzünden kısmen gizlenmiş uzun, ince bacaklara sahip bir kadındı. Ve göğüs plakasının altındaki büyüleyici vücudu da hayal meyal seçilebiliyordu. Ama alev alev parlayan o yeşil gözleri ve yüksek elmacık kemiklerine sahip o yüzü beni olduğum yerde çakılı bırakmıştı. Hikâyecilerin öykülerinde kullandıkları, aşka meze ettikleri türden bir kadındı. Belki de öyküyle gerçeklik arasındaki fark da buydu.
Diz çökmüş vaziyette önünde beklerken Yüceefendi, generallerinden birine bir şey fısıldadı. Tek duyabildiğim “Tanis” ismi ve limanı daha yeni terk etmiş bir gemiye saldırmak üzere ejderhaları hazırlama emriydi. Benim davamla fazla vakit harcamayı planlamadığı belliydi.
“Nasıl savunma yapacaksın?” diye talepte bulundu, sonunda dikkatini bana vermişti.
“Savunma mı?” diye sordum. “Daha suçumu bilmezken nasıl savunma yapacağım?”
Dudakları, keskin beyaz dişini göstererek acımasızca gülümsedi.
“Suçlama,” dedi şaşırtıcı bir nezaketle, “vatana ihanet.” Gülümsemesini bozmadan devam etti. “Krynn’i fethedeceksek kenderlerin, cücelerin ve gnomların gece gündüz çalışmasına ihtiyacımız var. Ama şu an işlerinden kaytarıp senin saçmalıklarını dinlemeye geliyorlar. Aptalca hikâyelerin onları boş boş bakan ve işlerini göz ardı eden bahtsız hayalperestlere dönüştürdü.”
“Lütfen,” diye başladım, gülümsemesine kendiminkiyle karşılık vererek. “Hikâye anlatmanın bir suç olmadığını anlamalısınız. Hayal etmek, ruhun bir parçasıdır. O olmadan seyircilerimin birer hayvandan farkı kalmaz.”
Yüceefendi bu ifademe güldü. “Hayvanlar. Kesinlikle. O ırklar birer hayvan ve öyle de kalacaklar. İş hayvanları. Şimdi, savunman nedir?”
Ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Ejderhaordusunun tiranlığından nefret ettiğim doğruydu ama hikâye anlatışımı asla vatana ihanet olarak düşünmemiştim. “Suçlu değilim,” dedim.
“Adaletin tecellisi gereği,” diye duyurdu Yüceefendi, ayağa kalkarken, “Bu mahkemedeki insanlara daima kendilerini savunma hakkı veririm.” Gülümsemesi tekrar gün yüzüne çıktı. “Ama gerçekle yalanın nihai karar mercii benim. Ve sen Hikâyeci Kenro, suçlu bulundun.”
İtiraz etmek için ayağa kalkmaya başladım ama iki asker ellerini omuzlarıma bastırıp beni yerde tuttu.
“Hikâyeci Kenro’yu asılarak ölüme mahkûm ediyorum,” diye ilan etti. “Cezası yarın sabah şafak sökerken infaz edilecek. Akıbetinin tüm şehirde duyulduğundan emin olun. ‘Vatandaşlarımız’ –burayı suratını ekşiterek söyledi- kendisini hayal âleminde kaybedenlerin başına neler geldiğini öğrenmeli.”
İdamımı beklerken Davin isimli genç bir yarı elfle aynı hücreye atıldım. Sessizdi ve tek kelime etmemişti. Ama ben ettim.
Ona hikâyemi anlattım.
Ona kim olduğumu, ne olduğumu, başıma neler geldiğini anlatırken, hapishane duvarlarının dışında mucizevi bir şeyler vuku buluyordu.
Quinby Cull, o korkusuz kender, cesurca şehrin cüce mahallesine geçti ve Vigre Arch’ı buldu.
“Hikâyeci’nin cezasını duydun mu?” diye sordu cüceye. Vigre cevap veremeden Quinby açıkladı, “Dostumuza yardım etmeliyiz. O ölürse başka hikâye dinleyemeyiz.”
Vigre Arch çizmesinin topuğunu sert zemine gömdü ve sonunda konuştu. “İnsanlar hakkında ne hissettiğimi biliyorsun. Postları kurtarılmaya değmez. Onlara güvenemezsin. Ama,” diye ekledi, Quinby’ın gözlerine doğrudan bakarak, “Hikâyeci farklı. Diğer insanlar gibi değil. Ve o ejderhaordusu askerleri gibi olmadığı da kesin. Onu en az senin kadar seviyorum, belki de daha fazla.”
Quinby burnunu çekti. “Bu saçmalık,” dedi. “Hikâyeci’yi senden daha çok seviyorum ve o da beni herkesten daha çok seviyor.”
“Sevmiyor,” dedi cüce.
“Seviyor,” diye karşılık verdi kender.
“Sevmiyor,” dedi cüce.
“Seviyor,” diye bastırdı kender.
Bu tartışma tüm gece boyunca devam edecekti tabii gnom Barsh aceleyle yanlarına gelmeseydi.
“Hikâyeci şafak vakti asılacakmış!” diye bağırdı gnom.
Quinby ve Bigre tartışmalarına ara verip üzgünce başlarını salladılar. “Biliyoruz,” dedi Vigre.
“Bu korkunç,” diye haykırdı Barsh. “Yüceefendi onu öldürürse, ölüleri bir öpücükle hayata döndüren güzel dişiler, ateşten duvarların arasında kovalamacalar ve özgürlük için savaşıp ölen yüce kahramanlar artık olmayacak demektir. O öldürülürse her şey ne kadar da donuk olacak!”
Vigre Arch bu iki yaratığa baktı, kendere ve gnoma, ikisi de halkının sevmediği bir türdü. Ama o an, onlara karşı kalbini titreten bir yakınlık hissetti. Hepsi de Hikâyeci Kenro’ya duydukları ortak bir sevgi bağıyla bağlıydı. Belki de bu, Hikâyeci’nin öyküsündeki üç yetimin yapması gerektiği gibi onları birleştirmeye yetebilirdi. Vigre kendi kendine gülümsedi. Şu anki yaşadıklarıyla Hikâyeci’nin öyküsünün benzer olması komik bir tesadüftü. Ama bu düşünceyi bir kenara itti. Daha önemli meseleler vardı.
“Hikâyeci’yi kurtarmaya çalışsak?” diye öneride bulundu cüce.
“Ne?” diye sordu Barsh, kulaklarına inanamayarak.
“Dedi ki, ‘Hikâyeci’yi kurtarmaya çalışsak?’,” diye tekrarladı kender, yardım edercesine.
“Onu duydum,” dedi Barsh.
“Öyleyse neden ‘Ne?’ diye sordun?” diye merak etti kender.
Vigre Arch derin bir iç çekti. Bazen bir kenderle iletişim kurmak imkânsızdı.
“Boş ver gitsin,” dedi Barsh. “Hikâyeci’yi şafakta asacaklar. O vakte kadar hapishaneye girip, onu kurtarıp Ejderha Yüceefendisi ve askerleri bizi durdurmadan önce onu güvenliğe ulaştırmalıyız. Özgür kaldığında onu koruyacak ve saklayacağız, böylece hikâyelerini bize daima anlatabilir.”
“Yüceefendi’nin hoşuna gitmeyecek,” dedi Vigre.
“Yüceefendi’nin ne düşündüğü ne zamandan beri umurunda?” diye sordu Quinby.
Cüce sırıtışını bastıramadı. “Gerçekten hiç umursamadım.”
“Ben de öyle,” dedi Quinby.
“Benim için de aynı,” diye ekledi Barsh. “Yüceefendiyi arkadaşlarımdan biri olarak görmüyorum ama Hikâyeci arkadaşım. Onu bu akşam kurtaralım derim!”
Üçü de Hikâyeci’nin kurtarılması gerektiğinde mutabık kaldı. El sıkıştılar ve derhâl bir plan üstünde çalışmaya başladılar.
Hapishane duvarını aşıp kapıyı açmalarını sağlayacak bir cihaz yaratma işi Barsh ve gnomlarına düştü. Kapılar açılınca şehirdeki tüm kenderleri toplayıp, Vigre ve cücelerinin hapishaneye girmesine ve Hikâyeci Kenro’yu güvene almalarına olanak sağlama işi de Quinby’a düşüyordu.
Eli kulağında saldırının haberi tüm şehre yayılmıştı. Tüm kenderler, cüceler ve gnomlar planlardan haberdardı ve kendilerini savaşa hazırlamışlardı.
Yüceefendi ve askerleri bu küçük insanları basit ve ahmak olarak görüyordu, bu yüzden hiçbir şeyden şüphelenmediler. Ama ölümle yüzleşmek ne basitti ne de aptalca. Ve yaklaşan savaşa hazırlanan herkes, bir sonraki şafağı göremeyebileceğini biliyordu.
Ancak Hikâyeci Kenro’nun hayatı bu riske değerdi. Ama uğruna savaştıkları tek şey Hikâyeci’nin hayatı değildi. O unutulmaz gecede onları mahmuzlayan şey ruhlarındaki kıvılcım, zihinlerindeki ışık ve hayal güçlerinin zenginliğiydi. Hepsinin içinde bir yerde, anlatılmayı hevesle bekleyen destansı bir hikâye vardı ve bunu hissediyor, biliyor, inanıyor ve uğrunda ölmeye can atıyorlardı.
Gece çöktüğünde yüzlerce gnom Flotsam’ın karanlık, rüzgârla süpürülmüş sokaklarında, ağır kirişler, uzun direkler ve hâlâ yapraklarını dökmemiş yüzlerce ağaç dalı taşıyordu. Bunlar duvar aşıcı cihazlarının temel yapıtaşlarıydı; ejderhaordusu devriyelerinin yanından geçerken askerler, sürekli gördükleri bu garip gnom yürüyüşüne aldırış etmeyip yürümeye devam etmişlerdi.
Barsh’ın aceleyle planlanmış bu icadı, hapishanenin arka duvarının yakınında bulunan boş bir ahırda montaj edilmişti. Neredeyse bin gnom duvar aşıcı cihazın son dokunuşlarını yapmak üzere orada toplanmıştı ve test etmek için sabırsızlanıyorlardı.
İcat ise devasa, dikdörtgen bir merdivendi, hapishanenin güney duvarıyla aynı boydaydı. İki yüz elli gnom aynı anda merdivene tırmanabiliyordu. Merdivenin tepesine yerleştirilen ağaç dalları, düşman kalesine yaklaşırken onları gizleyecek bir kamuflaj görevi görecekti.
Şafaktan hemen önce kenderler Pençe İzi Hanı’na gelmeye başladı. Önce ortak salonu doldurdular. Sonra sayıları arttıkça arka bahçeye taştılar. Neyse ki bahçe ağaçlarla ve çalılarla kaplıydı, böylece sokakta devriye gezen ejderhaordusu askerlerince fark edilmediler.
Quinby Cull, kender yoldaşlarına tamamen sessiz olmaları için çok katı talimatlar vermişti. Aksini yaparlarsa bunun ölümle ve görevin başarısızlığıyla sonuçlanabileceğinin farkındaydılar. Ve başarısızlık da Hikâyeci Kenro’nun sonu demekti. Yine de Quinby, kenderler birbirlerini hoopaklarıyla, kılıçlarıyla, mızraklarıyla dürtüp, silahlarının çalışıp çalışmadığını kontrol ederken açığa çıkan hafif şaşkınlık nidalarını ve peşinden gelen kıkırdamalarını duyuyordu.
Pençe İzi Hanı’ndan çok uzak olmayan, hapishanenin yanında bulunan iyi gizlenerek kazılmış bir çukurda, Vigre Arch soğuk rüzgâr yüzünden homurdanıyordu ve tek şikâyet ettiği şey de bu değildi. “Buraya nasıl geldik?” diye gürüldedi öfkeli bir şekilde. “Barsh ve gnomları o ahırın içinde ısınıyorlar ve Quinby ve kenderleri de Pençe İzi Hanı’nda içiyor ve güzel vakit geçiriyorlar. Bu hiç adil değil! Belki de,” diye mırıldandı, “eve gidip uyumalı ve bu saçmalığı unutmalıyız.”
Ama Vigre buna yönelik bir emir vermedi. O akşam halkıyla gurur duyuyordu. Ve kendiyle de. Hikâyeci Kenro’yu özgür bırakma planları başarısızlığa uğrarsa, bunun cüceler üstlerine düşeni yapmadığı için olmayacağına yemin etti.
Sanki yıldızlar gökyüzünde olması gerekenden daha hızlı hareket ediyor gibiydi. Vakit neredeyse gelmişti.
Gnomlar saldırıya öncülük edecekti. Ama asıl fikir Quinby Cull’dan çıktığı için savaşı başlatacak sinyali kender verecekti.
Quinby Pençe İzi Hanı’nın penceresinden dışarı baktı. Tüm gece fırtına hüküm sürmüştü ama gökyüzü aydınlanmaya başlamıştı. Ya şimdi ya da asla. Kender yoldaşlarına baktı ve tatminle gülümsedi. Bir ressam olsaydı hanın içindeki bu sahneyi hiç unutmamak için resmederdi. Belki de Hikâyeci, özgür bir adam olduğunda bu görkemli macerayla ilgili bir hikâye anlatırdı. Hatta Hikâyeci’nin, kendisini bu öyküde bir kahraman olarak anlatabileceğini fark etti Quinby. Bu da bir şey sayılmaz mı? diye düşündü. Ama sonra Quinby kendisine güldü. Bir kenderden kahraman olur muydu ki? Kahkaha atarak başını sağa sola salladı. Böyle şeyler asla olmazdı. Yine de, Hikâyeci’nin öyküleriyle yükselen hayal gücüyle Quinby Cull, bu düşüncesine tutundu.
Bu düşünceler kafasında içinde dolanırken kender, hanın kapısını açtı. Kemerinden, kemikten yapılma bir boru çıkardı ve dudaklarına kaldırdı.
* * *
Quinby’ın borusundan çıkan tiz, keskin ses, uykudaki şehrin dört bir yanında yankılandı. Vigre duydu. Barsh duydu. Hapishane duvarlarının üstünde duran ejderhaordusu muhafızları da duydu.
Yüceefendi’nin askerleri gözlerini ovuşturarak uykularından uyandılar, bu garip sesin ne anlama geldiğini merak ediyorlardı.
Ne olduğunu anlamaları uzun sürmedi.
Bir anda, karanlığın içinden gelen bağırışları ve haykırışları duydular. Sonra bir muhafız, sur siperlerindeki meşalelerle aydınlanan ormanın önce bir yöne, sonra diğer bir yöne ve son olarak da üçüncü bir yöne doğru hareket ettiğini gördü.
“Ne tür bir büyüdür bu?” diye bağırdı muhafız, kıvrılıp duran ormana gözlerini dikerek.
Aniden bir gnom, ormanın en önünden başını dışarı çıkardı ve bağırdı, “Bu taraftan sizi aptallar!”
“Göremiyoruz!” diye cevap verdi bir grup ses koro halinde.
Koca bir manga gnom ileri çıktı ve duvar aşıcı cihazlarının üstündeki ağaç dallarını, şaşkına dönmüş ejderhaordusu muhafızının gözleri önünde kesmeye başladı. Ama yine de Yüceefendi askerinin, gnomların ne yaptığına dair hiçbir fikri yoktu. En azından çalılar tamamen kesilip, gnomlar devasa merdivenleriyle hücuma kalkana kadar.
Ama merdiveni hapishane suruna dayadıklarında merdivenin tepe noktası, surun çok üstünde kalmıştı.
“Yanlış taraf!” diye bağırdı Barsh, bıkkınlıkla. “Yan döndürün!”
Tabii o ana kadar ejderhaordusu muhafızı çoktan yardım çağrısında bulunmuştu. Merdiveni doğru tarafa çevirip duvara dayadıklarında, Yüceefendi’nin askerleri hapishanenin arka suruna koşturuyordu. Ama duvar aşıcı cihaz, tırmanmakta olan gnomlarla öyle bir ağırlaşmıştı ki düşman, merdiveni duvardan uzaklaştıramıyordu. Ve kısa süre sonra gnomlar siperlere atlamaya başlamıştı.
Hapishane duvarına ilk atlayan gnom Barsh’tı. Uzun boylu bir ejderhaordusu muhafızı, geniş ağızlı kılıcını Barsh’ın kafasına savurdu. Gnom kılıcın altında eğildi ve askerin ayaklarına daldı. Muhafız kılıcını Barsh’ın sırtına savurmak için hazırlandığında gnom, askerin bacaklarını çekerek birleştirdi ve başka bir gnom da düşmanın karnına bir sopayla vurdu. Asker dengesini kaybetti ve surlardan aşağı savrularak ağır bir tok sesiyle zemine çakıldı.
Barsh hâlâ hayatta olduğuna inanamıyordu.
Ve hayatta olan sadece Barsh değildi, gnom yoldaşları da siperleri dolduruyor ve nöbet tutan az sayıdaki ejderhaordusu askerine baskın geliyordu.
“Kapıya!” diye bağırdı Barsh, halkını hapishanenin ön tarafına yönlendirirken.
Onlar kapıya doğru giderken, hapishane muhafızları istilacılarla savaşmak için barakalarından çıkıyordu. Gnomlar kapıları hemen açamazsa, güçlü ejderhaordusu askerlerince yok edileceklerdi. Yalnızca kenderlerin desteğiyle Ejderha Yüceefendisi’nin vahşi askerlerine karşı direnme şansları vardı.
Quinby Cull’ın cesaretlendirdiği kenderler çoktan hücumlarına başlamıştı. Pençe İzi Hanı hapishaneden kısa bir mesafe uzaklıktaydı ve şimdi kenderler öfkeli bir rüzgâr misali kapıya doğru koşuyorlardı. Quinby, siperlerdeki savaşı görebiliyordu. Gnomlar kapının çark sistemine ulaşmak için vahşice savaşıyordu. Eğer başarısız olurlarsa, kender ordusunun ve kendisinin ölümlerine koşacağını biliyordu.
Gnomların öldüğünü gördü. Bir ejderhaordusu askeri bir tanesinin göğsünü kılıcıyla deşti. Bir başka gnom surlardan aşağı atıldı ve bir diğerinin kafası bir baltayla ikiye ayrıldı. Ama gnomlar savaşma devam etti, hapishane muhafızlarını yiğitçe kapıdan uzaklaştırdılar. Ta ki…
“Açılıyor!” diye bağırdı Quinby, tam da o ve kender ordusu umutlarını yitirmek üzereyken. Hücumlarına ara vermeden, yükselen metal kapının altından içeri doluşup bekleyen ejderhaordusu askerlerinin oluşturduğu hatta koştular.
“Kenderlerle mi savaşacağız yani?!” diye sordu düşman askerlerden birisi tereddütle.
Quinby askeri duydu, öfkeyle dolarak cevap verdi, “Bugün, sadece kenderlerle savaşmayacaksınız, bizzat elimizde can vereceksiniz!” Asker kılıcının ucunu Quinby’ın boğazına saplamaya çalıştı. Ama kender çevik davranarak kendi kılıcıyla karşıladı, sonra ileri atıldı ve silahını düşmanının kalbine gömdü.
Düzinelerce kender ve gnom Quinby’ın bağırışını ve cesur kılıç oyununu görmüştü. Ejderhaordusu askeri yere düşerken büyük bir tezahürat yükseldi. Çünkü o an Quinby Cull sadece bir düşmanı öldürmemişti. Kenderlerin kayda değer bir düşman gücü olabileceğini göstermişti. Halkına tekrar saygınlık kazandırmıştı. Ve bir kenderin kahraman olabileceğini kanıtlamıştı!
Quinby’ın dramatik eyleminin ardından, kenderler daha iyi zırhlı ve eğitimli ejderhaordusu güçlerini kapıdan uzaklaştırıp hapishane zemininin kontrolünü ele geçirmeye çalıştı.
Ama Yüceefendi askerleri hızlıca yeni bir savaş hattı oluşturdu. Okçuları kender saflarına ok yağmuru üstüne ok yağmuru gönderdi. Korkusuz doğaları gereği kenderler, okların kendilerini durdurmasına izin vermedi. Hatta karınlarındaki, omuzlarındaki ve bacaklarındaki kanlı ok saplarına rağmen kender birlikleri ejderhaordusu hatlarına bodozlamasına hücum etti. Düşmanın etrafını çevirmeyi başarana kadar kaba kılıçlarını ve bıçaklarını salladılar.
Tam da o an, Vigre Arch önderliğinde ilerleyen şaşırtıcı derecede az sayıdaki cüce, açık kapıdan içeri girdi.
“Halkının kalanı nerede?” diye sordu Barsh.
“Bir cüce ordusu getireceğine söz vermiştin,” diye bağırdı Quinby. “Burada yüz kişi bile yok. Neler oluyor?”
Vigre derin bir nefes aldı ve onlara kötü haberi verdi.
“Ejderhaordusu askerleri bu tarafa geliyor,” diye raporladı. “Onları çukurun tepesinden gördük. En az iki bin tanesi şehirden buraya doğru geliyor. Hikâyeci özgür kalmadan önce buraya ulaşırlarsa köşeye sıkışırız. O yüzden halkımızın büyük çoğuna, ejderhaordusu askerleriyle sokaklarda çarpışmaları için emir verdim. Zaman kazanmamızın tek yolu buydu.
Barsh ve Quinby’ın rengi soldu. Cücelerden oluşan bir ayaktakımı, iki bin kişilik donanımlı ejderhaordusu birlikleriyle aşık atamazdı. Vigre’nin halkı katledilecekti. Kaderlerini bilmelerine rağmen asla duyamayacakları hikâyeler için hayatlarını feda etmeye hazırdılar. İşte bu, diye düşündü Quinby, bir efsanenin doğuşuydu. Elini Vigre’nin omzuna koydu, “Bir cüce olsaydım bugün çok gururlu olurdum. Ama,” diye ekledi, düşünerek, “ben bir cüce değilim.”
Vigre kendere bakıp ne kastettiğini anlamaya çalıştı.
“Ne olursa olsun,” diye devam etti Quinby, Vigre’nin sorgulayan bakışlarını fark etmeden, “halkın, Hikâyeci’nin öykülerine ait. Tabii hepsine değil,” diye hızlıca ekledi. “Sadece bir tanesine.”
Vigre, kenderin niyetini anlamaya çalışmayı bırakıp basitçe, “Hikâyeci, şehirdeki savaş için güzel ve trajik bir öykü anlatabilir. Öyleyse anlatabilmesi için yaşadığından emin olalım. Ne kadar adamım kaldıysa toplayıp, Hikâyeci’yi bulana kadar hapishaneyi arayacağım.”
“Ama yeterli olmazsınız,” dedi Quinby. “Yardıma ihtiyacın olacak. Kenderlerin bir kısmını alıp senin geleceğim.”
“Ben de geleceğim,” diye gönüllü oldu Barsh. “Küçük bir birlik gnom getireceğim.”
Vigre reddedemezdi. Haklı olduklarını biliyordu. Hapishanenin labirent gibi koridorlarında onları kaç Yüceefendi askerinin beklediğini bilmenin imkânı yoktu.
“Gidelim,” dedi. “Hikâyeci bunca gürültünün neden çıktığını merak ediyordur.”
* * *
Gerçekten de tüm o gürültünün neden kaynaklandığını merak ediyordum. Gece neredeyse bitmişti ve şafağı bekliyordum, kaderime boyun eğmiştim. Hücre arkadaşım Davin beni tüm gece dinlemiş ve tek kelime etmemişti.
Sonra, ölüm anıma kadar solup tükenmek üzere terk edildiğim bu pis zindanın derinliklerinden gelen bağırışları ve çığlıkları duydum.
“Neler oluyor?” diye sordum hücremin yanından koşarak geçen bir muhafıza.
Beni görmezden geldi.
“Sence neler oluyor?” diye sordum Davin’e. Başını salladı.
Gürültü giderek arttı. Savaş sesine benziyordu. Çeliğin çeliğe çarpma sesi, acı dolu ulumalar, taş zeminde koşan çizmelerin sesleri ve… Adımı haykıran bağırışlar birbirine karışıyordu.
“Buradayım!” diye bağırdım. “Bu taraftan!”
Hiçbir duyu organıma inanamıyordum ama evet, bana seslenen Quinby Cull’ın sesiydi! Sonra Vigre Arch’ı duydum. O zeki gnom Barsh da orada olduğunu belli ettiğinde zihnim girdap gibiydi.
“Bu imkânsız!” diye bağırdım. Sonra Davin’e döndüm. “Onları duyuyor musun yoksa ben delirdim mi? Dostlarım gerçekten beni kurtarmaya mı gelmiş?”
Hücre arkadaşım cevap vermek üzereydi ama bunun yerine bağırdı, “Dikkat et!”
Çok geç. Bir hapishane gardiyanı bir anda hücremde belirmişti ve beni parmaklıkların ardından tuttu. “Onlar seni kurtarmadan önce öldüğünü göreceğim,” diye yemin etti. Ve sonra hançerini kaldırıp göğsüme doğru sapladı.
Davin benden daha hızlıydı. İleri atılıp hançeri bana saplamadan önce gardiyanı bileğinden yakaladı. Kolunu demir parmaklıklara çarparak büktü ta ki herkesin duyabileceği o çatırtı sesi gelene kadar. Hançer yere düşerken gardiyan çığlık attı. Quinby, Vigre ve Barsh, halklarından oluşan bir lejyonla hücreme doğru yaklaşırken gardiyan, dehşet içinde kaçtı.
“Anahtarlar!” diye öttü Barsh, onları sevinçle havada sallarken.
“Aşağı inerken bir askerden aldık.,” diye açıkladı Vigre. “Özgür kalacaksın.”
“Seni gördüğümüze sevindik,” dedi Quinby, mutluluk gözyaşlarıyla hücre kapısından birkaç adım geride beklerken.
“Siz mi sevindiniz?” diye bağırdım inanamayarak. “Kesinlikle tam tersi olduğunu söyleyebilirim!”
Hücre kapısı açıldı.
“Bizimle gel,” dedi Quinby. “Seni kurtarmaya geldik. Artık sen ve hikâyelerin sonsuza kadar yaşayabilir!”
* * *
Hikâyeci Kenro kendisiyle ilgili anlattığı uzun hikâyesini, sesini dramatik bir kreşendoya yükselterek bitirdi. Zamanlaması kusursuzdu. Bitirir bitirmez bir hapishane gardiyanı hücresinin kapısını açtı.
“Şafak söktü,” dedi Yüceefendi’nin elçisi.
Hikâyeci derin bir nefes aldı ve ayağa kalktı. “Bazen,” dedi sessizce, “kendi hikâyelerime yarı yarıya inanıyorum. İçimden bir parça, arkadaşlarımın gerçekten de gelip beni kurtaracağını düşünüyordu. Sence ahmakça bir düşünce mi Davin?”
Cevap veremedim, ağlıyordum.
Hikâyeci uyumamıştı. Sırtını bir duvara yaslayıp, hayatının son saatlerinde son hikâyesini örmüştü. Ve tek seyircisi bendim.
Gün doğarken Hikâyeci Kenro’yu astılar.
* * *
Hikâyeci çok uzun yıllar önce öldü ama anısı hâlâ yaşıyor. Çünkü hapishanedeki o gecede ruhumun penceresini açmıştı. Ve artık sesi duyulamayacak olsa da yeteneği bir şekilde bana geçmiti. Krynn’i dolaştığım uzun yıllar boyunca pek çok hikâye anlattım. Ama bu harika son öyküyü, Hikâyeci’nin bana anlattığı gibi birebir anlatmayı daima başardım.
Ah, gerçekte neler olduğunu biliyordum. Quinby, Vigre ve Barsh gerçekten de Hikâyeci’yi kurtarmayı denedi. Ama planlarını yapar yapmaz Quinby hepsini unuttu –sapına kadar bir kenderdi, gözden uzak olan gönülden de ırak olurdu. İnsanlara asla güvenemeyen Vigre’nin ise tüm bu girişime dair şüpheleri vardı. Bu sırada Barsh ve gnomları devasa bir duvar aşıcı cihaz yapma işine girişmişlerdi. Ama merdiveni öyle büyük yapmışlardı ki atölye olarak kullandıkları binadan çıkartamamışlardı. Bugün o merdiven hâlâ o binada duruyor.
Gerçeklerin, iyi bir hikâye materyali oluşturmadığını söyleyebilirsiniz. Ama amaç bu değil. Gerçeklerden daha yüce bir hakikat vardır. Ve o hakikat, ben ne zaman Hikâyeci’nin öyküsünü anlatsam ortaya çıkıyor. Yıllar geçtikçe Flotsam’ın kenderleri, cüceleri ve gnomları gerçekten de Hikâyeci’yi kurtardıklarına inanmaya başladılar. Soğuk, rüzgârlı bir akşamda güçlerini birleştirerek tarih yazdıklarına, yüce bir makama ulaştıklarına, birer kahraman olduklarına ikna oldular. Ve bunu bir kez yapmışlarsa, tekrar yapma ihtimalleri de yok muydu?
Yazan: Barbara Siegel – Scott Siegel
Çeviren: Sencer Coşkun
Editör: Kayra Keri Küpçü
Kitap: Kender, Gully Dwarves and Gnomes (Dragonlance: Tales Volume II)